15 Ocak 1919… Alman burjuvazisi o gün, Alman işçi sınıfının iki önderinin canına kıydı! Rosa önce dipçiklendi, sonra kurşunladı, cansız bedeni bir su kanalına atıldı. Yoldaşı Liebknecht ise kurşuna dizildi ve yol kenarına bırakıldı. 28 Ocak 1921… Trabzon’dan Bakü’ye doğru bir deniz motoru kalktı, arkasına sinsice başka bir motor takıldı... Komünist ozan Nâzım Hikmet’in betimlediği gibi iki motorda iki sınıf çarpıştı o gün! Türkiye işçi sınıfının önderleri, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Türk burjuvazisi tarafından Karadeniz’in soğuk sularında boğduruldu. Ve 21 Ocak 1924… Dünya sosyalist devriminin lideri Lenin yaşamını yitirdi. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Vakitsiz ölümleri birbirini takip eden yılların Ocak aylarına denk gelen dört komünist önder… Devrimimizin ve sınıfımızın gecede ve gündüzde parlayan dört yıldızı… Onlar, aradan geçen bir asra rağmen sarsılmaz iradeleriyle, inançlarıyla, cüretleriyle ve devrimci miraslarıyla yaşıyorlar. Gecede ve gündüzde hâlâ parlıyorlar, dünya döndükçe de parlayacaklar!
“Ocak ayı yalnızca iklim açısından değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin takviminde de adeta bir kışı andırır. Şüphesiz ki, mücadelenin uykuya yatması anlamında değil; tarihsel kavgamızda birçok önemli kaybımızın adeta bu aya isabet etmiş olması anlamında bu böyledir.”[1] Ancak bu dört büyük devrimciye dair ortaklık, kuşkusuz bundan çok daha fazlasını içinde barındırır. Onların ölümü, söz konusu üç ülkedeki devrim süreçlerine inen ağır darbeyle özdeştir. Rosa ve Liebknecht’in öldürülmesiyle eş zamanlı olarak Alman devrimi de boğazlanmış, dünya devrimi hayati bir yara almıştır. Mustafa Suphiler, Birinci Dünya Savaşından bitap düşmüş Anadolu yoksullarıyla kavuşamamıştır. Lenin ise Sovyetlerde uç veren karşı devrimci bürokrasiyle son kavgasını nihayete erdirememiştir. Ancak Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi’ye dair ortaklık bununla da sınırlı değildir.
Bu büyük devrimciler zulüm, baskı, ağır sürgünlük koşulları ve en önemlisi emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında sarsılmaz bir irade gösterdiler, başarılı sınavlar verdiler, yaşamlarıyla geriye büyük bir miras bıraktılar. Zor günlere teslim olmak bir yana, böylesi koşulların suların durgun olduğu dönemlere nazaran çok daha öğretici ve dönüştürücü olduğunu berrak biçimde kavradılar. Şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun, ters akıntılara karşı yüzmek pahasına o büyük güne, kaçınılmaz saate hazırlandılar. Dosta da düşmana da bir fikrin, haklı bir davanın insanı olmanın ne demek olduğunu gösterdiler. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Onlar, insan zihninin ürettiği en büyük, en ulvi fikrin ve bir eylemin insanıydılar. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya fikrinin ve onun tek gerçek eylemi olan proleter devrimin!
“Zor günler zor sınavlara çeker insanı”
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği yirminci yüzyıl, insanlık tarihinde en büyük çalkantıların yaşandığı trajik bir zaman dilimi olarak perdesini açtı. Bir taraftan büyük umutlar kitleleri sarıp mücadeleye sürüklerken, diğer taraftan buna büyük kıyımlar eşlik etti. Kısacası yirminci yüzyıl Lenin’in ifadesiyle, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağıydı. Dönemin karakterini en belirgin şekilde taşıyan olayların başında emperyalist paylaşım savaşı geliyordu. Temmuz 1914’te, daha sonra “Dünya Savaşı” olarak adlandırılacak savaş resmen ilan edilip alevleriyle tüm dünyayı kavurmaya başladı. Sadece dört yıl içinde 20 milyona yakın insan öldü, çok daha fazlası yaralandı. Bu o zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaş, en büyük barbarlıktı.
II. Enternasyonal’in sözümona sosyalist partileri işçi sınıfına ihanet içinde emperyalist savaşa destek verirken buna en büyük karşı çıkış Rusya’dan, Lenin önderliğindeki Bolşevik Partiden gelmişti. Lenin, ihanet içindeki II. Enternasyonal önderliğini şu sözlerle teşhir ediyordu: “Oportünizm ve sosyal şovenizmin politik içeriği aynıdır. Sınıf işbirlikçiliği, proletarya diktatörlüğünün inkârı, devrimci eylemin reddi, burjuva yasallığının koşulsuz kabulü, burjuvaziye güven ve proletaryaya güvensizlik.” Öte yandan da pasifist bir barış savunusu yapmıyor ve şunun altını çiziyordu: “Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz.”[2]
Lenin’in ortaya koyduğu bu ilkesel hattın kristalize olmuş hali olarak “Emperyalist savaşı iç savaşa çevir!” şiarını düstur edinen Bolşevikler, bu devrimci politikayı, kitlelerin milliyetçi hezeyanla doldurulduğu savaşın ilk günlerinden savaştan bitap düştükleri devrim öncesi günlere kadar propaganda etmekten vazgeçmediler. Zamanla da işçi kitlelerin güvenini ve beraberinde de önderliğini kazanmayı bildiler. Şubat 1917’de son derece kudretli görünen Çarlık rejimini yerle bir eden Rus işçi sınıfı, Bolşevik Parti önderliğinde Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirdi. Rusya’da bir işçi devriminin gerçekleşmesi ve kurulan işçi iktidarının savaştan çekildiğini duyurması, beraberinde de burjuva devletler arasında imzalanan tüm gizli anlaşmaları deşifre etmesi adeta insanlığın kaderini değiştirdi! Devrimin Avrupa’ya sıçramasından ölesiye korkan burjuva egemen güçler, kendi aralarındaki kapışmaya ara vermek zorunda kaldılar.
Emperyalist savaşa karşı devrimci Marksizmin bayrağını Almanya’da Rosa, Liebknecht ve yoldaşları yükseltti. Bu iki kadim yoldaş, ilk zamanlar içinde bulundukları SPD’nin emperyalist savaşta burjuvazinin yanında saf tutan şovenist tutumuna karşı ölesiye mücadele etti. SPD önderliğini “kokuşmuş bir ceset” olarak tanımlayan Rosa, işçi sınıfının önündeki iki seçeneği, tarihe geçen şu sözleriyle vurguluyordu: “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde çöküş!” Savaş karşıtı öfkeye Ekim Devriminin muazzam rüzgârının etkisi eklenince 1918’de İmparatorluk çökmüş, ancak Alman işçi sınıfının devrimi yenilmiştir. “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diye gerinen karşı-devrimcilere karşı Marksizme olan muazzam inancıyla şöyle meydan okuyordu Rosa: “Bu «yenilgiden» geleceğin zaferi çiçek verecektir!”
Sözde sosyalist SPD milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaş kredileri için kabul oyu verirken karşı oy kullanan yegâne milletvekiliydi Liebknecht. Katıksız bir enternasyonalist olarak parlamento kürsüsünden işçilerin temsilcisi olarak burjuvalara ve burjuvaziyle işbirliği yapan hainlerin yüzüne karşı şöyle haykırmıştı: “Asıl düşman içeride! Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” Savaşa karşı çıktığı için tutuklanıp askeri mahkeme karşısına çıkartıldığında ise kendisini “vatana ihanet”le suçlayan mahkeme başkanına şöyle demişti: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz.”
Bu iki devrimci önder işçi sınıfı hareketi tarihine, emperyalist savaş karşısında aldıkları devrimci tutumla ve bunu kitlelere taşımada gösterdikleri enerjik çabayla geçti. İşte bu nedenledir ki, bizzat SPD önderliği tarafından katledildiler. Lenin’in varlığı nasıl Rus işçi sınıfının iktidarı almasını sağladıysa, Rosa ve Karl’ın ölümü de Alman işçi sınıfının devriminin boğulmasına neden oldu. Onların ölümüyle Alman işçi sınıfı en yetenekli, en özverili, en deneyimli liderlerini kaybetti. Almanya’da devrimin başarısızlığa uğraması, daha sonra faşizmin önünü açacak, insanlık büyük acılar yaşamaya devam edecekti.
Mustafa Suphi ise 1914-1917 arasında Rusya’da savaş esiriyken Bolşevizmle tanıştı. Savaş öncesi süreçte dönemin pek çok Osmanlı aydını gibi burjuva liberalizmi, Türkçülük ve sosyalizm arasında gitgeller yaşayan Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki’ye katılmış, ancak kısa sürede muhalif olmuştu. İttihat ve Terakki’nin 1913’te başlattığı terör dalgasından nasibine Sinop’a sürülmek düşen Mustafa Suphi, bu diktatörlüğe karşı mücadele için Rusya’ya kaçtığında ise esir olarak ele geçirilmişti. Ural bölgesinde kendisi gibi esir konumundaki Bolşeviklerden, Bolşevik fikirlerden etkilenen Suphi, muazzam bir iç devrim geçirerek bir komünist oldu. Ekim Devrimi saflarında yer alarak Türk ve Müslüman savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı.
1918 yılında Yeni Dünya gazetesinin 11. sayısı için kaleme aldığı “Birleşiniz Bütün Dünyanın Mazlum ve Fakir Halkları” adlı yazısındaki şu satırlar, geçirdiği enternasyonalist dönüşümün bir nişanesidir: “Türkler ve Ermeniler, yalnız Türkler değil Kürtler, Çerkesler, Türkmenler ve hatta Kafkasyalılar, Dağıstanlılar, Türkistanlılar arasında bu nefret ve düşmanlığa ne zaman nihayet gelecek? (…) Türk ve Kürtlerin Ermenileri, Ermenilerin Kürtleri ve Türkleri takibe, mahva, yok etmeye koşmaları; bu fetihlik davasında medeniyetleri vahşetle yoğrulmuş Avrupalı emperyalistlerin insan ruhuna ettikleri, akıttıkları zehir; bu masum milletler arasına, kasd ile sokulan, din ve millet hırslarıyla yakılan bir düşmanlık (…) Anadolu’yu ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Ermenilere değil, ancak kendilerine almak… Bu hakikati Türk ve Ermeni işçi ve köylüsünden bilmedik, anlamadık hiç kimse artık kalmamış olmalı; bu hakikati halka anlatmak o feci cinayetlerin önünü almak Türk ve Ermeni inkılapçılarının ve bu inkılapçılardan özellikle komünist enternasyonalistlerin vazifesidir.”
Bugüne, bize kalan
Tarihsel bir sistem krizinin içinde debelenen emperyalist-kapitalizm, dünyaya ve insanlığa bir kez daha cehennemi yaşatıyor. Geçen her gün kapitalizmin ömrünü çoktan tamamladığını gösterirken içinde bulunduğu krizi bir türlü aşamayan burjuva düzen dünya genelinde gericileşiyor, saldırganlaşıyor. Büyüyen toplumsal eşitsizlikten yoksulluk ve işsizliğe, derinleşen ekonomik krizlerden otoriterleşme ve faşizme, göç sorunundan Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok sorun kangrene dönüşmüş durumda.
Elif Çağlı, kimilerince birbirinden kopuk algılanan savaşların aslında yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının cepheleri olduğu ve bu savaşın öncekilerden farklı biçimler altında sürdüğü tespitini yapalı yaklaşık yirmi yıl oldu. Gelinen aşamada, sol hareketin içinden hâlâ “savaşın ayak sesleri işitiliyor” diyenler bir kenara, burjuva ideologlar dahi “Üçüncü Dünya Savaşı” tabirini kullanır hale geldi. Öte yandan bugün emperyalist savaş şiddetlenip yayılmış durumda.
“Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Yemen’e kadar uzanan «Büyük» Ortadoğu, aslında tam da ABD’nin planları doğrultusunda yıllardır kan ve ateşle yoğruluyor. Buna zaman zaman alevlenen Kafkasya cephesini de eklemek gerekiyor. Ukrayna iki süper nükleer gücün hegemonya kavgasının sıcak çatışma alanlarından biridir. Doğu’da Çin Denizinde sular giderek ısınıyor, orada da paylaşım savaşını esasen ABD ve Japon emperyalizmleri körüklüyor. Karşılarına aldıkları Çin emperyalizmi henüz nihai hesaplaşma zamanının gelmediğini ve buna hazır olmadığını düşünüyor, belki de bu yüzden rakipleri sürekli provoke ederek onu «erken» bir savaşın içine çekmek istiyorlar. Ekim ayı başında, bir süredir yatışmış gibi görünen Ortadoğu Savaşı, bu kez İsrail-Filistin çatışması görünümünde tekrar alevlendi. Üstelik ne alevlenme!”[3]
Sistem krizi ve emperyalist paylaşım savaşıyla doğrudan bağlantılı olarak, son süreçte Arjantin’den İtalya’ya, Hollanda’dan sözde demokrasinin beşiği İsveç’e kadar, faşist hareketlerin tek tek mevzi kazanması da söz konusudur. Dahası Almanya’da AfD, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephesi, İspanya’da Vox yükselişini sürdürmektedir. Ancak her şey karşıtıyla birlikte vardır. Bu süreç dünya genelinde savaş ve faşizm karşıtı bir öfkenin mayalanmasına olanak sağlıyor. Son günlerde Almanya sokaklarında Rosa ve Liebknecht’lerin ruhunun dolaşması, yükselen faşist harekete karşı yüz binlerin sokaklara çıkması bunun somut örneklerinden biridir. Tüm bu kaotik tablo, dünyanın her yerinde kitlelere bir alternatif arayışını gerekli kılıyor ve dayatıyor.
Nasıl ki savaşsız bir kapitalizm olamazsa, devrim hedefinden kopuk bir barış talebinin kapitalizmin savaşlarına çare üretmesi beklenemez. Yoksullaşmadan hak gasplarına, ırkçı faşist hareketlerin yükselmesinden Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok nedenle isyan edip ayağa kalkan dünya işçi sınıfı örgütlü bir güç haline gelmesi gerektiğini eninde sonunda öğrenecektir. O güne kadar sınıf devrimcileri olarak boynumuzun borcu, tarihsel önderlerimizin açtığı yoldan ilerlemek, işçi sınıfı içinde proleter enternasyonalizmin bayrağını yükseltmek ve geleceğin büyük kavgasına hazırlanmaktır. Yolumuz zorlu! Bu yolda, Lenin’in zorluklar karşısında gösterdikleri direnci özetlediği şu berrak ifadeler, bir fikrin ve eylemin insanı olmak iddiasında olan her birimizin hatırında olsun: “Bir avuç insan, birbirimizin elini sımsıkı tutmuş halde, sarp bir yolda, uçurumun kenarında yürüyoruz. Her taraftan düşmanlarla sarılmışız ve yolumuza neredeyse devamlı düşman ateşi altında devam etmek zorundayız. Özgürce almış olduğumuz kararla, tam da düşmanlara karşı savaşmak için birleştik.”[4]
[1] Deniz Moralı, Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını!, 10 Ocak 2003, marksist.net/node/436
[2] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5.baskı, s.11-12
[3] Oktay Baran, Emperyalist Savaş Büyüyor, Ekim Devrimi Çıkış Yolunu Gösteriyor, 7 Kasım 2023, marksist.net/node/8110
[4] Lenin, Dogmatizm ve “Eleştiri Özgürlüğü”, Seçme Eserler, c.2, İnter Yay., s.41
link: Yılmaz Seyhan, Zor Günlerde Bir Fikrin ve Eylemin İnsanı Olmak, 26 Ocak 2024, https://en.marksist.net/node/8178
Uyan!
Eskiden Siyasi Cinayetler “Mertçe” miydi?