Buridan’ın Eşeği hikâyesi, her ikisi de eşdeğer önem taşıyan alternatifler arasında seçim yapmaya zorlanma ve seçim yapamama durumunu anlatır. Gerek felsefede gerekse politikada kullanılan ve “özgür irade” hususunda kurgulanmış olan bir ikilemdir. İkilem, antik çağın büyük filozoflarından Aristo’da ilk biçimini bulmuş, Ortaçağ İslam filozoflarından Gazali tarafından daha farklı ifade edilmişti. Ortaçağ Fransız filozoflarından Buridan’ın kurguladığı şekliyle ikilem şöyledir: hem çok aç hem de çok susuz kalmış bir eşek, kendisinden eşit uzaklıkta bir yere konulmuş olan su ve saman arasında bir türlü karar veremeyip sonunda her ikisinden de mahrum kalır ve hem açlıktan hem susuzluktan ölür! Ondan sonra hikâyeyi daha da dramatik hale getirmek ve ikilemi daha da çarpıcı kılmak için zavallı eşeği, aynı büyüklük ve görünüşte iki saman balyasına eşit uzaklığa koyarak, varlık içinde yokluk çektirip açlıktan öldürten kurgular da yapılmıştır. Hikâyenin felsefi kurgusallığı ilgi çekici olsa bile, gerçek hayatta henüz böyle bir “eşek” görülmemiştir. Zira iki seçenek hiçbir zaman mutlak biçimde “aynı özelliklere” sahip olamaz ve yine tercihi yapacak olan özgür iradeli özne hiçbir şekilde mutlak olarak iki seçeneğe de eşit mesafede konumlandırılamaz. Ama yine de mutlak olmasa bile, birbirine çok yakın özelliklere sahip olan ve her ikisine de üç aşağı beş yukarı eşit şekilde meylettiğimiz seçenekleri hayat karşımıza zaman zaman çıkartır. Bu topraklarda “iki cami arasında binamaz olmak” deyişiyle anlatılan ve kişisel yaşantımızda “evlerden ırak olsun” diyebileceğimiz bu durum, toplumsal yaşamda egemenler tarafından sıklıkla karşımıza dikiliverir.
Burjuvazi, gerek düzenini meşru göstermek gerekse de planladığı politikaları hayata geçirmek üzere toplumun rızasını almak için ikilemlere sıklıkla başvurur. Bu ikilemlerin kabaca iki türünden bahsedebiliriz.
Bu ikilemlerin birinci türü, kavram zıtlıklarına dayandırılır, seçenekler eşdeğer gözükmedikleri gibi, seçeneklerden birinin barındırdığı ya da ima ettiği negatif anlam zaten seçim yapacak olanı en baştan şartlandırmıştır. Örneğin, kriz dönemlerinde hayata geçirilecek “istikrar politikaları”nın tek alternatifi istikrarsızlıkmış gibi resmedilir ve sorulur işçilere, istikrar mı istikrarsızlık mı? Tek alternatif varsayımı kabul edildiği sürece herkesin istikrarı seçeceği apaçıktır. Yine kriz dönemlerinde, siparişlerin ve satışların azaldığı veya durduğu, bunun böyle devam edemeyeceği açıklamasının ardından işçilere sorulur: Ücretlerin düşürülmesine ya da ücretsiz izinlere razı mısınız yoksa işsiz kalmayı mı tercih edersiniz? Bir başka örneği siyasetten verebiliriz. Daha otoriter rejimler kurmak isteyenlerin halka dayattıkları ikilemi düşünelim: İşlerin bir merkezden hızla kararlaştırılıp yürütüldüğü tek başlılık mı istersiniz, yoksa uzayıp giden tartışmalarla vakit kaybedildiği çok başlılık mı? Otoriter ya da totaliter rejimlerde de halkın önüne sandık konulup sanki tercihi o yapacakmış gibi sorular sorulduğu bilinir. Ama işte sorulan sorular tam da bu tarzdadır, gerek seçeneklerin sınırlı oluşu (çoğunlukla iki seçenek vardır) gerekse de onların ortaya konuş biçimi, sonucu baştan belirler. Bu tip “halk oylamaları” aslında reddedilmesi gereken bir plebisitten başka bir şey değildirler. Aslında içinde yaşadığımız kapitalist toplumun ilk hareket noktası da işçi sınıfına dayatılmış bu tarzda bir ikilemdir. Antik çağın kölesinden ve Ortaçağın serfinden farklı olarak kapitalist toplumun işçisinin “özgür irade”si vardır, ücret karşılığında çalışıp çalışmama özgürlüğüne sahiptir. Görünüşte bir başkası onu çalışmaya zorlayamaz, kendisi ve bakmak zorunda olduğu kişilerin açlıktan guruldayan mideleri hariç! Bir yanda kendisine dayatılan koşullarda çalışmayı kabul etme tercihi, diğer yanda açlıktan ölme tercihi vardır. Sonucun önceden belli olduğu bir seçimdir bu; Nâzım Hikmet’in mükemmel ifadesiyle “bir hazin hürriyet”tir.[1]
Bir de, sunulan seçeneklerden her ikisinin aynı düzeyde olumlu (ya da olumsuz) olduğu ikilemler vardır. Kavram zıtlıklarına dayanmayan ya da seçeneklerden birinin açıkça olumsuz anlam veya imalar taşımadığı bu ikilemlerde Buridan’ın eşeği kulaklarını dikiverir. Çeyrek asırdır burjuvazi her kritik dönemeç noktasında karşımıza bu tarz ikilemleri dikiveriyor: “Güvenlik mi, demokrasi mi”; “güvenlik mi, özgürlükler mi” vb. Şimdi de aynı ikilemi farklı şekilde ifade ediyorlar: “Sağlığın mı, özgürlüğün mü?”
İşte burjuvazi topluma dayattığı bu tür ikilemlerle, insanların daha temel ve ilksel ihtiyaçları ile daha gelişkin ihtiyaçlarını karşı karşıya getirir. Egemenler, bir tercih durumunda, hele de izole olmuş bireyler haline getirebilmişlerse, insanların daha temel olanları seçmeye içgüdüsel olarak yatkın olacaklarını biliyorlar. Gerçekten de insan ihtiyaçları çeşitlilik arz etse de kabaca temel fizyolojik ihtiyaçlardan başlayarak daha üst sosyal ve manevi-kültürel ihtiyaçlara doğru yükselen bir piramit sözkonusudur. İnsan davranışlarını koşullandıran faktörlerin en başında kendi bedensel-maddi varlığını koruma yani can güvenliği ya da hayatta kalma içgüdüsü gelir. Tüm hayvanlar gibi insanlar da ölümcül tehlikelerden kaçınmaya çalışırlar. Ardından biyolojik varlığın yeniden üretilmesi için gerekli olan beslenme, barınma gibi ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılır. Üreme ve soyun devamını sağlama ihtiyacı bunu takip eder. Sonra daha gelişkin sosyal ihtiyaçlar ve en son olarak da manevi, kültürel ihtiyaçlar gelir. Bu sonuncu düzeyin çapraşıklığı insanı diğer tüm canlılardan ayırt eder. Ve yine herkesin günlük yaşamından aşina olduğu üzere, daha temel ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece piramidin daha üstündeki ihtiyaçlara kafa yormak pek mümkün değildir.
Burjuvazinin toplumu korkutup sindirme ihtiyacı arttığı oranda karşımıza diktiği ikilemlerin bir ucunda “güvenlik” (ister toplum güvenliği, ister can güvenliğimiz olsun fark etmez) gibi daha temel ve ilksel ihtiyaçlar, diğer ucunda ise daha gelişkin sosyal ve kültürel ihtiyaçlar yer alıyor. Sömürü düzeni büyüyen bir tehditle karşılaştığı oranda burjuvazi bu düzeni korumak için beslediği devlet aygıtını daha da baskıcı hale getirmek üzere adımlar atıyor. Demokratik haklar ve özgürlükleri tırpanlayan, baskıcı ve denetlemeci uygulamaları arttıran tedbirleri meşrulaştırmaya çabalıyor. Ama bir toplum ne kadar gelişmiş, demokratik hak ve özgürlükler ne denli benimsenip içselleştirilmiş, emekçiler ne kadar örgütlenmişlerse bu baskıcı adımlara karşı direniş de o kadar büyük olacaktır. O zaman bu sosyal-kültürel-siyasal gelişkinliği etkisizleştirmek için insanları izole edip bilinçli değil içgüdüsel davranışlara zorlamak gerekir. Biyolojik varlığının tehlike altında olduğu algısını yaratarak insanları korkutmak bu açıdan hayli işlevseldir. Zira biliyorlar ki, korkuya kapılan insanlar, hele de bu korku panik boyutuna varırsa, aklıyla ve bilinçli olarak değil, içgüdüleriyle davranacak, bireysel korunma içgüdüsü onu sosyal bir varlık olmaktan uzaklaştıracaktır.
İşte tam da bu yüzdendir ki “şok ve dehşet” operasyonları, milenyum dönemecinden bu yana kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Öncesinde de toplumlar farklı korkularla uyutulmaya çalışılırdı. Ancak içinden geçtiğimiz kapitalizmin tarihsel krizi döneminde bu operasyonlar zirve yapmıştır. Avrupa kentlerinde ve ardından ABD’de yaşanan sivillere dönük bombalı saldırılar, sıradan kalabalıkların üzerine sürülen araçlar, yoldan geçen sıradan insanlara dönük gerçekleştirilen bıçaklama girişimleri vb. hep aynı amaca hizmet ediyor: toplumu terörize etmek. İnsanlarda her an canına kasteden bir saldırının kurbanı olabileceği duygusunu yaratmak, bu duyguyu korkuya ve onu da paniğe büyütmek, tehditten kaçınmak için sinip içine kapanmasını, kendisini zayıf, korumasız ve çaresiz hissetmesini sağlamak. Bu tür saldırılarda kalabalıkların seçilmesinin nedeni yalnızca “saldırganların daha fazla can kaybını hedeflemeleri” değildir. İnsanlarda kalabalıklardan uzak durma korkusunu yaratmak, agorafobiyi körüklemektir. Kalabalıktan uzak duran bireyin sosyal varlık olma özellikleri zayıflar, bireysel kaygıları ve bencilliği artar, insanlar ne ölçüde atomize olmuşlarsa o ölçüde daha kolay denetim altına alınırlar.
“Sağlık mı, özgürlük mü” tuzağı
Bu dehşet operasyonları zincirinin son halkası, yaratılan ve her gün körüklenen virüs salgını paniğidir. Burjuvazi bugün insanlardan yalnızca kendilerininkini değil başkalarının da sağlığını düşünmelerini talep ediyor. Acaba kafasına taş mı düştü de, bencilliği pompalamaktan vazgeçip toplumcu oldu gibi bir soru geliyor akla. Ama hayır, kendilerini yine hemen ele veriyorlar! Başkalarını da düşünmek için iki şey yapmalıymışız: Birincisi kendimizi yalıtmak, eve kapanmak, kapıları herkese kapatmak. Ve ikincisi, hepimizin sağlığı için özgürlüklerimizden “geçici bir süre” fedakârlıkta bulunmak!
Gerçekten de Covid-19 salgını bahanesiyle tüm dünyada özgürlükler çok büyük ölçüde sınırlandırıldı. Birçok özgürlük tümüyle ortadan kaldırılmış durumda. Sokağa çıkma yasakları, seyahat yasakları, kentlerin toptan karantina altına alınması, toplantı ve gösterilerin yasaklanması… Bu durum tartışmaları da beraberinde getiriyor kuşkusuz. Bizim de içinde olduğumuz küçük bir azınlık, egemenlerin salgını bahane ederek özgürlükleri ortadan kaldırdıklarını, bu “önlemler”in büyük kısmını kalıcı kılmak istediklerini savunuyor. Maalesef büyük bir çoğunluk ise özgürlüklerin sınırlanması ya da yok edilmesini, salgını önlemek için kaçınılmaz görüyor ve savunuyor. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu da egemenleri toplumsal izolasyonu daha fazla arttıracak yönde tedbirler almadıkları için eleştiriyor.
Acil olduğu iddia edilen durumlarda yine geçici olduğu iddiasıyla dayatılan önlemlerin çoğu zaman kalıcılaştırıldığı apaçık bir gerçektir. Hele de bu aciliyetlerin arkası hiç kesilmiyorsa. Bugünkü salgının yeni dalgalarına dair uyarılar kadar başka tip virüs salgınlarının da kapıda olduğu yönündeki söylemler, “yeni normal” kavramı üzerinden yürütülen tartışmalar, salgın geçse de hayatın hızla eskiye dönmeyeceğine dönük resmi beyanatlar vb. burjuvazinin salgın sonrası dönem için nelere hazırlanmakta olduğunu yeterince göstermektedir. Salgının sona erdiğini resmen açıklayan Çin, salgın sırasında getirdiği gözetleme tedbirlerinin devam edeceğini ilan etti bile.
Çin’de toplumun kesintisiz gözetlenme durumu zaten çoktan bir imkân olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşmüş durumdaydı. İnsanları gözetleme önlemlerini en üst düzeyde ve yaygın ölçüde hayata geçirmekte Çin’in egemenleri pek bir zorlukla karşılaşmıyorlar. Despotik bir rejim olmanın avantajıyla birleştiğinde geliştirdikleri teknoloji onlara sınırsız olanaklar sunuyor. 200 milyondan fazla kamera sokak ve caddeleri 7 gün 24 saat gözetim altında tutuyor. Kamera sistemine entegre edilmiş yapay zekâlı yüz tanıma programları çok hızlı bir şekilde insanları, içinde bulundukları ruh halini ve kimlerle temas içinde olduklarını saptayabiliyor. Cep telefonlarına belirli takip uygulamalarının yüklenmesi zorunlu tutulabiliyor, kimi durumlarda akıllı bileklikler ya da takip çipleri zorunlu hale getiriliyor. Bileklikler, çipler ve yapay zekâlar sayesinde, takan insanın vücut sıcaklığı, nabzı gibi kimi tıbbi verilerinin yanı sıra duygu durumlarının da kesintisiz biçimde gözlem altında tutulabileceği söyleniyor. Alabildiğine yaygınlaştırdıkları barkod uygulamaları sayesinde nakit para kullanımı da minimuma inmiş durumda ve insanlar “kolaylık” olduğu düşüncesiyle gönüllü olarak bu tür uygulamalara meyledebiliyorlar. Bu da günlük yaşam ve tüketim alışkanlıklarınızın gözetim altında olduğu anlamına geliyor. Kısacası, hangi mekânlarda olduğunuzu, oralarda kimlerle buluştuğunuzu, ne yiyip içtiğinizi, ne izlediğinizi ya da dinlediğinizi ve tüm bunları yaparken hangi duygu durumunda olduğunuzu takip etmek teknolojik olarak mümkün. Tüm bunlara herkese bir “sosyal güven puanı” veren sistemi de eklemeliyiz. Bu puan belirlenirken, kurallara ne kadar uyulduğundan harcama alışkanlıklarına, sosyal medya kullanımından arkadaş çevrenize kadar çok sayıda veri kullanılıyor. Devlet adeta kara listeler oluşturmuş oluyor; kurallara uymayanların puanları indiriliyor ve bir noktadan sonra bazı vatandaşlık haklarından mahrum bile kalabiliyorlar. Tüm bu uygulamaların bir yönü de kuşkusuz, insanları sürekli denetlendikleri düşüncesiyle felç etmek, onların rejimin dayattığı sınırlara oto-kontrol yoluyla kendiliğinden hapsolmalarını sağlamaktır. Fakat egemenlerin toplum üzerinde mutlak bir denetim kurmaları ve bunu toplumsal değişimin önünü ilânihaye tıkayacak şekilde sürekli kılmaları mümkün değildir. Dolayısıyla bu tip uygulamaların yayılması nedeniyle karamsarlığa kapılmanın, aslında egemenlerin kurduğu bir başka tuzağa düşmek olduğunu da unutmamalıyız.
Bu tür baskıcı-gözetleyici uygulamaların ileri kapitalist ülkelerde de yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bahaneleri hazır: sizi ne kadar iyi gözetlersek, hasta olup olmadığınızı o kadar hızlı saptayabilir, salgınların önüne o kadar hızlı geçebiliriz. Ancak despotik kültürel kodların ve devlet tapınmacılığının tarihsel olarak güçlü olduğu Çin gibi Asyatik ülkelerin tersine, Batılı gelişmiş kapitalist ülkelerde bu tür uygulamaları hayata geçirmek istemenin burjuvazi için daha sancılı bir süreç olacağı açıktır.
İnsanlardan sağlıkları ile özel hayatları ve özgürlükleri arasında bir seçim yapmalarını istemek başlı başına bir sorundur. İnsanları böylesi bir ikileme sokmak demek zaten çoğunluğun sağlık tercihinde bulunacağı açık olduğundan, gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçmelerini sağlamak demektir. Hayır, bu ikilemi kabullenmek, iki seçenekten birini seçmek zorunda değiliz. Her ikisini de istemeliyiz ve her ikisinin de bir arada mümkün olduğunu bilmeliyiz. Son günlerde basına yansıyan alabildiğine çirkin ve manipülatif bir anket de bu tür bir ikileme mahkûm ediyor insanları. ABD’de yapılan ankette insanlara sorulan soru şu: Solunum cihazlarından yararlanma önceliği kimde olsun; yaşlı ve kronik hastalığı olsa bile “en acil ihtiyacı olanlar” mı, yoksa daha genç ve başka bir hastalığı olmadığı için “yaşama şansı daha yüksek olanlar” mı? Sorunun böyle konması, yeterince kaynak ayrılıp hemen yeterli sayıda solunum cihazı üretilmesi seçeneğini devre dışı bırakıp, verili durumun değişmez olduğu ve bu koşullarda bir seçim yapmamız gerektiği düşüncesini empoze ediyor insanlara. Burjuvazi kendisinin ihtiyar bir gaddara dönüştüğünü kabullenmek istemiyor ama ihtiyarlamış emekçileri ölüme mahkûm etmekte bir beis görmüyor ve üstelik bunun sorumluluğunu da böyle manipülatif anketler ve PR çalışmalarıyla yine toplumun sırtına yıkmaya çalışıyor.[2]
Bir noktaya daha işaret etmekte fayda var. Burjuvazinin ikilem şeklinde dayattığı seçenekleri kendi “özgür irademizle” seçmeye çoğunlukla hakkımız yoktur. Zira bu ikilemler, çoğunlukla, biz bir tercih yapalım diye değil, o mu bu mu şeklinde karşıtlaştırılan seçeneklerden burjuvazinin tercih ettiğini meşrulaştırmak için dayatılır. İkilem o tarzda konulur ki, “sağduyu”nun yapacağı seçim zaten baştan bellidir. Bu nedenle örneğin bir referanduma gidilip karar verilmesine dahi gerek kalmaz, çünkü zaten ikilemin ortaya konması, bir soru sorulması değil, benimsenen tutuma gerekçe üretilmesidir.
Aslında her ciddi toplumsal sorunda olduğu gibi, bu sorunda da mesele dönüp dolaşıp iktidar sorununa geliyor. Ortada gerçekten de toplumun geneline dönük ciddi bir tehdit olduğunu düşünelim. Eğer iktidar gerçekten de toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin ortak çıkarlarını temsil ediyor olsa, alınacak önlemlere karşı yaygın bir güvensizlik duygusunun oluşması beklenmez. Dahası da var, eğer iktidar gerçek bir işçi-emekçi iktidarı olsa, bu tür kararlar toplumun çoğunluğu adına küçük bir grup insan tarafından değil, o toplumun çoğunluğu tarafından alınır, bizzat onlar tarafından hayata geçirilir ve yine onlar tarafından denetlenir. Üretenlerle yönetenler ayrımının ortadan kalktığı, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin iktidara yabancılaşmasının son bulduğu böylesi bir durum, aynı zamanda, özgürlükler mi güvenlik mi şeklindeki ikilemlerin de toptan ortadan kalkması anlamına gelir. Bir karar sizin iradeniz dışında başkalarınca alınıp sizin de uymanız isteniyorsa, bu bir dayatmadır, sınırlamadır, yasaklamadır. Ama eğer kararı siz kendiniz alıp uyguluyorsanız bu bir yasaklama değil, kendi özgür iradenizle yaptığınız bir tercihtir.
Evet, dün olduğu gibi bugün de kapitalizm tüm dünyada emekçileri sağlıksız yaşam ve çalışma koşullarına mahkûm etmektedir. Burjuva hükümetlerin izlediği politikalar nedeniyle tasfiye edilen önleyici tıp hizmetleri, kapatılan devlet hastaneleri, kırpılıp kuşa çevrilen ve alabildiğine kalitesiz hale getirilen parasız sağlık hizmeti vb. nedeniyle milyonlarca insan sıradan hastalıkların yanı sıra önlenebilir salgın hastalıklardan dolayı da can vermeye devam ediyor. En çok da yoksul emekçileri vuran bu salgınlar her yönüyle sınıfsaldır. Bugün de, emekçiler berbat koşullarda çalışmaya devam ederlerken Covid-19’a yakalanmaları durumunda gerekli tedaviyi alamayacaklarını hissettiklerinden tedirginler, daha da önemlisi burjuvazi korkuyu körükledikçe körüklüyor ve salgını kendi politikalarını hayata geçirmek için bir bahane olarak kullanıyor. Eğer bu hastalıkla egemenlerin körüklediği paniği birbirinden ayırt edemezsek ve sanki tüm dünyada veba benzeri bir kara ölüm kol geziyor gibi düşünürsek, onların oyunlarına alet olmuş oluruz. Yakın zamanda bir İngiliz gazetesinde 100 yaşını geride bırakmış bir emekçi şöyle diyordu: “Evet bu virüs tehlikeli gözüküyor, ama siz bir de İspanyol gribini görecektiniz!” Gerçekten de 1918’de insanlık o güne dek gördüğü en büyük emperyalist katliamı yaşarken bir de üzerine İspanyol gribi gelmiş ve söylendiğine göre 50 milyon insanın canını almıştı. Ama bir de o tarihlere başka bir pencereden bakalım. 1918-20 arası tüm Avrupa bir taraftan İspanyol gribiyle boğuşurken bir taraftan da devrimci isyanlarla sarsılıyor, Rusya’da iktidarı fetheden işçi sınıfı emperyalistlerin kışkırttığı iç savaşta ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Virüs, tifo ve kolera gerek cephedeki mevzilerde gerek kentlerde insanları kırandan geçirirken, emekçiler özgürlük ve kurtuluşları için canları pahasına kavga etmeyi tercih ediyorlardı. Mart 1919’da tüm dünyadan komünistler zahmetli yolculukları göze alıp geldikleri Petersburg’da top ateşlerinin gürültüsünün konuşma seslerini bastırdığı bir salonda Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresini gerçekleştiriyorlardı. Kafalarında “kendi canlarını ya da başkalarının canını tehlikeye attıkları için sorumsuzca davrandıkları” gibi saçmalıklar yoktu; “can güvenliği mi, özgürlük mü” ikileminin de esiri olmamışlardı. Zira hem işçi sınıfının can güvenliğinin hem de onun özgürlüğünün ve sömürüden kurtuluşunun zorlu bir mücadeleyi gerektirdiğinin bilincindeydiler. Yüz yıl öncesinde olduğu gibi açılan yeni dönemde de, insanlığın içine sürüklendiği kapitalist kâbustan kurtulma mücadelesine, dünya burjuvazisinin tuzağına düşmeyi reddedip, o enternasyonalist komünistlerin fedakârlıkları göze alan çizgisini benimseyenler önderlik edecekler!
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan yoğurursun bütün nimetlerin hamurunu. Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle hürsün! … Başın ensenden kesik gibi düşük, kolların iki yanında upuzun, büyük hürriyetinle dolaşıp durursun, işsiz kalmak hürriyetiyle, hürsün!
[2] ABD’yi bölen inanç tartışması, tr.euronews.com
link: Oktay Baran, Sağlık mı, Özgürlük mü: Buridan’ın Eşeği Olmayacağız!, 30 Nisan 2020, https://en.marksist.net/node/6932
Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı /3
Dünden Bugüne Kenevir Gerçeği!