İçinde yaşadığımız kapitalist sistem derin bir krizle sarsılıyor ve bunun sonucu olarak dünyanın dört bir yanında yüz milyonlarca emekçi yoksulluğun ve işsizliğin ağırlaşan yükü altında eziliyor. Yaşam koşullarının katlanılmaz hale geldiği ülkelerden işçi ve emekçiler, özellikle de gençler, daha iyi bir yaşam umuduyla göç etmeye çalışıyor. Ancak tüm bu sorunları yaratan kapitalist sistem o “refah” ülkelerinde de emekçilere insanca yaşayabilecekleri şartlar sağlayamıyor. Zaten krizin ağırlaştırdığı koşulların kıskacında, sömürünün en ağırını, büyük hayallerle yurtdışına giden gençler, yani “göçmen işçiler” yaşıyor. Bir süreliğine İrlanda’da çalışmış bir göçmen işçi olarak, oralardaki durumu göçmen işçilerin penceresinden sizlere aktarmak istiyorum.
Bildiğimiz gibi, sistemin derinleşen krizi Batı ülkeleri de dâhil olmak üzere tüm dünyada ekonomik sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Örneğin refah kıtası olarak gösterilen Avrupa’da geçtiğimiz sene enflasyon oranları tüm Avrupa genelinde son 40 yılın zirvesine ulaştı. Buna yoğun bir göç dalgasının eklenmesiyle şehirlerdeki konut krizi daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı ve hızla büyümeye devam ediyor. Londra, Paris, Berlin, Dublin gibi Avrupa’nın göz alıcı şehirleri, içinde yaşayan milyonlarca yoksul işçi için adeta cangılı andırıyor. Konut krizinin büyümesiyle birlikte halk dilinde “ev mafyaları” olarak bilinen bir güruh türemiş durumda. Ev sahiplerinin emlakçılara kiraladığı evler bu “mafyalar” tarafından kiralanıyor, evler oda veya yatak başına el altından tekrardan kiralanıyor. Bölgedeki kira fiyatlarını da manipüle edebilen bu güruh, istenen kira tutarını kabul etmeyenleri zorla evden çıkarıyor. Büyük umutlarla şehirlere gelen göçmen işçilerin çoğu, kiracının kiracısının kiracısı olmak gibi absürt bir durumun içinde, kalabalık ve sağlıksız bir ev ortamında, güvencesi bile olmadan yaşamak zorunda kalıyor.
Çalışma şartları bakımından da göçmen işçilerin payına yine en düşük ücretlere en ağır koşullarda çalışmak düşüyor. Çoğunlukla kafe, restoran gibi geçici işlerde, şantiyelerde, sabit gece vardiyalı işlerde güvencesiz olarak çalışmak zorunda kalıyorlar. Çığ gibi artan masraflara yetişebilmek için ek iş yapmak da son derece yaygın hale gelmiş durumda. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da “kendi işinin patronu ol, çalışma saatlerini sen belirle” diye pazarlanan moto-kuryelik (siz bunu moto-kölelik olarak okuyun!) gibi meslek grupları genelde göçmen işçiler tarafından ek iş olarak yapıldığından, moto-kuryeler sıkça ırkçı saldırılara, motor veya ekipmanların çalınması gibi olaylara maruz kalıyor. Konuşulan dile hâkim olamama, ülkenin vatandaşlarına kıyasla sınırlı haklara sahip olma gibi durumlardan ötürü göçmen işçiler bir haksızlıkla karşılaştığında gidecek kapı bulmakta zorlanıyor. Tüm bunların üstüne hemen her ülkede düşen ücretlerin, rekora giden enflasyonun, konut krizinin sorumlusu olarak göçmen işçiler hedef gösteriliyor. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’nın pek çok ülkesinde de “göçmenleri göndereceğiz” propagandası yapan partilerin yükselişini, ırkçı nefretin yaygınlaşmasını görmek, üzerinde o aşağılayıcı bakışları hissetmek, böyle bir durumla karşılaşacağını tahmin etmeyen genç göçmen işçilerde şaşkınlık yaratıyor, onur kırıcı hissettiriyor.
Bunların yanı sıra milyonlarca insanın doluştuğu, estetiğini ve kültürel dokusunu büyük ölçüde yitiren şehirlerin içinde nefes alacak bir alan bile kalmaması, uzun çalışma saatlerinin ardından bir de trafikte saatlerin harcanması gibi bıktırıcı pek çok sorun da emekçilerin sosyal yaşamını ciddi anlamda kısıtlıyor. Söylenecek çok daha fazlası var elbette ancak özetle kapitalist sistem dünyanın hiçbir yerinde emekçi gençliğe insanca yaşayabileceği bir gelecek vaat etmiyor. Burada vurgulamak gerekir ki, bunlar, “oralar da yaşanacak yerler değil” gibi bir anlama gelmiyor. Kuşkusuz Avrupa ülkelerinde çalışan işçilerin alım gücünün, çalışma şartlarının, sosyal ve sendikal haklarının vb. Türkiye ile kıyaslandığında daha ileride olduğu bilinen bir gerçek. Ancak unutulmamalı ki, Avrupalı emekçiler bugün sahip oldukları hakların hiçbiri teknolojinin gelişmesi ile veya bir hükümet vaadi ile verilmedi, işçilerin mücadelesiyle patronlar sınıfından söke söke alındı.
Örneğin, İrlanda gibi zamanında İngiliz sömürgeciliğinin ağır zulmüne maruz kalan bir ülkede, İrlandalı işçiler, ulusal bağımsızlıkları ile sınıf mücadelesinin iç içe geçtiği kuruluş döneminde büyük mücadeleler vermiş ve 8 saatlik işgünü yasasından kadınların oy kullanma hakkına, ücretsiz sağlık hizmetine dek birçok hakkı bu mücadeleler sonucunda daha 1930’lu yılların başında kazanmıştır. Benzer şekilde, sosyal devlet olarak bilinen ülkelerdeki o sosyal hakların çoğu Avrupa işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği dönemlerde kazanılmış ve işçilerin örgütlülüğü dağıldıkça hakları da patronlar sınıfı tarafından parça parça gasp edilmiştir. Bugün kendisine ve çocuklarına daha iyi bir gelecek kurmak için göç etmek isteyenler (elbette savaşın içinden çocuklarını kurtarmak isteyen çaresiz insanlara değil sözümüz) onurlu bir gelecek için hak kazanmayı değil rahata konmayı istiyor. Teşbihte hata olmayacaksa bir “mirasyedilik” yapılıyor. Ancak açık ki kapitalist sistemin gerçekliği kurulan hayallerle örtüşmediği gibi, milyonlarca insanı sistemin krizde olduğu bu dönemde ucuz ve yedek işgücü konumuna itiyor.
Bugün dünyanın hemen her ülkesinde gerileyen ekonomik koşulların, iklim felâketlerinin ve emperyalist savaşların sorumlusu doğrudan kapitalist sistemdir. Doğal olarak göç sorununun kendisi de kapitalizmin yarattığı bir sorundur. Bu sistem, çarkların arasında ezilen yüz milyonlarca emekçiye daha iyi bir yaşam sunamıyor ve sunamaz da. Çünkü kapitalist sistem tarihsel ömrünü çoktan doldurmuştur. Bir an için durup düşünelim, sömürülen, kahredici koşullarda yaşayan milyonlarca emekçi göç etmek yerine bu koşulları yaratan kapitalizmi yıkmak için bir araya gelseydi ne olurdu? Kuşkusuz bugün bambaşka bir dünyada yaşıyor olurduk. Bunu bildiklerinden kapitalist sistemin efendileri, emekçileri, özellikle de gençleri uyuşturmaya, pasifleştirmeye, çarenin yurtdışına gitmekte, sınıf atlamakta olduğuna inandırmaya çalışıyor, olmayacak hayaller kurduruyorlar.
Oysa bizim gerçek yaşamın toprağında büyüttüğümüz bambaşka hayallerimiz var. Her yanı yemiş dolu bu dünyamızda kimsenin aç yatmadığı, başını sokacak bir ev derdine düşmediği, sömürünün ve savaşların son bulduğu, sınırların ortadan kaldırılıp tüm insanlığın kardeşçe yaşayabileceği yepyeni bir dünya yaratma hayali. Biz sınıf bilinçli gençler böyle bir dünyanın hayalini kuruyor ve bu hayali emekçi kardeşlerimize ulaştırmak için sabırla, inatla çalışıyoruz. Egemenlerin yalanlarına, yükselen duvarlarına inat, inanıyoruz ki sesimiz dünyanın dört bir yanındaki emekçilerin yüreğine ulaşacaktır. Onların yeryüzünde cehennemi yaşattığı emekçiler bu sömürü düzenini er ya da geç yıkacaktır. Yerine kardeşliğin, barışın, özgürlüğün dünyası kurulacaktır. Nâzım Usta’nın da dediği gibi; bu, tarihin durdurulamaz akışındandır...
link: Kocaeli’den genç bir işçi, Çareyi “Uzaklarda” Arama!, 10 Temmuz 2023, https://en.marksist.net/node/8013
Burjuvaların Ölümleri, Emekçilerin Ölümleri
Fransa’da Nefessiz Bırakılanların İsyanı