Otuz yılı aşkın bir süredir gerek ülke içinde, gerekse yakın coğrafyamızda savaşsız bir gün bile yaşanmadı. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin estirdiği terör döneminin ardından yükselişe geçen Kürt ulusal hareketini kanla bastırmaya girişen TC’nin on yıllardır yürüttüğü haksız savaş, yaşadığımız topraklarda çoğu Kürt olmak üzere 50 bini aşkın insanın canını aldı. 1980-89 yılları arasında yaşanan İran-Irak savaşında bir milyon kişi yaşamını yitirdi. 1991’de Saddam’ın Kuveyt’e girmesini bahane eden ABD’nin Irak’a saldırmasıyla başlayan Birinci Körfez Savaşında 200 bin Iraklı katledildi. Aynı dönemde Balkanlar’da yaşanan ve yüzbinlerin canını alan savaş da tanık olduğumuz vahşetin sonuncusu olmadı. Yıkılışının arefesinde SSCB’nin ABD ile geliştirdiği diplomasiye aldanarak Soğuk Savaşın yerini barış çağına bırakacağı umutlarına kapılan reformistlere, emperyalizm, “yeni dünya düzeni”nin ne olduğunu kesintisiz bir şekilde göstermeye devam etti. Barış çağı bekleyenler, alev alev yakan bir sıcak savaş gerçeğine toslayacaklardı. 2001’de ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve iki yıl sonra aynı kaderi Irak’ın paylaşması, emperyalist savaş perdesinin uzun bir süre kapanmamacasına açıldığının artık kör gözler tarafından bile görülmesine yol açtı. Bu arada, İsrail terörü altında inleyen Filistin halkının maruz kaldığı haksız savaş da bölgenin değişmeyen gerçeklerinden biri olmayı hep sürdürdü.
Bu uzun savaşlar silsilesinin şu an geldiğimiz evresinde, Suriye’de emperyalist güçlerin de müdahil oldukları kanlı bir iç savaş yaşanıyor ve emperyalist güçler Libya’nın ardından Suriye’yi hedefe koymuş durumdalar. Hal böyleyken, başta bölgedekiler olmak üzere tüm dünya sosyalistlerinin yaşanan savaşlara yönelik doğru bir tutum alma sorumluluğu var. Fakat uzun yıllardır ağır bir güç kaybına uğrayan ve Marksist bakış açısından alabildiğine uzaklaşan sosyalist hareket sürekli olarak yalpalayan tutumlar sergiliyor. Reformist Batı solunun ağırlıklı bir bölümü dün Libya’da, bugün Suriye’de, “insancıl müdahale”den dem vurarak emperyalist müdahaleyi savunma noktasına savrulmuş bulunuyor. Bunun karşıt kutbunda ise, yaşadığımız topraklarda da belli bir ağırlığı bulunan “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva solun, ister açıktan ister örtük biçimde olsun anti-emperyalizm adına zorba diktatörlükleri (Kaddafi ya da Esad rejimleri örneklerinde görüldüğü gibi) savunma tutumu yer alıyor.
Sol adına emperyalist politikaların savunuculuğunu üstlenen sosyalist ve sosyal-demokrat sıfatlı partilerin kitle güçleri dikkate alındığında, bunların Avrupa işçi sınıfının bilincini bulandırarak onu burjuva politikaların esiri haline getirdikleri açıktır. Ancak “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva hareketlerin, emperyalist savaşlarda anti-emperyalizm adına büyüğe karşı küçüğü ya da güçlüye karşı zayıfı destekleme politikasını körlemesine savunma geleneklerinin emekçi kitlelere verdiği zararın daha az olduğu da söylenemez. Özellikle bugün savaşın merkezinde yer alan ve Ortadoğu coğrafyasında halen belirli bir varlığa sahip olan Stalinist KP’lerin anavatan savunusu adı altında sergiledikleri sosyal-şovenizmi düşündüğümüzde, durumun vahameti daha da artmaktadır. Bu partilerin tarihi, sınıf işbirlikçiliğinin ve ihanetin çarpıcı örnekleriyle doludur. Söz konusu partilerin ağırlıklı bir kısmı, ilerici ulusal güçlerin temsilcisi olarak gördükleri Baas Partilerinin sosyalizmin inşasına doğru ilerlediklerini, dolayısıyla KP’lere ihtiyaç kalmadığını savunacak kadar ileri giderek fiilen tasfiyeciliğe savrulmuşlardır. Onyıllardır Baas rejimleriyle işbirliği halinde olan bu partilerin, son süreçte yaşanan devrimci durumlar karşısında takındıkları tutumlar da aynı ihanet çizgisinin devamı niteliğindedir. Örneğin Suriye KP’si yaşanmakta olan iç savaşı proleter devrim rotasına sokmak yerine Esad rejiminin yanında saf tutmakta, bunu da anti-emperyalizm olarak pazarlamaya kalkmaktadır. Kuşkusuz bu tutum, politikasının temel direklerinden birini, tüm ulusal ve “ilerici” güçlerle, özellikle de Baas Partisiyle işbirliği olarak tanımlayan bu parti (ve benzerleri) için hiç de şaşırtıcı değildir. Ne var ki, anti-emperyalizm adına meşrulaştırılmaya çalışılan ve “anavatan savunusu”nda cisimleşen milliyetçi sınıf-işbirlikçi çizgi, söz konusu KP’leri aşan bir yaygınlığa sahiptir.
“Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva sosyalizmi olarak nitelendirebileceğimiz geniş bir yelpazeye hâkim olan bu tutuma aslında Marksizm dışı bir anti-emperyalizm anlayışı damgasını basmıştır. Bu kesimler, anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist mücadeleden (yani proleter devrim mücadelesinden) koparmakta ve görece zayıf konumdaki devletlerin savunusuna indirgemektedirler. Özünde milliyetçilikle karakterize olan bu anlayış, savaş, işgal, ilhak gibi durumlarda takınılan tutumlarda kendini çırılçıplak açığa vurmaktadır. Bu tür durumlarda küçük ya da zayıf olan devlete (yani ilgili ülkenin burjuvazisine) verilen koşulsuz destek ise çoğunlukla bu ülkeyi “ezilen” kategorisine sokarak teorize edilmeye çalışılmaktadır. Küçük-burjuva sosyalistlere göre örneğin ABD saldırısına uğrayan Saddam Irak’ı “ezilen”, ABD ise “ezen” ulus/ülke kategorisindedir. Aynı tutum bugün Esad Suriye’si için de takınılmaktadır. Bu yaklaşımların Lenin’in sömürge sorunu bağlamında yaptığı bir tespite dayandırılması ise tam bir çarpıtmadır. Emperyalist metropoller dışında dünyanın neredeyse tamamının sömürge ve yarı-sömürge uluslardan oluştuğu bir dünyada Lenin, “dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak bölündüğünü” söylemekteydi. Oysa sömürge ve yarı-sömürgelerin ezici bir çoğunluğu 20. yüzyılın ikinci yarısında siyasal bağımsızlıklarına kavuşmuş ve bu tablo tümüyle değişmiştir:
“Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan «ezen ve ezilen ulus» sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında «ezen ve ezilen sınıf» sorunu almıştır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk., s.72-73)
Üstelik her biri siyasal bağımsızlığına kavuşan bu kapitalist devletlerin bir bölümü de, emperyalist hiyerarşi basamaklarında daha üst sıralara tırmanmaya çalışan ve kendi bölgelerinde nüfuz alanlarını genişletmek üzere yayılmacı maceralara da girişmekten kaçınmayan alt-emperyalist güçlere dönüşmüşlerdir. Türkiye, Brezilya, Hindistan bu kapitalist güçlerden birkaçıdır. Bu güçte olmasa bile daha küçük bir kapitalist ülke olan Irak’ı ya da bağımsız bir burjuva devlet olan Suriye’yi “ezilen ülke” kategorisinde değerlendirmek nasıl mümkün olabilir? Bu kategorileştirme, savaşın nedenlerini, amaçlarını, niteliğini göz ardı ettiği gibi, “ezilen” konumunda görülen ülkenin sınıfsal yapısını, sınıfsal güç ilişkilerini tahlil etme gereğini de ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla komünistlerin asıl odaklanması gereken şey olan sınıf savaşı otomatik olarak devre dışı bırakılmakta, burjuva devleti savunup destekleme pozisyonuna düşülmekte ve bütün mücadele saldırıya uğrayan burjuva devletin saldıran güç karşısındaki zaferine indirgenmektedir. Bu uğurda da proletaryaya “kendi” burjuvazisiyle birlikte ortak bir savunma savaşı yürütmesi salık verilmektedir.
Birinci Körfez Savaşı örneği
Bu noktada birinci Körfez Savaşı örneğinde takınılan kimi yanlış tutumları hatırlatmak yararlı olabilir. Hatırlanacak olursa, İran’la yürüttüğü sekiz yıllık kanlı savaşın ardından, Saddam yönetimindeki Irak,1990 yazında, yıllardır üzerinde hak iddia ettiği ve zengin petrol yataklarına göz diktiği Kuveyt’i işgal etmiş ve ardından da bu küçük ülkeyi ilhak ettiğini açıklamıştı. Bunu bahane eden ABD öncülüğündeki emperyalist ittifak, 1991 Ocağında Irak’a saldırmıştı. Tarihin o zamana dek gördüğü en büyük bombardıman harekâtlarından birine maruz kalan Irak ordusu, bir ay içinde büyük bir bozguna uğrayarak Kuveyt’ten çekilmek zorunda kalmıştı.
Bu savaş, sosyalistlerin nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği konusunda bir tartışmaya da yol açacaktı. Kuveyt’i işgal eden ve ardından ABD saldırısına uğrayan Irak’a yönelik tutum ne olmalıydı? Kimi sosyalist çevrelerin bu yanıtı bozbulanık hale getirme yönündeki çabaları meselenin çok karmaşıkmış gibi algılanmasına yol açabilse de, aslında sorunun yanıtı o kadar da zor değildi:
“Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında «saldıran» da «saldırıya uğrayan» da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın «anayurdun savunulması» gibi bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, «kendi» hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler.” (Elif Çağlı, age, s.68)
Bu yanıtı bu kadar açık şekilde verebilmek için kuşkusuz öncelikle yürüyen savaşın nasıl bir savaş olduğu ve Irak’ın nasıl bir devlet olduğu net olarak tayin edilmeliydi. Ancak sosyalist çevrelerin sorunu da tam bu noktada kendini gösteriyordu. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de çeşitli çevreler, Irak’ı “ezilen”, ABD’yi ise “ezen” ulus olarak görüyor ve proletarya enternasyonalizminin komünistlere yüklediği görevi, “emperyalizmin yenilgisi ve Irak’ın askeri zaferi için mücadele” olarak tayin ediyorlardı. Bu tezi savunanlar, öncelikle ABD ile Irak arasında tarafsızlık politikasını ve buna dayanarak savunulan “savaşı iç savaşa çevir” sloganını reddediyorlardı. Çünkü onlara göre bu slogan ancak haksız ve emperyalist savaşlarda yükseltilebilirdi, oysa bu savaş ABD cephesinden emperyalist bir savaş olsa bile, Irak cephesinden haklı bir savaştı! Bu çevrelere göre, Irak’ın saldırganlığını ve Kuveyt’in haklarını öne sürerek tarafsızlığı savunmak “anti-emperyalist mücadeleyi” felç ediyordu. Doğru politika, gerici Saddam yönetimine rağmen Irak’ın yanında yer almaktı. Bu yaklaşımı, Saddam’a politik destek vermeksizin askeri destek sağlamak şeklinde ara formüllerle savunanlar da vardı.
Irak’ı “ezilen”, ABD’yi ise “ezen” ulus olarak görenler, ABD Irak’ta yenilirse emperyalizmin bir dönem boyunca felç olacağını ve zayıflayacağını savunuyorlardı. Elif Çağlı, bu doğrultudaki değerlendirmelerin, emperyalist güçlerin manevra olanaklarını hafife alan ve proletaryanın enternasyonal örgütlülüğünün ve mücadelesinin zorunluluğunu atlayan spekülatif tutumlar olduğunu ifade ederek 2002 Ağustosunda şu gerçekleri dile getiriyordu:
“Şu ya da bu emperyalist ülkenin küçük bir ülkede giriştiği maceranın yenilgiyle sonuçlanması, dünya genelinde işçi ve emekçi kitlelerin moralini yükseltse de, muhakeme tek boyutlu yürütülmemeli ya da böyle bir olasılık asla abartılmamalıdır. Enternasyonal düzeyde devrimci öncü ve örgütlülük olmaksızın, söz konusu durumların işçi sınıfının mücadelesinde kendiliğinden büyük fırsatlar yaratacağını ummak büyük bir hata olur. Aslında, büyük-küçük devlet muhasebesinde atlanan önemli bir nokta var. Büyük emperyalist güçler, kışkırttıkları bölgesel savaşlarda ya da nüfuz alanlarına yönelik askeri operasyonlarda, kendi çıkarlarına ters düşecek durumların içinden sıyrılabilmek, yenilgili bir durumu bir «zafer» olarak sunabilmek bakımından gerçekten de büyük bir manevra gücüne sahipler. Oysaki, aslında askeri bir müdahaleye konu olan küçük kapitalist ülkenin burjuva iktidarı aldığı bir yenilgi karşısında gerçekten de sarsıntı geçirebilmektedir. Kısacası, günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttığı bölgesel savaşlarda «burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim» diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler.” (age, s.75)
Irak’ın yanında yer almayı savunanların kendi tezlerini gerekçelendirmek üzere Marksizm adına verdikleri tarihsel örneklerin tümünün sömürge ya da yarı-sömürge bir ulusun sömürgeci ya da emperyalist güce karşı verdiği savaşlardan oluşması da, aslında bilinçli bir kafa karışıklığı yaratma çabasının ifadesidir. Bu noktada çeşitli Troçkist çevrelerin, Troçki’nin bu türden örnekler karşısında takındığı tutumla kendilerinin ABD-Irak savaşı karşısında takındıkları tutum arasında özdeşlik kurmalarıysa ibretlik bir çarpıtma örneğidir. Bu özdeşleştirmeyi bir yana bırakalım, Lenin ve Troçki gibi komünistlerin sömürge ve yarı-sömürgelerin verdiği ulusal kurtuluş savaşlarına yönelik tutumları da, söz konusu kesimler tarafından bu devrimci önderleri “ulusal savunu” yanlısı olarak göstermeye hizmet edecek şekilde çarpıtılmaktadır. Oysa bu devrimci önderler, sömürgelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarını, kapitalizmin gelişiminin önündeki engelleri temizleyerek proletaryanın gelişmesine hizmet edecek bir tarihsel adım olarak görüyorlardı. Sömürgelerin sömürgeci güçlere karşı yürüttüğü haklı savaşlara da bu bakış açısıyla yaklaşılıyordu. Lenin dönemi Komintern’i, sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadelenin “ulusal burjuvazinin amaçlarının altına imza atmak anlamına değil, sömürgelerin proletaryası için kurtuluş yolunun düzlenmesi anlamına geldiğini” üzerine basarak ifade ediyordu. Bunun yanı sıra, sömürge ülkeler açısından bile toptancı bir yaklaşım benimsenmiyordu. Sömürge sorununda izlenecek politikaların belirlenmesinde ekonomik durumun ve proletaryanın gelişmişlik düzeyinin ayrıntılı şekilde tahlil edilmesi gerektiğine dikkat çekilirken, ezilen sınıfların çıkarlarının “ulusal çıkar” adı altında gizlenmeye çalışılan egemen sınıfın çıkarlarından açıkça ayırt edilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Var olduğu hallerde proleter hareketin burjuvaziden bağımsız karakterinin koşulsuz korunması gerektiğinin de altı çiziliyordu. Yani her halükârda proletaryanın çıkarlarını esas alan bir bakış açısı söz konusuydu.
Troçki’nin bakış açısını belirleyen şey de tümüyle bu yaklaşımdı. Ne var ki, eskinin sömürge ya da yarı-sömürge ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuştuğu ve kapitalizmin gelişmesine paralel olarak proletaryanın bu ülkelerde belirgin bir güç haline geldiği bugünün dünyasında “ulusal savunu” adı altında sınıf işbirlikçi çizgiyi savunanlar utanmadan onu kendi küçük-burjuva çizgilerine alet etmeye kalkışıyorlar. Üstelik bunu, Troçki’nin iki kapitalist ülkenin savaş pozisyonu alması durumunda proletaryanın yaklaşımını son derece net bir şekilde ortaya koymuş olmasına rağmen yapıyorlar:
“Kapitalist ülkeler arasında bir çatışma sorununun bulunduğu böyle durumlarda bu ülkelerin herhangi birinin proletaryası, son tahlilde ulusun ve insanlığın çıkarlarıyla uyuşan kendi tarihsel çıkarlarını, burjuvazinin askeri zaferinin yüzü suyu hürmetine kurban etmeyi kesinlikle reddeder. Lenin’in «yenilgi ehven-i şerdir» formülü, düşman ülkenin yenilmesiyle karşılaştırıldığında kendi ülkesinin yenilgisi ehven-i şerdir anlamına değil; devrimci hareketin büyümesinden doğan bir askeri yenilgi proletaryaya ve tüm halka, «iç barış»la güvencelenen askeri zaferden sonsuz kez daha yararlıdır anlamına gelir. Karl Liebknecht savaş zamanında proletaryanın politikası için eşsiz bir formül vermişti: «Halkın baş düşmanı onun kendi ülkesindedir.» Muzaffer proletarya devrimi, sadece yenilginin neden olduğu olumsuzlukları düzeltmekle kalmayacak, aynı zamanda gelecekteki savaşlara ve yenilgilere karşı da nihai garantiyi yaratacaktır. Savaşa karşı bu diyalektik tavır, devrimci eğitimin ve bu açıdan aynı zamanda savaşa karşı mücadelenin de en önemli öğesidir.” (Troçki, Savaş ve Dördüncü Enternasyonal, marksist.com)
Irak ve Suriye gibi ülkelerin pre-kapitalist sömürgeler değil, siyasal bağımsızlıklarına onyıllar önce kavuşmuş ve belli bir gelişmişlik ölçeğine çoktan ulaşmış kapitalist ülkeler oldukları kimse tarafından reddedilmediğine göre, Troçki’nin bu satırlarının tartışmaya mahal vermeyecek kadar açık olduğu ortadadır. Yine Troçki’nin sözleriyle ifade edecek olursak, “ulusal savunu” politika ve ideolojisinden gerçek bir kopuş ancak uluslararası proleter devrim bakış açısı sayesinde olanaklıdır. İster milliyetçilik nedeniyle olsun, ister komünist hareketin verili örgütsüzlük ve güçsüzlük koşullarının proleter devrime yönelik inançsızlığı beslemesi nedeniyle olsun, bu perspektif bir kez kaybedildiğinde, ortaya çıkan manzara görüldüğü üzere içler acısıdır. Anti-emperyalizm adına Saddam’a, Kaddafi’ye, Esad’a, Taliban’a, Hamas’a, Hizbullah’a, hatta İran’daki molla rejimine destek!
Devrimci proletaryanın görevi üçüncü cepheyi yaratmaktır
Emperyalist ve haksız savaşlar her zaman birbirine aşağı yukarı denk güçler arasında yaşanmıyor, hatta genelde savaşan kapitalist devletler arasında belirgin bir güç dengesizliği söz konusu oluyor. Proletarya ve onun öncüsü olan komünistler, işte böylesi durumlarda, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi büyüğün karşısında küçüğü savunmakla değil, proleter devrim seçeneğini güçlendirmekle mükelleftirler.
Emperyalist ve haksız savaşlar Afganistan ve Irak’ta yaşandığı üzere fiili bir işgal durumuna da dönüşebilir. Bu gibi durumlarda komünistlerin görevi, “vatan savunusu” için ayağa kalkan tüm ezilen toplum kesimlerini işçi sınıfının hegemonyası altında birleştiren ve her iki burjuva cepheye karşı proletaryanın devrimci iktidarını hedefleyen bir üçüncü cepheyi, yani bağımsız sınıf cephesini yaratmak olmalıdır. Bu cephede proletarya, hem işgalci güçlere hem de yerli burjuvaziye karşı, iktidarı ele geçirme perspektifiyle savaşmalıdır. Bu gibi hallerde yerli burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda “anti-emperyalist” bir söylem tutturması, mağdur ve mazlumu oynaması, emekçileri yanıltmak ve peşine takmak için her türlü sahtekârlığa başvurması sıkça görülen olaylardır. İş, burjuvazinin bu tuzağına düşmeksizin bağımsız bir proleter sınıf hattı yaratabilmeyi ve bu hat doğrultusunda mücadeleyi örebilmeyi başarabilmektir. Burjuvazi kitleleri “ulusal çıkar” adına kendi çıkarlarının peşine takmaya çalışırken, komünistler proletaryanın sınıf çıkarlarını merkeze alarak sorunu “kapitalizm mi yoksa sosyalizm mi, kapitalist kamplardan birinin zaferi mi yoksa proleter devrim mi” şeklinde ortaya koymalı ve buna uygun bir mücadele hattı benimsemelidirler.
Böylesi bir savaşta diğer ülkelerin komünistlerinin desteği ise, saldırıya uğrayan devlete değil, söz konusu ülkedeki emekçilere yönelik bir destek olmalıdır. Kimileri bunu hayatta karşılığı olamayacak soyut bir formülasyon olarak nitelendirerek, saldırıya uğrayan devletin ordusunun saflarında savaşmayı kaçınılmaz bir durum olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa örneğin Körfez Savaşı sırasında, Irak’ta patlak veren Kürt ve Şii ayaklanmaları Saddam rejimine karşı başkaldırının mümkün olabildiğini göstermişti. Demek ki, Iraklı emekçilere önderlik edebilen bir devrimci parti olsaydı, bu parti hem Saddam’ı devirme hem de ABD saldırısını püskürtme perspektifiyle başarılı bir mücadele gerçekleştirebilirdi. Paris Komünü örneği de bize bu perspektifin doğru ve mümkün olduğunu göstermiştir.
Somut bir sorun olarak Suriye’ye gelecek olursak, her şeyden önce şunu saptamak gerekir ki, bugün Suriye’de yürüyen iç savaş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın doğrudan uzantısı olarak cereyan etmektedir. Bu savaşın bir cephesinde muhalif güçleri destekleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist Batı ittifakı, diğer cephesinde ise Esad rejimini destekleyen Rusya ve Çin yer almaktadır. Türkiye gibi alt-emperyalist güçlerin yanı sıra Katar’dan Suudi Arabistan’a irili ufaklı pek çok kapitalist ülke de bu bloklarda konumlanmış durumdadır. Bu noktada, Suriye’de devrimci proletaryanın hegemonyasında yaratılacak üçüncü cephe, hem Baas rejimine hem diğer burjuva muhalefet güçlerine hem de olası bir müdahalede emperyalist güçlere karşı iktidar hedefiyle mücadeleyi görev olarak önüne koymalıdır. Burjuvazi kendi iktidarını güvence altına almak için her türlü sahtekârlığa ve ihanete başvururken, komünistler, burjuvazinin “ulusal savunu” çığırtkanlığına karşı sınıf savunusunu öne çıkaran bir hat izlemelidirler. Sınıf bilincinin “yurtseverlik” adı altında milliyetçilikle iğdiş edilmesine izin vermemeli, savaşın doğurabileceği devrimci durumu proleter devrime dönüştürmeye odaklanmalıdırlar:
“Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle «ulusal birlik»i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva «ulusal ideoloji»nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. (…) Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar.” (Elif Çağlı, age, s.73-74)
link: İlkay Meriç, Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek, Şubat 2013, https://en.marksist.net/node/3197
Devlet Bireysel Emekliliği Neden Teşvik Ediyor?
Kapitalizm İşçinin Güvenliğine de Sağlığına da Zararlıdır