Fransa’da, 27 Haziranda, 17 yaşında Cezayir asıllı Nahel Merzouk isimli bir genç polis kurşunuyla katledildi. Fransa’nın varoşlarında büyüyen, geçim sıkıntısıyla boğuşan, nefessiz bırakılan, geleceği çalınan milyonlarca gençten biriydi Nahel. Bir yandan elektrik bölümüne kayıt yaptırdığı üniversitede okumaya çalışırken, bir yandan da geçinebilmek için paket servis şoförlüğü yapıyordu. İki arkadaşı ile birlikte trafik kurallarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından durdurulmak istenen Nahel, kullandığı aracın şoför koltuğunda yakın mesafeden göğsünden vurularak katledildi.
Nanterre’de gerçekleşen bu olayın duyulmasının ardından başta gençler olmak üzere binlerce insan sokaklara döküldü. “Nahel’e adalet”, “Polis öldürüyor” sloganlarıyla protestoya başlayan emekçilerin tepkisi adeta isyana dönüştü. Hızla Fransa’nın geneline yayılan isyanda polis merkezleri, kamu binaları, yerel yöneticilerin evleri, araçlar ve dükkânlar ateşe verildi. Çoğunluğu gençlerin oluşturduğu 4 binin üzerinde insan gözaltına alındı, bunlardan 400’e yakını tutuklandı. Yüzlerce insan yaralanırken eylemler sırasında 2 kişi yaşamını yitirdi. Tüm bunlara rağmen isyanın büyümesi üzerine 10 kentte gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi, 45 binden fazla polis eylemcilerin üzerine salındı.
Pek çok noktaya sıçrayan ve bir haftayı aşan isyan giderek sönümlenmeye başlasa da öfke ve adalet talebi devam ediyor. İşçiler ve sendikaları da, Ocak ayından bu yana emeklilik saldırısı da dâhil pek çok hak gaspına, hayat pahalılığına karşı ülkeyi durma noktasına getiren eylemler yaptılar. Bu kapsamda Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) başta olmak üzere onlarca sendika, siyasi parti ve örgüt, eşitsizliğe, baskıya ve sömürüye karşı eylem çağrıları yükseltiyorlar. Bu eylemlerin bir parçası olarak 8 Temmuzda Paris’te adalet talebini yükseltmek, polis şiddetini kınamak için çağrı yapılan anma yürüyüşü Fransız hükümeti tarafından yasaklandı. Toplanma ve gösteri haklarına saldırı olduğunu ve bunu kabul etmeyeceklerini belirten emekçiler, yasaklara rağmen bir araya geldi. Paris’te polisle karşı karşıya kalan eylemciler şiddete maruz kalırken, yine gözaltılar yapıldı. 15 Temmuzda ve ilerleyen günlerde yapılacak eylemlerde taleplerin başında polisin ateşli silah kullanma yetkisini genişleten 2017 tarihli yasanın yürürlükten kaldırılması yer alıyor.
Öte yandan, bu eylemlerin demokrasiyi, hukuku, düzeni tehdit ettiğini söyleyen burjuva güçler, sosyal medya kısıtlamalarının getirilmesi ve OHAL ilan edilmesi çağrılarını dört bir koldan yükseltiyorlar. Polis sendikalarının yayınladığı açıklama ise bunun daha da ötesine işaret ediyor. Macron hükümetini sert tedbirler alarak “düzeni sağlama”ya çağıran, aksi halde “direnişe” geçeceğini söyleyen polis, hükümete açıkça ültimatom veriyor:
“… artık bir savaşın içindeyiz. Bu vahşi güruh karşısında sakinlik çağrısı yapılması yeterli değil… Hukukun üstünlüğünün mümkün mertebe en kısa sürede yeniden tesis edilmesi için tüm imkânlar seferber edilmelidir. Bugün polis çatışıyor çünkü biz savaştayız. Yarınsa direnişte olacağız ve hükümet de bunun farkına varmak zorunda kalacak.”[*]
Daha önce de benzer durumlarda generallerin bildirilerine tanık olan Fransa’daki bu durum, burjuva parlamenter sistemin geldiği düzeyi açıkça gösteriyor.
Varoşlara hapsedilen yoksulların isyanı
Nahel’in katledilişi yıllardır kamu hizmetlerinden sosyal haklara dek eşitsizliğe, ayrımcılığa, sistematik polis şiddetine maruz bırakılan, işsizliğe mahkûm edilen, uyuşturucu bataklığına sürüklenen, geleceksiz bırakılan yoksul genç ve emekçilerin öfkesini tetikledi. Sadece geçen yıl benzer şekilde 13 kişinin polis kurşunuyla katledildiği Fransa’da bu vakalar çoğunlukla Müslümanların ya da çoğunluğu Afrika kökenli göçmenlerin yaşadığı varoşlarda meydana geliyor. 2005 ve sonraki yıllarda benzer isyanların yaşandığı varoşlarda bu tepkilerin kaynağını anlamak için bu bölgelerin arka planına bakmakta fayda var.
1945 yılında dünya konjonktürüne de bağlı olarak Fransa’da sosyal konut projesi adı altında şehir merkezlerine uzak binlerce konut inşa edildi. Bu konutlara daha sonra özellikle de 1980’lerden itibaren Cezayir, Fas, Tunus gibi Afrika ülkelerinden gelenler başta olmak üzere göçmenler yerleştirildi. Ulaşımın, eğitimin ve diğer kamu hizmetlerinin son derece yetersiz olduğu, işsizliğin yaygınlaştığı, polis şiddetinin, her türlü ayrımcılığın yaşandığı bu varoşlarda, göçmenler toplumun dışına itildiler. Bir yandan üçüncü ya da dördüncü nesil olmalarına rağmen “vatandaş” muamelesi görmeyen, diğer yandan geldikleri kültürün de yozlaştığı kapalı bir alana sıkıştırılan ve kendilerini “kimliksiz” hisseden gençlerin, yoksul emekçilerin öfkesi ve tepkisi büyüyor. “Tepemizde bir cam tavan var ve onu kıramıyoruz” diyerek itildikleri yeri tarif eden gençler, hayatlarının değersiz kılındığını, bu şekilde yaşamayı ve ölmeyi hak etmediklerini ifade ediyorlar. Maruz bırakıldıkları yaşamın adeta bir kısır döngüye girdiğini, yaşanan olayların onları şaşırtmadığını, Nahel yerine kendilerinin de olabileceğini, bu isyanın sadece bir ölümün değil bir birikimin sonucu olduğunu belirtiyorlar. Örnek olarak pandemi döneminde yetersiz sağlık hizmeti alırken, kısıtlamalar adı altında yaşadıkları mahallelerde diğer yerlere oranla polis şiddetine ve ırkçı nefrete daha çok maruz bırakıldıklarını belirtiyorlar.
Yaşanan bu son örnekte de çoğunluğu 14-17 yaş arasındaki gençlerin öne çıkması ve isyanın kısa sürede Fransa genelindeki varoşlara sıçraması genel bunalımın da bir dışavurumu oldu. “Kaybedecek bir şeyimiz yok” diyen gençler ırkçı uygulamalardan, polis şiddetinden, sosyal ve ekonomik adaletsizlikten bıktıklarını dile getiriyorlar. Kendilerinin temsil edilmediğini, karanlık bir yaşama hapsedildiklerini, hiçe sayıldıklarını, geleceklerinin ellerinden çalındığını düşünen gençlerin bu tepkisi aslında kapitalist sistemin insanlığı sürüklediği noktaya işaret ediyor. Göçmenlerin ve yoksulların yoğunlukta yaşadığı varoşlarda belli aralıklarla patlayan öfkenin altında tekil olaylar değil, kapitalist sistemin şiddetlendirdiği çelişkiler yatıyor. Buna karşılık, bu gerçekliğin altında ezilen insanların haklı isyanı, yağma ve talan haberleri öne çıkartılarak karalanıyor ve desteğin kırılması arzu ediliyor. Çünkü burjuvazi Fransa’nın geneline yayılan bir hoşnutsuzluk olduğunu, aylardır süren grev ve kitlesel eylemlerin de bunu gösterdiğini bildiğinden, kendisine ve sisteme yönelen her türlü tepkiyi bastırmak istiyor. Hatta bir restoranda gayri resmi bir yemekte bir araya geldiği polislerin sırtını sıvazlayan Macron, çocukları eylemlere katılan aileleri mali olarak cezalandırmak istediğini söyleyerek şöyle diyor: “Ceplerine dokunmak lazım, ancak bundan anlarlar. Yaptıkları saçmalığın karşılığı mali bir yaptırım olmalı.”
Artan polis devleti uygulamaları ve yükselen milliyetçilik
Nahel’in ölümünün ardından, polisin yetkilerinin arttırıldığı 2017’deki yasa değişikliği tekrar tartışma konusu oldu. Kapitalizmin tarihsel krizi eşliğinde yürüyen Üçüncü Dünya Savaşının alevleri bu süreçte “terör saldırıları” adı altında pek çok Avrupa ülkesine de sıçrıyor. Egemenler bu saldırıları bahane ederek bir yandan emekçileri korkuya hapsetmek isterken, bir yandan da savaş bütçelerini ve kolluk güçlerinin yetkilerini arttırdılar. İşte 2017’deki yasa da bu kapsamda çıkarılmıştı. Bu yasaya göre Ortadoğu ya da Afrika kökenli bir simaya sahipsen ve ismin de alışılageldik Avrupalı isimlerinden değilse “Batı medeniyetini” hedef alan, potansiyel bir suçlu sayılabilirsin. Örneğin, bu yasanın ardından “kamusal uyumsuzluk” adı altında kriminalize edilen olayların sayısı yüzde 35, polis araçlarında gözaltı sırasında öldürülenlerin sayısı ise yüzde 350 oranında arttı. Verilere göre 2021 yılından bu yana 57 kişi polisin “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle vuruldu, 18’i hayatını kaybetti. Polisin yetkilerinin arttırılmasıyla doğrudan ilişkili olan bu sonuçlar tartışmaları alevlendirirken, hükümet 5 Temmuzda yeni bir yasa değişikliği ile kolluk kuvvetlerinin yetkilerini bir kez daha arttırdı. Yeni yasaya göre polis, “şüphelilerin” telefonlarında ve diğer cihazlarında kameraları, mikrofonları ve GPS konum sistemleri gibi özelliklerini uzaktan etkinleştirerek izleme yapabilecek.
Eşitsizlik, ayrımcılık, hak gaspları artarken, buna karşı mücadele edenleri susturmak için bir yandan polis yetkileri arttırılırken bir yandan da burjuvazi nefret dilini körüklüyor. “Bir grup kendini bilmez gencin isyanı”, “şiddet olayları”, “göçmenler”, “Müslümanlar” diyerek yaşanan durumun arka planının tartışılmasını istemeyen, aksine göçmen karşıtlığını ve İslamofobiyi büyütmek isteyen milliyetçi, faşist güçler, Nahel’in ölümünün ardından onu katleden polis memuruna “yardım kampanyası” başlattılar. Kısa sürede Nahel’in ailesi için başlatılan yardımları katlayarak aşan bu kampanyayla “Fransız halkı”nın polise sahip çıktığı, “kendi vatandaşını” kolladığı algısını yaratmaya çalıştılar. Bu kampanyanın Fransız halkının genelinin düşüncelerini yansıtmadığı açık. Ancak sürekli pompalanan “Cumhuriyete saldırı” safsatası ile polisin suçlularla mücadele ettiği, Fransa’yı koruduğu, ülkedeki tüm sorunların göçmenler ve Müslümanlardan kaynaklandığı gibi ırkçı ve ayrıştırıcı bir nefret diliyle gerçekliğin üzerini örtmek istiyorlar. Oysa isyanın yaşandığı bölgelerde göçmenler yoğunlukta olsa da ne isyan edenler ne de yaşayan herkes göçmen. Artık ailelerinin uzun zaman önce geldikleri ülkelerle herhangi bir bağları kalmayan bu gençlerin sadece “göçmen” statüsünde değerlendirilmesi bir yana yoksul oldukları gerçeği de yadsınmak isteniyor. Örneğin zengin göçmenler bu mahallelerde yaşamıyor, kaldı ki onlar “göçmen” olarak da adlandırılmıyorlar. İşçi sınıfının en savunmasız ve en çok baskıya maruz bırakılan kesimleri göçmenler olsa da, Fransa’da yaşananlar göçmenleri aşan, doğrudan sınıfsal pozisyonla bağlantılı bir sorun. İşte tam da bu gerçekliğin üzeri örtülmek isteniyor.
Dünya genelinde göç krizi, ekonomik ve siyasal krizler derinleşirken, emperyalist savaş alevleri yükselmeye devam ederken, yaşananlara “yabancı” meselesi olarak bakmak tam da burjuvazinin işine geliyor. Örneğin Fransa’daki isyan Türkiye’de de çok tartışılan bir konu oldu. Göçmen karşıtlığının sürekli kaşındığı, burjuva muhalefetin de bu soruna sağdan yaklaşarak sorunların kaynağına göçmenleri oturttuğu Türkiye’de, “sonumuz Fransa gibi olacak”, “bizi bekleyen de yağma, talan ve şiddet” gibi söylemler körüklendi. Oysa yaşananlar kapitalizmin yaşattığı tüm sorunların bir dışa vurumu. Burjuva ideolojisinin ve manipülasyonların her alanda şiddetinin arttığı günümüz dünyasında yaşananlara sınıf penceresinden bakabilmek örgütsüzlük koşullarında son derece zor. Bu noktada sınıf devrimcilerine büyük sorumluluklar düşüyor.
Bir tarafta muazzam bir zenginlik yaratan ama öte tarafta milyarlarca insanı bu zenginlikten mahrum bırakan kapitalist sistem insanlığa büyük bir bunalım yaşatıyor. Milyarlarca insanı derin bir acı, baskı ve yoksulluğa sürükleyen bu sistemle insanlık uzun süre yoluna devam edemez. Son yıllarda sayısı ve kitleselliği giderek artan isyanlar da bu gerçekliğe işaret ediyor. Ne var ki son tahlilde bu isyanlar da sorunların çözülmesine yetmiyor. Sorunların kaynağı ve dolayısıyla en büyüğü olan kapitalist sistemin yıkılması gerekiyor. Bunu da ancak devrimci bir bilinç ve örgütlülükle donanan işçi sınıfı başarabilir.
link: Pınar Şafak, Fransa’da Nefessiz Bırakılanların İsyanı, 10 Temmuz 2023, https://en.marksist.net/node/8014
Çareyi “Uzaklarda” Arama!
Afganistan’da Büyüyen Sorunlar ve Emperyalist İkiyüzlülük