Türkiye’nin siyasi yaşamına uzun süredir damgasını vuran burjuvazi içi iktidar kapışması, statükocu kanat karşısında pek çok sorunda demokratik çözümlerden söz eden liberal aydınların önemini de arttırmış bulunuyor. Sosyal ve iktisadi sistem bağlamında savundukları görüşler ne denli çelişkilerle yüklü olursa olsun, Türkiye’nin Avrupa ülkelerinden farklı yönler taşıyan siyasal gerçekleri ve demokrasi sorunu, liberal aydınların varlığını gerçekten de önemli kılıyor. Oysa dünya geneline bakacak olursak, bu kesimler açısından olumsuz eğilimler sergileyen bir durum mevcut. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra rakipsiz kalan kapitalist sistemin yarattığı ideolojik iklim, burjuva aydın tabaka ve yeni okumuş kuşaklar bakımından negatif sonuçlar üretti. Çeşitli ülkelerde burjuva aydın tabaka nitel ve nicel olarak zayıflarken ve insan hakları, demokrasi savunusu gibi konularda eski duyarlılığını yitirirken, ilericilik, demokratlık ve barışseverliğin yegâne ölçütü ve garantisi olarak küresel kapitalizmin “faziletlerini” benimseyen yeni tip okumuşlar ağır basmaya başladı.
Türkiye de bu olumsuz eğilimden fazlasıyla nasibini almış durumdadır. Bizdeki liberal aydınlar arasında da bu durumun olumsuz yansımalarını sıkça görebiliyoruz. Ne var ki en başta da vurguladığımız gibi, bu topraklarda yıllardır egemen olan başka gerçeklikler de vardır ve devlet kurucu egemen bürokrasinin önemli tarihsel sorunlar çerçevesinde yarattığı tabuların yıkılmasında liberal demokratların önemli bir katkıda bulunduğu göz ardı edilemez. O nedenle liberal demokrat kesimlerin dünya genelinde sergiledikleri eğilimlerin analiziyle yetinmeyip, son dönemde Türkiye siyaset sahnesinde oynadıkları rolün olumlu ve olumsuz yönlerini titizlikle irdelemek doğru bir tutum olacaktır.
Türkiye’de siyasi yaşamda her zaman ağırlığını koymaya alışmış asker-sivil statükocu bürokrasinin AKP iktidarı karşısında sergilediği darbeci ve faşizan tutumlar ortadadır. Bu realitenin, Türk solunun sözde bir anti-emperyalizm adına ordu ve bürokrasi destekçisi siyaset yürüten kesimlerinin gerçek niteliğini giderek daha fazlaca gözler önüne serdiği de aşikârdır. Bağımsızlık diyerek son tahlilde kapitalist devletçiliğin savunusuna varan bir solculuk, genel demokrasi mücadelesinin asgari kriterlerini bile yerine getirmemektedir. Devletlû bürokrasinin bu topraklarda çok can yaktığı tarihsel sorunlarda (Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu vb.) burjuva demokratik çözümleri savunan liberal demokratlar ise, açık ki daha ileri pozisyonları temsil eder hale gelmişlerdir. İşte bu bakımdan onların varlığı, Türkiye gibi hâlâ askeri darbe tehditleriyle yüz yüze bulunan ve ezilen Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın derin acılarını yaşayan bir ülkede bir olumluluk teşkil etmektedir.
Fakat kapitalizm gibi sınıflı bir toplumda, en genel demokrasi mücadelesi bile söz konusu olsa, siyasal gerçeklerin analizi ve bunlar karşısında takınılacak tutumlar her zaman sınıfsal bir karakter taşır. Çeşitli tarihsel sorunlar için gündeme getirilip savunulan demokratik çözümler de, farklı sınıf çıkarları ya da farklı sınıf siyasetleri bakımından farklı özellikler ve yönler içerir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de acilen çözüm bekleyen tarihsel sorunların hiçbirinde liberal demokratların çözüm önerileriyle, işçi sınıfının devrimci çizgisini benimseyen örgütlü çevrelerin çözüm önerileri birbiriyle aynen örtüşüp çakışamaz. Ama bu gerçeklik, genel demokrasi mücadelesinde yer alan farklı unsurların varlığını ve önemini görme ve gerektiği noktada onların hakkını teslim etme ihtiyacını da ortadan kaldırmaz.
Aslında her sınıf kendi aydınını yaratabildiği ve kendi sınıf demokrasisini savunabildiği ölçüde tarihte önemli ve ilerletici bir rol oynayabilmektedir. Bu bakımdan enternasyonalist komünistlere düşen temel bir görev, işçi sınıfının bilinçlenme ve aydınlanmasına hizmet etmek ve işçi demokrasisine ulaşma azmiyle yol alabilmektir. Bunun yanı sıra, burjuvazi içindeki gerici ve faşist eğilimler ile liberal demokrat eğilimleri de doğru şekilde ayırt edebilmek gerekir. Bu görevlerin üstesinden gelemeyen solcuların sürüklendiği acıklı durum ortadadır. İstenildiği kadar devrimci kelâm edilsin, somut siyaset sahnesinde sergilenen farklı yaklaşımları işçi sınıfının devrimci çıkarları açısından değerlendiremeyen ve böylece mücadeleyi ilerletici taktikler geliştirmeyi başaramayan örgüt ve çevrelerin zaman içinde gerileyip tükeneceği aşikârdır.
Bugün Türkiye’de liberal demokratların çeşitli sorunlar karşısında savundukları pozisyonlar irdelenirken, en kapsamlı burjuva demokrasisinin bile gerçek bir işçi demokrasisinin fersah fersah gerisinde olduğu unutulmamalı. Bu bakımdan en tutarlı görünen bir liberal demokratın bile, diyelim Kürt sorunu gibi can yakıcı bir sorun karşısında getirdiği çözüm önerilerinin bir devrimci Marksist açısından hiç de tatmin edici olamayacağı açıktır. Ama bu durum eşyanın doğası gereği ortada olan bir farklılıktır ve zaten esas problemli noktayı da burada aramamak gerekiyor.
Liberal demokrasi kapitalist düzen içi bir siyasal akımdır ve günümüzde de Türkiye’deki örneklerinin çarpıcı biçimde gözler önüne serdiği üzere, bu siyasal tutumu benimseyenlerin kapitalist düzenle bir sorunları yoktur. İşte liberal demokratların işçi sınıfının bakış açısını bulandırmaması için asıl dikkat kesilmeyi gerektiren nokta da budur. O nedenle, Türkiye’nin güncel koşullarında liberal demokratları, darbeci, statükocu ve faşizan kesimler karşısında burjuva demokrasisini savunduklarında fazladan eleştirmek gerekmezken, onların kapitalist sistem hakkında yarattıkları yanılsamalara da pabuç bırakılmamalı.
Kapitalist düşler ve gerçekler
Küreselleşme çalışmamızda detaylarıyla ele aldığımız üzere, küreselleşme olgusunun küreselleşen kapitalizmi anlatan nesnel bir boyutunun yanı sıra, kapitalist sistemi iyi ve sağlıklı göstermeye çalışan ideolojik bir boyutu da vardır. (Bkz. E. Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay.) Ulusalcı solcular küreselleşmenin nesnel boyutunu görmezden gelirken, liberaller de bunun ideolojik propaganda boyutunu kitlelere nesnel bir gerçekmiş gibi kakalamaya çalışmaktadırlar.
Liberal demokratlar küresel kapitalizmin dünyaya istikrarlı bir demokrasi ve barış getireceği yolunda görüşler geliştiriyorlar. Tarihsel-ekonomik gelişim neticesinde küreselleşen üretici güçler ve tüm dünya açısından zorunlu hale gelen küresel ilişkiler, aslında kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını ve yeni bir çağı, sosyalizm çağını zorluyor. Oysa liberal demokratlar, kapitalizm altında küreselleşmenin yeni bir kapitalizm çağı yaratmakta olduğu görüşünü yayıyorlar. Onlara bakılacak olursa, kapitalist sistem ulaştığı düzey nedeniyle artık mevcut ulus-devletler biçimlenmesine de son verecek ve yerel yönetimlere ağırlık veren bir dünyasallığa ulaşılacaktır. Liberal demokratlar köhnemiş kapitalist sistemi yeni diye lanse ettikleri birtakım sahte düşlerle yaldızlayıp, sosyal çözüm diye kitlelerin bilincine aşılamaya çabalıyorlar. Bu burjuva siyasal akımın ideologluğuna soyunanların önemli bir bölümü ise, geçmiş dönemlerdeki sosyalist ya da resmi komünist hareketin içinden çıkan döneklerden oluşuyor. Bu husus hesaba katıldığında, bu akımın çağımızda Marksizmin ve sosyalizmin artık öldüğü yolunda düşünceler de yaymasında fazlaca şaşılacak bir yan olmadığı kolayca anlaşılacaktır.
Liberallerin ileri sürdüğü argümanlar her ne olursa olsun, derin ve sarsıcı krizler içinde debelenen kapitalizmin gözler önüne serdiği gerçekler bu sistemin külliyen çürüdüğünü gösteriyor. Küresel kapitalizmin ahvali, bu sistemin insanlığın demokrasi, barış, özgürlük, temiz-yaşanabilir bir çevre yolundaki özlemleriyle tamamen ters düştüğünün başlıca kanıtlarını oluşturuyor. Gerçeklik buyken, liberal yazarların kapitalist işleyişe dair yaratmaya çalıştıkları umutlar hiçbir bilimsel dayanağı olmayan ve kitleleri yanıltmaktan başka da bir işlev görmeyen birer ideolojik propaganda argümanından ibaret kalıyor. Bu onlar açısından, her birinin kişisel tutumundaki nüanslardan tamamen azade olarak genel bir güvenilmezlik kaynağıdır.
Bilindiği gibi Taraf gazetesi, Türkiye siyasal yaşamının son döneminde statükocu burjuvazinin darbeci planlarının teşhirinde önemli bir işlev üstlenmiş durumda. Bu gazete en başta da Ahmet Altan’ın demokrasi ve barış isteyen ve Kürt sorunundan Ermeni sorununa, burjuva demokratik çözümleri yüreklice savunan yazılarıyla haklı bir ilgiye mazhar oluyor. Türkiye’deki askeri vesayet sisteminin tutucu, gerici ve darbeci karakterini, özellikle de Kürt sorunundaki acımasız baskıcı niteliğini kimi yazılarında dikkate şayan biçimde teşhir eden Altan, diğer yandan liberal bir burjuva aydın olarak kapitalist sistem içi bir bakış açısına sahiptir. Bu nedenle onun demokrasi ve barış konusundaki arzularını dile getiren edebi satırları ne denli güzelse, bu arzularını dayandırmaya çalıştığı temeller de o denli çürüktür.
Somut bir örnek vermek gerekirse, onun Taraf gazetesindeki bir yazısı (26.11.2009 tarihli) hatırlanabilir. Altan bu yazısında, Kürtler, dindarlar ya da Aleviler gibi ezilen her bir grubun bir diğeri hakkında “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sorması halinde bu sistemin biteceğini, bu ülkenin çocuklarının eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacağını dile getiriyor. Türkiye’nin çözülmesi gereken sorunlarının çözümü için, artık hiçbir ezilen grubun resmi tarihin yalanlarına inanmamasını salık vermek elbette haklı ve adil bir tutumdur. Fakat bunları savunan bir yazarın, öte yandan aslında tam da bu yalanların beşiği olan kapitalist sisteme kitlelerin inanmaları doğrultusunda çaba sarf etmesine ne demeli? Yeri geldiğinde demokrasi ve özgürlükten öylesine güzel sözlerle söz eden birisi için bu durum büyük bir çelişki kaynağı değil mi?
Evet bu büyük bir çelişkidir, ama öznel değil nesnel bir durumdur ve liberal demokratın dünya görüşünün sınıfsal doğasından kaynaklanır. Ahmet Altan gibiler kapitalizme boş bir inanç beslemekte, kapitalist sistemin acı gerçekleriyle bağdaşmayan düşler görmekte ve işin kötüsü kitlelerde kapitalizm hakkında yanılsamalar yaratmaktadırlar. Örneğin bir yazısında, yirmi yıl önce Berlin Duvarının yıkılışını Fransız devrimiyle başlayan iki yüz yıllık bir dönemin bitişi olarak değerlendiren Altan şöyle demektedir: “Sanayi döneminin, ulus-devletlerin, tarihin hızlanmasında büyük bir rol oynayan işçi sınıfının, ekonomideki ‘ikili’ yapının, sınırların, o ‘sınırların’ yarattığı ayrımların, gümrüklerin, bayrakların, fabrikaların, orduların, köylülüğün yerlerini yeni sınıflara ve değerlere bırakmak üzere sahneden çekilmesinin habercisiydi ‘duvarın’ yıkılışı.” (Taraf, 7.11.2009)
O ünlü Berlin Duvarının yıkılışından bu yana kapitalist küreselleşme dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlarla, milyarlarca insanı açlık, yoksulluk ve işsizliğin pençesine düşüren gelişmelerle yol alıyor. Ama liberal demokrat yazarlar bu gerçeklere gözlerini sımsıkı kapatıp kendi ruh hallerine uygun kapitalist tablolar çiziyorlar. Ahmet Altan işte bu nedenle Berlin Duvarının yıkılışını yepyeni bir çağın başlangıcı olarak değerlendirebiliyor: “Dünyayı parçalara ayıran sınırların kalkacağı, sınırların pek de önem taşımadığı bir ‘bütünleşmenin’ başlayacağı, teknolojinin değişeceği, ekonominin ve hukukun yeryüzünün her yerinde aynı kurallarla çalışacağı, ‘düşüncenin’ ‘mülkten’ daha fazla para kazandıracağı, savaşın yerini barışın alacağı, robotların, lazerlerin, internetlerin, cep telefonlarının devreye gireceği, hayat tarzının, siyasetin, sosyal ilişkilerin yenileneceği yepyeni bir çağ başlıyordu.” (agy)
Sahip olduğu dünya görüşü nedeniyle, Altan, yeni ABD Başkanı Obama’yı da bu “yepyeni çağ”da büyük dönüşümlere imza atacak büyük bir lider olarak selamlıyor. Bir yazısında (Taraf, 5.06.2009), Amerika’nın Obama ile birlikte “eski usul” metotlarla, “gücünü” kullanarak bir şeyler yaptırmaya uğraşmaktan vazgeçtiğini ve artık “aklı” gücün önüne koyduğunu söylemektedir. Obama’nın başkanlığının Altan’ın “ruh dünyasına” yolladığı diğer olumlu sinyaller ise şu satırlarda dile geliyor: “‘Silahlı bir liderlikten’ çok ‘zihinsel bir liderliğe’ talip oluyor. Yöneticilerin kendi halklarına zulmettiği, herkesin herkese baskı yapmaya çalıştığı, sorunların silahla çözümlendiği ‘aptallıklar çağının’ bittiğini ilan ediyor. Bundan sonra akıl, mantık ve vicdan ilişkilere egemen olacak.” Obama başkanlığındaki ABD’nin işgalci birlikleri Irak, Afganistan ve benzeri yeniden paylaşım alanlarında cirit atar ve burada yaşayan yoksul insanların başına bombalar yağdırırken, kapitalizm hakkında beslenen bu “iyimserlik” de fazla oluyor doğrusu!
Açık ki, Altan’ın dünyaya sınıfsal bakış açısı onun görüşünü çarpıtmıştır. Teknolojik değişimler sonucunda patlayan üretimin ulus-devlet sınırları içine sığmayarak bütün sınırları parçaladığını ve dünyayı birleştirdiğini düşünmektedir. Ve de tam bir naiflikle, bu kapitalist küreselleşmenin dünyaya bir barış dönemi getireceğine inanabilmektedir. Dünya kapitalizminin aslında büyük güçler arasında nasıl bir kıran kırana hegemonya yarışına yol açtığından ve bunun doğurduğu gerçek sonuçlardan bihaber gibidir Altan. Anlaşılan liberal demokratlar bir zamanların ünlü “dönek Kautsky”sini kılavuz edinmektedirler. Vaktiyle Kautsky’lerin kitleleri inandırmaya çalıştığı “barışçı emperyalizm” masalları, günümüzde de A. Altan tarafından, “ulusların içine sığmayan malların rahatça satılabilmesi için ‘barışa’ ihtiyaç var; ‘savaş’ ticareti engelliyor, malların dolaşımını durduruyor” gibi ifadelerle anlatılmaktadır.
Bu sınıfsal miyopluk yalnızca dünya genelini kavrayışta bir çarpılma yaratmakla kalmıyor, bizzat içinde yaşanılan ülke hakkında da fuzuli pembe tabloların çizilmesine neden oluyor. Nitekim A. Altan Türkiye’de statükocu burjuva kanada karşı akıllı şeyler söylerken, sıra bir bütün olarak burjuva rejime geldiğinde gerçekler âleminden uzaklaşıyor. İşte bir örnek: “Türkiye, ‘Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ üçgeninin ortasında, bu üçgenle tarihî bağları olan 70 milyon nüfuslu bir ülke olarak ‘barış havzası’ olacak. Bu bölgelere barış Türkiye’den yayılacak. Hem bir enerji geçiş merkezi olacağız, hem de huzuru ve barışı biz sağlayacağız. Bu, dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol. Bu rolün gerçekleşmesi hem Türkiye için hem de dünya için iyi. Arka arkaya gelişen olaylara bakarsanız bu durumu daha iyi anlarsınız, Kürt açılımı gündeme girdi, Ermenilerle geçen yüzyıldan kalan sorun çözülüyor.” (Taraf, 14.10.2009)
Küresel kapitalizmin işleyiş yasalarını gerçeklere bakarak değil de gönlündeki arzulara göre tanımlama noktasından hareket eden liberal demokratın tahminlerinin ne denli isabetli çıktığı ve çıkabileceği konusunda sözü fazlaca uzatmaya gerek yoktur. A. Altan’ın yukarda örneklediğimize benzer satırlarının daha mürekkebi kurumadan peş peşe yaşanan olaylar, ihtiyaç duyulan yorumun yerine fazlasıyla geçiyor. O nedenle bir başka örneği ele alabiliriz.
Yaşayanlar bilirler. Türkiye’de 1960’lı yıllarda sosyal gelişim ve sosyal adalet konularını çarpıcı yazılarıyla işleyen Çetin Altan’ın, o dönemlerde genel bir sol akımın kitleleri sarıp yükselmesi bakımından yarattığı etki ve yaptığı katkı büyüktür. Ne var ki tüm sosyal olguları sınıfsal temellerde değerlendirdiğimizde, bunun Türkiye açısından gerçekten de ihtiyaç duyulan liberal demokrat bir akımı geliştiren bir niteliğe sahip olduğunu da belirtmemiz gerekir. İşte bu açıdan Ç. Altan tarihsel rolünü, aynı düzeyde bir benzeri olmayan biçimde başarıyla oynamıştır. Günümüzde de diğer bazı örnekler bir yana, Ç. Altan’ın oğulları babalarının açtığı yoldan ilerlemektedirler. Ahmet Altan gibi Mehmet Altan da Türk siyasi yaşamında yeri doldurulması gereken liberal demokrasinin savunuculuğunu yapmaya çalışıyor. Savunduğu siyasetin sınıf doğası gereği de, kuşkusuz dünyaya ve Türkiye’ye burjuva pencereden bakıyor.
Bir yazısında (Star, 20.04.2009), günümüz dünyasında yoksulların giderek daha da dibe vurduğunu dile getirerek kanayan gerçek bir yaraya parmak basar M. Altan. Ancak sıra bu durumun nedenlerini çözümlemeye geldiğinde, bilimsel hakikatlerden uzaklaşarak dünyaya kendisi gibi bakanların icadı olan bir “sanayi sonrası toplum” hikâyesi anlatmaya başlayacaktır. Yazısında belirttiğine göre, Çin ve Hindistan benzeri ülkelerde, “tutunamayanlar” arasından bir üste hamle eden ve “orta sınıf” kategorisini yakalayan epeyce büyük bir nüfus vardır! Yürüttüğü kalem hamleleri sayesinde, işçi sınıfını düşük ve yüksek ücretli, vasıflı ve vasıfsız, işli ve işsiz vb. tüm bu kesimlerin organik bütünü olan bir gerçeklik haliyle dünya üzerinden siler M. Altan. Ve bunun yerine, amorf bir “tutunamayanlar” veya “yoksullar” kesimiyle bir de “orta sınıf” yaratır. Bunu yaptıktan sonra gerisini getirmek kolaydır ve nitekim şöyle yazar: “Sanayi Devrimi’nin köhne kıskacını aşamayanlar aşağı, sanayi sonrasının yeni ışığını algılayanlar da yukarı” doğru gidecek. Çünkü ona göre, “çağ yırtılmakta” ve “yeryüzü kendini yeniden tanzim etmektedir”. İşte böylece anlaşılıyor ki, M. Altanların küresel kapitalist “dünyası” bambaşka bir âlem olacaktır!
Köklü “değişim”
Ülkemizde uzun süre sayıları son derece az olan ve ancak dünyaya açılan bir kapitalist gelişme eşliğinde biraz kalabalıklaşmaya başlayan liberal demokrat kesimi besleyen kaynaklardan birini de, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra “mesleksiz” kalan bazı “eski bürokratlar” oluşturuyor. TKP’nin eski yöneticilerinden Nabi Yağcı, Zülfü Dicleli vb. gibi örnekler düşünüldüğünde, bu kaynağın Marksizmi inkâr ve liberal burjuva “değerleri” yüceltmede Ç. Altan’ın oğulları gibi çekirdekten yetişme liberal demokratları sollayacak bir “kapasite”ye sahip olduğu anlaşılacaktır. İşin aslında, bir zamanlar resmi komünist harekette yer alan liderler o ünlü “tarihsel dönüş”lerinden sonra, vaktiyle kıymetini bilmedikleri Ç. Altan’ın burjuva ilerlemeciliği açısından ifade ettiği değeri keşfetmişlerdir. Ve artık onlar da liberal demokrat yazarlarla aynı yola baş koymuşlardır. Balkonlarından çiçekler sarkan, salonlarından sokaklara piyona sesleri süzülen güzel kentlerde, insanların artık mesleksiz kalmadığı bir “Türkiye” yapılanırken, Ç. Altan’ın ütopyası da gerçekleşmiş olacaktır! Ha bu arada, günümüz liberal demokrat yazarlarının kalemlerinden dökülen satırlarda tasvir edilen bir “küresel kapitalizm” sayesinde de dünyaya “barış” ve “demokrasi” gelecektir!
Yukarda somut bir örnek olarak adını vererek geçtiğimiz N. Yağcı, artık burjuva liberal yazarlar dünyasına intisap etmiş ve A. Altan’ın yazıları vesilesiyle değindiğimize benzer bir siyasal düşünce çerçevesini benimsemiştir. Ç. Altan’ın yıllardır ele aldığı bir konuya, mesleksiz olmanın kötücül yönleri konusuna önem veren N. Yağcı, Türkiye kapitalizminin bu gibi “olumsuz” yönlerini gidermesini arzu eylemektedir. Bunun yanı sıra bir bütün olarak dünya kapitalizminin de kendini yenilemesinden yanadır. Bir zamanlar, özü bürokratik devletçilikten başka bir şey olmayan rejimleri “yaşayan sosyalizm” diye benimseyip destekleyen Yağcı gibiler, geçmişte durdukları yeri terk ederlerken yalnızca “yaşayan sosyalizmi” toprağa gömmekle yetinmemişlerdir. Onlar Marksizme toptan sırtlarını dönmüşlerdir. Böylece dünün aşamacı ve reformist resmi komünist çizgisinin liderlerinden N. Yağcı, bugün “evrimci bir kapitalizm”in savunucusu ve propagandacısı haline gelmiştir. Bu yüzden Yağcı, “insanlığın, büyük günler beklemeksizin, gündelik eylemler içinde kendi eliyle kendine yeni özgürlük alanları açacak yeni bir değişim dalgası içinde olduğunu artık kuşkuya yer vermeyecek kesinlikte söyleyebiliriz” diye buyurmaktadır (Taraf, 12.10.2009).
Sınıf atlama veya siyasal anlamda sınıf safını değiştirme ya da eskiden savunduğu dünya görüşünü toptan reddetme kapsamında köklü “değişim” geçiren dönekler, herkesin de bu tür bir değişim geçirmesi gerektiği ve zaten evrenin de artık böyle bir değişim temelinde hareket ettiği zehabına kapılırlar. İşte bu türün önde gelen örneklerinden biri olan Yağcı, Obama ile birlikte ABD’nin dünya üzerinde hegemonya kurma döneminin bittiği ve artık rızaya dayalı bir yönetim anlayışına geçildiği hayalindedir. O, eski alışkanlığıyla işin içine bir de sözde bir Marksist çokbilmişliği katarak dünyadaki durumu bakın nasıl anlatmaktadır: “Artık güç kullanarak değiştirme dönemi bitti dünyada. Hegemonya ya güce ya da rızaya dayanarak kurulabilir. Amerikalılar, Marksizm’in büyük teorisyenlerinden Gramchi’yi biz solculardan daha iyi öğrenmiş durumdalar. Marksizm’e yaptığı eleştiri ve katkılarla, ‘proletarya diktatörlüğü’ kavramını değiştiren İtalyan Komünist Partisi lideri Gramchi, ‘Batı toplumları, Doğu toplumlarından farklı olarak ancak rızaya dayalı olarak değişebilir. Dolayısıyla biz komünistler bu hegemonya düşüncesinin içeriğini bu yönde değiştirmeliyiz’ demişti. Şimdi Obama’nın yaptığı tam da bu!” (Taraf, 13.04.2009)
İnsan “yaşayan sosyalizm” dünyasından birdenbire yaşayan kapitalizm dünyasına sıçradığında, artık mensubu olduğu bu yeni dünyanın “değerler” sistemini de tam bir sonradan görmüşlükle, adeta kaş-göz çıkartırcasına savunacaktır! Nitekim günümüzde tüm liberal demokrat yazarların savunduğu bir argüman, sermayenin artık savaşlara ihtiyaç duymayacağı argümanı Yağcı’nın elinde “barışçı ve güleryüzlü kapitalizm” noktasına ilerletilmiştir. Kendisi ne de olsa kulağı kesik eski solculardandır ve geçmişte Avro-komünistlerin bürokratik sosyalizme karşı icat ettikleri “güleryüzlü sosyalizm” masalını şimdi de kapitalizme tatbik edivermiştir! İşte bu doğrultuda Yağcı şöyle demektedir: “Artık uluslararası ve farklılıklar arası ilişkilerde savaş, politikanın devamı olmaktan çıkıyor. Politikanın devamı sadece politika oluyor. Sermaye bugün devlete de savaşa da artık ihtiyaç duymuyor. Aksine sermaye, savaşın olduğu yerden kaçıyor. Bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi baskın çıkıyor. İnsanlar yaşadıkları dünyanın değişimine müdahale edebiliyor. Dünyanın yeni gerçeği bu. Sermaye yayılmak için artık savaşa ihtiyaç duymuyor. Sermaye kârlı olabilmek için aksine barışa ihtiyaç duyuyor. Kapitalizm değişmek zorunda. Sovyetler Birliği varken bu değişim zorunluluğu komünizm korkusuyla bastırılmıştı. Şimdi kapitalizmin yeni bir evresine geçildi. Daha barışçı ve güleryüzlü bir evre bu. Güleryüzlü kapitalizm başlayacak. … Amerika’da değişim süreci Obama’yla birlikte başlıyor …dünyadaki ana eğilim barış! Çünkü küresel kapitalizm barış istiyor.” (agy)
Yağcı ve onunkine benzer bir “değişim” geçiren eski solcular kapitalizmin yeni hayranları olarak bu duygularında ölçüyü o denli kaçırmış durumdadırlar ki, kapitalizm altında sağlanan teknolojik ilerleme onlara büyük bir sosyal devrim olarak görünmektedir. Bu doğrultuda “analizler” yapan Yağcı’nın ifadesiyle durum şudur: “Dünyada ve Türkiye’de her şey değişiyor. Ekonomik yapı ve temelleri değişiyor. Bilgi toplumu gelişiyor. Bu çok köklü bir değişimdir. Bu bir sosyal devrimdir. Bugün artık kapitalizmi içinde yer alarak değiştirmek lazım. Bugün bu noktaya gelindi.” (Taraf, 14.04.2009)
Yağcı’ya benzer bir yoldan yürüyen bir başka örnek ise, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’nin başkanlığını yapmış olan ve bugün de SHP’nin genel başkanı bulunan eski sosyalistlerden Hüseyin Ergün’dür. Onun sıraladığı “vecizeler” arasında dikkat çekici olanlardan biri şöyledir: “İşçi sınıfı ilerici değildir. İşçi sınıfının siyasette özgürlükçü olamayacağı özellikle sosyalist ülkelerde ortaya çıktı.” (Taraf, 15.06.2009) Ergün geçmişte takmış olduğu “sosyalist” gözlükleri artık kaldırıp bir tarafa attığında, şimdi işçi sınıfı “çıplak” gözlerine bambaşka gözükmektedir. Böylece, o sözde sosyalist ülkelerde egemen bürokrasinin işlediği günahlar da bir çırpıda işçilerin sırtına yüklenivermektedir! “Yeni hakikatler” keşfeden o gözler, artık sermayeye de tamamen farklı bir açıdan bakmakta ve kapitalist dünya böylelerinin gözüne bize göründüğünden “bir başka” görünmektedir!
Ergün’ün satırlarından yansıyan “gerçekler” şöyledir: “Şimdiki ırkçılık büyük sermayenin ırkçılığı değil. Şimdiki ırkçılık orta ve daha alt sınıfların ırkçılığı. Yani çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkân sahibinin ırkçılığı. Bu küreselleşme çağında yabancıların gelip işlerini ellerinden almasından korkuyorlar. Büyük sermaye ise ırkçı olamaz. O, küreselci olmak zorundadır. Çünkü ancak küresel davranarak işini, pazarını büyütebilir ve kârlarını katlayabilir. Aksi takdirde daralır ve yok olur. Bu yüzden belli büyüklükteki bir burjuvazinin küreselci olması kaçınılmazdır. Zaten yabancı düşmanlığı da Avrupa’da egemen politik eğilimlerden biri olmayacak. Irkçılık ve sağa kayma uzun sürmeyecek. Bir, iki yıl içinde dünya tekrar büyüyecek, insanlar gene zenginleşecek.” (agy)
Fakat kuşkusuz benzer türdeki örnekler arasında en çarpıcı olanlardan birini anmadan geçmek olmaz. Bu örnek, resmi komünist hareketteki sorumlu geçmişini eski bir giysiden sıyrılır gibi kolayına geçmişte bırakarak, cansiperane bir şekilde sermayenin ideologluğuna soyunan Zülfü Dicleli’den başkası değildir. Dicleli, geçmişte bir sosyalistken tanıdığı işçi sınıfının şimdi adeta tüm varlığından kurtulmaya çalışan biri gibi düşünmektedir. İşçiler artık ona bütünsel bir sınıf olarak gözükmemekte, o bugünün dünyasına baktığında, bir tarafta “yol kazan”, bir başka tarafta “fabrikada çalışan” vb. birtakım tekil işçiler görmektedir. Zaten Dicleli’nin dünyasında artık büyük fabrikalar, sanayi dönemi vb. hepsi bitmiştir. Hatta artık işçilerle kapitalistlerin çıkarları ortak hale gelmiştir! Bu yüzden artık sol da aklını başına toplamalı ve piyasa ekonomisinden yana olmalıdır: “İşçi sınıfının içinden bile on beş tane sınıf çıkar bugün. Çünkü işçilerden biri yol kazıyor, biri fabrikada çalışıyor, biri bilgisayarla çalışıyor. Bunlar farklı dünyaların insanları artık. Eskisi gibi aynı ruh halinde değiller. Geçmişte 10 bin, 20 bin kişilik fabrikalarda çalışırlardı. Büyük fabrika bitti. En son büyük fabrika, son dünya krizinde General Motors’ın iflasıyla bitti. Günümüzde kapitalizmi yıkmak diye bir şey yok artık. Eskiden kapitalizm belli yerlerde merkezîleşmişti. Büyük fabrikaları ele geçirirsen onu yıkabilirdin. Şimdi kapitalizm o kadar çeşitlendi ki, onu yıkmaya imkân yok. Bugün kapitalizm ancak demokratikleştirilebilir, katılımcı hale getirilebilir. Sol, sosyal piyasa ekonomisinden yana olmak zorunda. Sol artık bütün topluma seslenmek ve dünyayı dikkate almak zorunda. Mesela işçilerle kapitalistlerin bir sürü çıkarı bugün ortak hale geldi.” (Taraf, 20.07.2009)
Dicleli yukarıdaki yazısının devamında (Taraf, 21.07.2009) belirttiği gibi, solun 1980’den beri dünyadaki gelişmeleri algılayamadığından ve globalizmi emperyalizmin bir aşaması olarak gördüğünden dertlidir. Bu yüzden sola vermek istediği dersler bağlamında demektedir ki: “Oysa dünyada emperyalizm diye bir şey kalmadı.” ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilgili olarak buyurduğu ise şöyledir: “O, emperyalist bir uygulamadır. Sistem olarak emperyalizm ise ayrı bir şeydir.” Zülfü Dicleli de, daha önce değindiğimiz üzere “tarihsel dönüş” yapanların ruh haliyle, dünyada tam bir değişim yaşandığını iddia edenlerdendir: “1789’da Fransız Devrimi’yle başlayan, sanayileşme dönemiyle devam eden ve aydınlanma çağıyla eşleşen bir dönem insanlık tarihinde sona eriyor. Bir dönüm, bir şafak anındayız şimdi. Yeni bir şeyin çıkacağı bir an bu. 1980’lerde dünyada sosyalizm çöktü. 2000’lerde de kapitalizmin bir türü çöküyor. Şimdi kapitalizmin yeni bir türü ortaya çıkacak. Kapitalizmin mevcut türü, sosyal liberal sentezle aşılacak. Sanayi ekonomisi, sanayi dönemi sona eriyor. Dijital ekonomi, bilgi ekonomisi çağı başlıyor.” (agy)
1985’ten beri dünyada böyle bir süreç yaşandığından dem vuran Dicleli’nin yazısının devamından edineceğimiz “bilgiler” de okkalı bir dönüşümün (siz dönekliğin diye okuyun!) yansımalarıdır: “Eskiden sermaye önemliydi. Çünkü sermaye makine demekti. İşçiler makineleri kullanarak değer üretebilirdi. Dolayısıyla sermaye olmadan üretim yapılamazdı. Şimdi ise sermaye olmadan üretim yapılabiliyor. Çünkü esas üretim gücü artık bilgili kişi ve onun sosyal ilişkileri. Bilgili kişinin artık üretim aracı olarak sadece bir bilgisayar ekranına ve klavyesine ihtiyacı var. Dünyada eski tarz ulus-devletler bitiyor. Global yönetişime ayak uyduracak yeni ulus-devletler ortaya çıkıyor. Yani küreselleşme ulus-devletlerin egemenliğinin, üstte çok uluslu örgütlerce, altta da mahallelere kadar inen yerel yönetimlerce paylaşılmasını gerektiriyor.”
Sonradan görme kapitalizm hayranları, türlerinin tüm örnekleri gibi övgüde aşırıya kaçarlarken, yıllanmış kapitalist stratejistler ise kendi sistemleri hakkında daha “karamsar” fakat gerçekçi tahminlerde bulunuyorlar. Örneğin 21. yüzyıla ilişkin tahminleri içeren Gelecek Yüzyıl adlı kitabıyla ünlenen ve hakkında “Gölge CIA” yakıştırması yapılan Stratfor adlı özel bir istihbarat şirketinin de başkanı olan George Friedman, gerek dünya geneli gerek Türkiye özelini ilgilendiren ilginç şeyler söylüyor. Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle yapılan bir söyleşide (Yeni Şafak, 04.03.2009), Türkiye’nin daha şimdiden bölgesindeki en önemli güç olduğunun altını çizmekte, ABD ve Türkiye arasındaki bugünkü stratejik ortaklığın önümüzdeki 15-20 yıl devam edeceğini belirtmektedir. Daha ötesine ilişkin tahminleri ise düşündürücüdür: “Bunu izleyen yıllarda Amerika-Rusya arasında bir gerginlik kaçınılmaz. Ve bunun ikinci bir Rus çöküşüyle sonlanacağını düşünüyorum. Zaten tüm merkez Asya bir dağılma ve zayıflama sürecine girecek; bu arada da Türkiye’nin de içinde bulunduğu kıyı bölgesi güçlenecek.”
Türkiye’nin Akdeniz’de hızla güçlenmesinin Amerika’yı rahatsız edeceğine ve bu nedenle gelecekte ABD ile Türkiye arasında bir savaş olabileceğine dikkat çeken Friedman, Obama’nın yarattığı yeni dünya umudunun ise kof olduğunu belirtmektedir: “Obama süper bir politikacı. Herkes ondan ne duymak istediyse onu duydu. Ama dış politika konusunda aslında Bush yönetiminden çok keskin farklılığı yok. Kişilik dış politikada önemli değil maalesef. Bunu Obama’dan daha iyi kimse kanıtlayamaz. Kimse çok keskin dönüşler beklemesin.” Kapitalist sistemin akıbetini liberal demokrat yazarların düşler âleminden değil de Friedman benzeri stratejistlerinden öğrenmeye çalıştığımızda, insanlığı bu sistem altında daha ne gibi tehlikelerin beklediği aşikârdır!
Liberal demokratın mekanik determinizmi
Tarihsel açıdan çözümü artık zorunlu hale gelmiş görünen çeşitli sorunlarda kapitalist sistemin oluşturduğu engelleri kabul etmeksizin, adeta sistemler üstü ve geçersiz bir rasyonalite anlayışıyla gelişmeleri yorumlamaya çalışmak da liberal demokratların başlıca özellikleri arasında yer alıyor. Bu yüzden liberal demokrat yazarlar, ancak büyük halk hareketleri neticesinde çözülebilecek kapsamdaki sorunların bile kapitalist sistem içinde ekonominin gerekleri sayesinde kolayına çözülebileceğini düşlemek gibi saçma bir noktaya kayabiliyorlar.
Onların olayları ve dünyadaki gelişmeleri yorumlarken sahip oldukları yanılsamalı bakış açısının önemli bir yansıması da ekonomi alanı ile siyaset alanı arasındaki ilişkinin ele alınış tarzıdır. Onlar bu ilişkiyi, birincinin ikinciyi neredeyse otomatikman belirleyeceği bir şekilde, yani mekanik determinist bir anlayışla yorumluyorlar. Marksizm, ekonomik temelin siyasi alan dahil üstyapıyı son tahlilde belirleyici faktör olduğunu gözler önüne serer. Ne var ki Marksist analize temel oluşturan bu determinizm, tarihin materyalist ve diyalektik kavranışından vücut bulur. Bu nedenle, ekonomi ve siyaset alanı arasındaki ilişkinin Marksist kavranışı, bu ikili ilişkide son tahlilde belirleyici olan faktöre rağmen bazı durumlarda diğer unsurun öne çıkabileceğini ve en önemlisi de iki faktör arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu kabul eder.
Liberal aydınların kapitalist ekonomiyi kadiri mutlak addeden dünyalarında ise, ekonomik gelişimin dayattığı dönüşümler sanki tanrının buyruğuymuşçasına siyasi alana birebir yansıyacaktır. Bilimsel yöntemden uzaklaşan bu kavrayış tarzının yarattığı problemler, bir de bu topraklardaki tarihsel gelişme çizgisinin Batılı kapitalist ülkelere benzememesi nedeniyle katmerlenmektedir. Tarihsel geçmişine devlet mülkiyetinin ve devletlû sınıfın damgasını bastığı Türkiye’de siyasal alan, özel mülkiyet temelinde bir tarihsel gelişim çizgisi izleyen Batılı ülkelere oranla çok daha belirleyici ve toplumsal yaşamı etkileyici bir kudrete sahiptir. Bu yüzden Türkiye gibi bir ülkede ekonomi ile siyaset arasında kolay kolay Batı’dakine benzer bir uyum gerçekleşmiyor. Türkiye’nin son dönemine egemen olan ve burjuvazi içindeki farklı kanatların iktidar çekişmesi temelinde gelişen çatışmalı süreç de bu gerçekliğin açık bir yansımasını oluşturuyor. Liberal demokratlar, Türkiye’nin önemli tarihsel gerçeklerini kavrayıp artık bunlarla yüzleşme bağlamında kuşkusuz anlamlı çabalar sergiliyorlar. Fakat kapitalist sisteme olan aşırı inançları, onları ekonomi ve siyaset alanı arasındaki ilişkinin kavranmasında mekanik bir determinizme sürüklüyor.
Liberal demokrat yazarlar, Türkiye’deki ekonomik gelişimin kimi tarihsel sorunların çözümünü dayattığı düşüncesiyle, bu durumun siyasi alanda ürünlerini artık peş peşe vereceği yolunda iyimser bir bakış açısı geliştirmektedirler. Pek çoğunun AKP iktidarından fazladan beklentiler içine girmesinin ve bu burjuva hükümete hak etmediği noktalarda bile destek sunan tutumlar takınmasının nedeni budur. Bu durum onları, mevcut iktidarın çizdiği zikzakların peşinden koşarken, bir dedikleri bir diğerini tutmayan ve sorunların çözüleceği yolundaki iyimser beklentileri de kötücül siyasal gelişmelerle çelişen bir pozisyona sürüklüyor. Bu dediklerimize yine A. Altan’ın bir yazısından (Taraf, 21.10.2009) örnek verebiliriz. Altan ilgili yazısında Erdoğan’ı, sadece Türkiye’de savaşı durdurmakla kalmayıp bölgeye de barış getirecek “açılımlar” yaptığı için dünyada hayranlık toplayan bir lider olarak övmektedir. Bu satırları kaleme aldığı tarihlerde, hemen art arda gerçekleşmesini umduğu beklentileri ise şu şekilde sıralamıştır: “Yakında Ermenistan kapısı da açılacak, yüz yıllık düşmanlık sona erecek, Suriye ile sınırı kaldırdık bile, Kürdistan’la iki sınır kapısı açılacak, Türkiye enerji hatlarının geçiş yolu olacak.” Ne var ki Altan ve benzeri görüşte olan yazarların bu türden iyimser beklentileriyle adeta dalga geçercesine, takip eden günlerde Türkiye’deki gelişmeler kötümserliği besleyen yönde seyir izleyebilmiştir.
Aslında genelde ve hele ki Türkiye gibi “değişime direnen” bir ülkede beklenen köklü değişiklikler ancak kitlelerin fiili mücadeleleri sayesinde yaşama geçebilir. Bu gerçeği kabul edip böyle bir mücadeleyi zorunlu görmeyenin, Türkiye’nin çözümü gecikmiş tarihsel sorunlarında köklü çözümler beklemeye de hakkı yoktur. Liberal demokratların yazılarına lezzet katan “temiz toplum”, “temiz siyaset” “temiz devlet” türü beklentiler, Türkiye gibi tüm bu açılardan yeterince kirlenmiş ülkelerde sıradan bir burjuva hükümet değişikliğiyle gerçekleşemez. Liberal demokrat yazarların dillendirdiği o “temizlik” harekâtını hayata geçirebilmek için, tarihsel kökleri askeri vesayet, otoriter devletçilik ve sivil toplum düşmanlığına dayanan bu devletin köklerine kadar sarsılıp yeniden yapılandırılması şarttır. Bu ise, henüz bir toplumsal devrimden söz edemediğimizde dahi etkileri bakımından neredeyse bir siyasi devrim boyutuna varan bir halk hareketinin sarsıcı gücü ve desteği sayesinde başarılabilir.
İşte yazılarında kendilerini ne denli geniş ufuklu bir değişim beklentisi içinde göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, liberal demokratların düşlerinin boyunun erişemediği bir değişim düzeyidir bu. Sorunun bu yönü o denli önemli ve çarpıcıdır ki, bu bakımdan gerçeklik tablosunun üzerini örten güzel sözler tülü aralandığında, altından liberal demokrat yazarların burjuva dünyasına bin bir iplikle bağlı varoluş halleri çıkacaktır. Örneğin A. Altan, artık Soğuk Savaş dönemine özgü Gladio türü gizli örgütlerin cirit attığı bir devlet ve ordu yapılanmasına gerek kalmadığını, bu anlamda bu kurumlarda “derin devlet”i temizleyen derinlikte bir temizliğe ihtiyaç olduğunu hanidir yazıp çizmektedir. Ancak yine aynı yazılarında yer alan satırlardan açıkça anlaşılmaktadır ki, son tahlilde Altan burjuva devlet temizlensin ve güçlensin demektedir. Ordu artık darbelerle siyasete taraf olmasın, kirlenmesin ve kendi görevini bilip yerine getirsin diye arzulamaktadır. Bu tür istemlerin liberal demokratların lügatındaki karşılığı tatmin edici bir “sivilleşme ve normalleşme” olarak görünse de, temizlenerek güçlenmesi istenen burjuva devlet ve ordu aygıtının işçi-emekçi kitleler ve ezilen Kürt halkının yaşamında ne gibi anlamları olacağı çok açıktır!
Liberal demokrat yazarların bir başka defolu yanını ise, onların burjuva politik yaşamın anlık ve geçici iniş çıkışlarına göre ani değişimler sergileyen yazılar kaleme alma eğilimleri oluşturuyor. Burjuva siyasetçilerin günlük politik tutumlarından kalıcı eğilim tahlilleri üretmek tüm liberal yazarların ortak bir özelliğidir. Bu nedenle burjuva politikacılar kadar burjuva siyaset yazarları da son tahlilde birer reel politikerdir. Örneğin köşe yazılarıyla kitleler nezdinde geleceğe dair güzel umutlar yaratmaya çalışan ve güçlü bir kaleme sahip olan A. Altan, bu reel politikerliği nedeniyle siyasal değişim arzusunu Erdoğan gibi politikacıların zikzaklarına mahkûm edebiliyor. Siyasal ufkunu sınırlayan burjuva siyasetin doğası gereği, Baykal ya da Bahçeli türü liderlere oranla Erdoğan’ın farkını abartılı övgüler eşliğinde dile getirebiliyor. Altan’ın Başbakan Erdoğan’ı, “yeni bir sistem”, “yeni bir ülke” yaratacak büyük bir değişimin mimarı şeklinde ifade eden yazıları bu yaklaşımının çarpıcı örneklerini sunar.
Her ne kadar Erdoğan’ın siyasal tutumlarıyla Baykal ya da Bahçeli’nin tutumları arasında önemli farklar bulunsa ve Erdoğan askeri vesayet sisteminin devamını savunan burjuva politikacılarına oranla ehveni şer tutumlar sergilese de, “yeni bir sistem”, “yeni bir ülke kurmak” yolundaki düşler bu kadar basite indirgenemez. Kuşkusuz statükoculara oranla liberallerin burjuva siyaset çerçevesinde bazı değişiklikler yaratabilmesi (burjuva rejimin sivilleşmesi, Kürt sorununda kırmızıçizgilerin bir ölçüde aşılması vb. gibi) mümkündür. Ancak hangi siyasi eğilim baskın gelirse gelsin, nihai çerçevesi kapitalist sömürüye ve genel hukuku yine ezilen ve ezenleri içeren bir ayrıma dayanan bir sistem “yeni bir sistem” olmayacaktır.
AKP’nin ordu karşısında tarihen mağdur burjuva kanadın temsilcisi konumunda olması onu bir demokrasi havarisi kılmıyor. Aslında A. Altan gibilerin dillendirdiği değişim arzusu haklı bir arzu olsa bile, bunun ancak örgütlü kitlelerin mücadelesi sayesinde sağlanabileceği de bilinmeli. Bugün burjuva çerçevede cereyan edecek sınırlı değişimlerin dahi yalnızca üstten, şu ya da bu burjuva politikacının “cesareti” veya “dürüstlüğü” sayesinde bahşedilmeyeceği ve kitle mücadelesinin alttan bindireceği basınç sayesinde gerçekleşebileceği de yeterince açık olmalı. Üstelik Türkiye benzeri ülkelerin tarihi, Kürt sorunu vb. gibi kangrenleşmiş sorunlarda burjuva değişimlerin, yani tarihsel burjuva reformların ancak devrimci kitle mücadelesinin yan ürünü olarak sağlanabileceğini fazlasıyla gözler önüne seriyor. O nedenle, liberal demokrat yazarların yakın geleceğe dair çizdikleri pembe tabloların hoş yanları olsa bile, bunların her seferinde can sıkıcı çatırtılarla parçalanmasına da hiç şaşmamak gerek!
link: Elif Çağlı, Liberal Demokratların Kapitalist Düşleri, 30 Ocak 2010, https://en.marksist.net/node/2363
Haiti Depremi ve Emperyalist Haydutlar
Sığ Hayaller, Büyük İdealler ve Mutluluk