Dünyayı savaşla, kanla yeniden şekillendirmek ve paylaşmak isteyen emperyalist güçler, G-20 zirvelerinde, NATO toplantılarında ve kapalı kapılar ardında gerçekleştirdikleri daha nice toplantıda emperyalist planlarına yön vermeye çalışıyorlar. İşte böyle bir ortamda, baş “şekillendirici” Obama, başkanlık koltuğuna oturmasının ardından “ikili temas” niteliğindeki ilk denizaşırı ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Amerikan başkanlarının ilk ziyaretlerini gerçekleştirdikleri ülkelerin seçiminin bizzat bir mesaj niteliği taşıdığı söylenir. Böylesi bir dönemde Türkiye’nin seçilmesi de kuşkusuz tesadüf değildir. Bu seçimin yapılmasında birden fazla etken rol oynuyor.
Bilindiği gibi, Afganistan ve Irak işgalleriyle, Ebu Garib’le, Guantanamo’yla, ülke içinde ve dışında Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapılmasıyla, Filistin’deki İsrail katliamlarına apaçık destek verilmesiyle birlikte, özellikle Müslüman dünyada Amerikan karşıtı öfke ve Bush nefreti doruğa çıkmıştır. ABD, bu öfke ve nefret karşısında, siyah derili ve baba tarafından Müslüman kökenli bir başkanla imaj tazelemek isterken, Obama koltuğuna oturur oturmaz, “Müslüman dünyaya kardeşlik mesajı”nı bir İslam ülkesinden vereceğini söylemiştir. İşte böylesi bir dönemde Türkiye, ABD’nin bu ilişki düzeltme ve kamuoyu desteğini arttırma operasyonu için biçilmiş kaftan olarak sivrilmiştir. ABD, Davos’ta İsrail’e veryansın etme şovuyla Müslüman dünyanın gözdesi haline gelen Erdoğan’ın prestijinden yararlanmak istemiştir. Bunun yanı sıra, vazgeçilmez bir müttefik ve Bush döneminin sözcükleriyle “stratejik ortak” (Obama’nın deyimiyle “model ortak”) olan Türkiye’deki son derece yüksek Amerikan karşıtlığının makul düzeylere indirilmesi için de Obama’nın “sempatik” imajından faydalanılmaya çalışılmıştır. ABD’nin ve Obama’nın bunda son derece başarılı olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak ilk ziyaret için Türkiye’nin seçilmesinde işin bu kısmı daha çok şovdan ibarettir. Arka planda ise geniş kapsamlı talepler ve pazarlıklar yer almıştır.
Emperyalist planlar işlemeye devam ediyor
Her şeyden önce Türkiye ABD’nin emperyalist savaş planlarında stratejik role sahip olan bir ülkedir. Ne var ki, emperyalist efendinin her dediğini sorgusuz sualsiz uygulayan, ona koşulsuz boyun eğen ve kendisine verilenle yetinen sıradan bir güç de değildir. Aksine, Kafkas’lardan Ortadoğu’ya ve hatta Afrika’ya uzanan bölgede nüfuzunu genişletmeye ve emperyalistleşmeye çalışan bir güçtür. Tam da bu yüzden, kendi çıkarlarını baltalayacağını düşündüğü noktada emperyalist efendiye diklenmekte ve çeşitli nedenlerle ilişkilerin gerilmesine ve planların sekteye uğratılmasına yol açabilmektedir. Nitekim ABD’nin Irak işgali esnasında TBMM’den geçirilemeyen tezkere, savaş cephelerine emperyalist güçlerin talep ettiği sayıda askerin gönderilmemesi, ABD’nin askeri üslerinin sınırsız kullanımına izin verilmemesi, Kürt sorununun çözümü konusunda anlaşmazlığa düşülmesi gibi konular, Bush döneminde ABD ile ilişkilerin tökezlemesine yol açmıştır. Bunun da ötesinde, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla İsrail’e oldukça sert bir biçimde yüklenmesi, ABD’nin bölgedeki iki vazgeçilmez müttefikinin ilişkilerinin gerilmesine neden olmuştur. Ancak bu çıkış “monşer”lerin düşündüğünün tersine, ABD’nin Türkiye’yi cezalandırıp emperyalist planlarından dışlamasıyla değil, hasar alan ilişkileri onarmaya ve aradaki bağları güçlendirmeye çalışmasıyla sonuçlanmıştır. Büyük Ortadoğu planlarının altüst olmasını istemeyen ABD’nin üst düzey yetkililerinin, dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın ve ardından Obama’nın Türkiye ziyaretlerinin zamanlamasında besbelli ki yaşanan son gelişmelerin fazlasıyla rolü bulunmaktadır.
Bir diğer husus ise, Büyük Ortadoğu Projesinin ağırlık noktasının kaydırılmasının düşünüldüğü Afganistan cephesinde Türkiye’ye duyulan ihtiyaçtır. Obama, iktidara gelmeden önce de geldiğinde de Afganistan’a ağırlık vereceklerini ve Irak’tan çekilen askerlerin buraya kaydırılacağını ilan etmişti. Zira son aylarda iyiden iyiye kanlı bir cephe haline gelen Afganistan’da, ABD ve NATO güçleri daha fazla askere ihtiyaç duyuyor. Bunun yanı sıra savaş Pakistan’a da sıçramış bulunuyor. “Barış adamı” Obama bir yandan 83,5 milyar dolarlık rekor bir ek savaş bütçesi isterken, diğer yandan Afganistan’a 21 bin ek asker gönderme kararı aldı. Ancak ölüm makinesine bu kadarı yetmiyor ve daha fazla yeme ihtiyaç duyuyor. Bu durumda, NATO üyesi bir Müslüman ülke olarak Türkiye’ye ikili bir misyon biçiliyor. Bir yandan ihtiyaç duyulan askeri temin etmesi, ikincisi ABD ve NATO’nun Müslümanlarla savaştığı izleniminin yıkılması için bizzat Müslüman bir ülkenin güçlerinin kullanılması. Bunu sağlamak üzere son NATO zirvesinde Türkiye’den Afganistan’a daha fazla asker göndermesi (Afganistan’da şu anda cephe gerisinde yaklaşık 700 Türk askeri bulunuyor) talep edilmiştir. Obama’nın da ziyareti esnasında aynı talebi daha ayrıntılı bir şekilde ilettiğine kuşku yoktur.
ABD’nin Irak’taki askerlerinin bir bölümünü çekme kararı alması, bu askerlerin tahliye edileceği güzergâh konusunu da gündeme getirmiştir. Türkiye’den talep edilen konulardan biri de Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden çıkışına izin verilmesidir. Ayrıca, Özbekistan ve Kırgızistan’daki askeri üslerinin kapanmasının ardından Türkiye’deki askeri üslerinin önemi artan ABD’nin, Türkiye’den İncirlik’i dilediği gibi kullanmayı ve yeni üsler kurmayı istediği de bir sır değildir. Böylece Türkiye gerek askerleriyle, gerek üsleriyle, gerek emperyalist güçlerin emrine sunulan hava ve kara sahasıyla savaşa daha aktif biçimde dahil edilmek isteniyor.
ABD’nin Ortadoğu’da koçbaşı olarak kullanmak istediği Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç Irak’tan çekilmenin ardından daha da artacaktır. Türkiye’nin İran’ın bölgedeki nüfuzunun kırılması için en önemli güç olarak görüldüğü açıktır. Bunun yanı sıra, işgal sonrası Irak’ın geleceği açısından da Türkiye kilit bir rol oynuyor. Şimdiden, gerek Irak Kürdistanı gerekse Irak’ın bütünü Türk firmaları için önemli bir pazar haline gelmiştir. Talabani ve Barzani’yle o kadar sürtüşmeye rağmen, Türkiye çoktandır Irak Kürdistanı’nın “inşasını” da üstlenmiş durumdadır.
Ziyareti sırasında Obama, Ortadoğu’da Türkiye’nin arabuluculuğunun çok önemli olduğunu söyleyerek ve Hamas’ın ehlileştirilmesi, Suriye ve İran’ın yola getirilmesi konusundaki çabalarını takdir ederek TC’nin ve Erdoğan’ın gururunu okşadı. Pastadan pay kapma sevdası içindeki küçük ortaklarsa görevlerini “yeni Osmanlı” böbürlenmeleriyle yerine getiriyorlar. ABD’de devlet güçleriyle iç içe geçmiş çeşitli “strateji” kurumlarının raporlarında son dönemlerde bu şişinmeyi besleyecek “öngörü”lere yer verilmesi boşuna değildir. Afrika’dan Orta Asya’ya Türkiye’nin bölgenin en büyük gücü olarak sivrileceği, Osmanlı kökenlerinin bunu kolaylaştıracağı yolundaki yorumlar, dincisi, liberali, ulusalcısıyla tüm milliyetçilerin koltuklarını kabartmaktadır.
Obama, Türkiye’nin Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu gibi kangrenleşmiş politik meselelerini de gündeme taşıdı ve liberallerin ve AKP yandaşlarının “çözüm” umutlarını alabildiğine arttırdı. Söz konusu cenah bu sorunlara “ABD’nin ve Allahın izniyle” birkaç hafta içinde çözülüp tarihe karışacak meseleler olarak bakmaya başlamıştı. Ne var ki kazın ayağı hiç de öyle olmadı. On gün zarfında her üç sorunda da birbiri ardı sıra patlak veren gelişmeler, hayal balonlarını birer birer söndürüp bu cenahta soğuk duş etkisi yarattı.
Kürt konferansından DTP operasyonuna
Bilindiği gibi Obama’nın gelişini önceleyen süreçte, Irak Kürdistanı’nın baş şehri Hewler’de (Erbil) Fethullah Gülen destekli Abant Platformu tarafından “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı bir konferans düzenlenmiş ve bu konferansa Türkiye’nin yanı sıra Irak Kürdistanı’ndan da çok sayıda isim katılmıştı. Konferans sonrasında, liberaller ve AKP’ye yakın çevreler Kürt sorununda çözümün kapıda olduğunu söyleyerek bu işe bitti gözüyle bakmaya başlamışlardı. ABD’nin destek verdiği bu emperyalist çözüm, esas olarak, silah bırakan dağ kadrolarının genel af yoluyla Türkiye’ye dönüşlerinin önünü açmak ve yönetici kadrolarının Avrupa ülkelerine yerleştirilmesini sağlamak suretiyle PKK’nin tasfiyesini öngörüyordu. Bunun karşılığında Kürtlere bir kısım demokratik hakları tanınacak, Irak Kürdistanı’nıyla ilişkiler de normalleştirilecekti. Nitekim konferansın hemen ardından “Kuzey Irak”ın “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” olduğu keşfedildi ve onu izleyen dönemde medyamız “Kürdistan” sözcüğüyle sık sık hemhal olmaya başladı.
Bu arada Kürdistan’ın dört parçasından katılacak temsilcilerin Nisan sonuna doğru Erbil’de toplayacakları geniş katılımlı bir Kürt Konferansında sorunun enine boyuna ele alınacağı ve “çözüm”e doğru önemli bir adım atılacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Obama’nın ziyareti esnasında yaptığı vurgular da bu beklentiyi fazlasıyla güçlendirdi. Liberal tayfa, ABD’nin destek verdiği bu konferansa büyük bir önem atfediyordu. Ancak daha Obama’nın sıktığı eller soğumadan, söz konusu konferansın belirsiz bir tarihe ertelendiği açıklandı. Arkasından da Türkiye çapında DTP’ye yönelik büyük bir saldırı operasyonu başlatıldı. Böylece dağdakini düz ovada siyasete davet edenler, düz ovada siyaset yapanlara dağın yolunu gösterme geleneğinin kolayına terk edilmeyeceğini bir kez daha ispat ettiler. Bugün gelinen noktada Kürt sorununda liberallerin yaydığı umutların ne denli boş olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Kafkaslar’da emperyalist planlar
Bilindiği gibi, Kafkaslar’da enerji kaynaklarını ve hatlarını kendi kontrolüne almak isteyen ABD ve AB açısından Ermenistan, stratejik konumu olan fakat Rusya’nın nüfuz alanı içinde bulunan bir ülke. Ermenistan’ın Rusya’yla yakınlığı Batı’yı oldukça rahatsız ederken, bu ülkenin Batı emperyalizmiyle yakınlaşmasının sağlanması için Türkiye ile arasındaki gerilimin bir an önce son bulmasına ihtiyaç duyuluyor. Ermenistan’ın Batı’ya açılan tek sınır kapısının Türkiye oluşu bu ihtiyacı alabildiğine yakıcılaştırıyor. Bu nedenle son bir yıldır görüşmeler hız kazanmış ve sınır kapısının bugün yarın açılmasına kesin gözüyle bakılmaya başlanmıştı.
Ancak tam da Obama’nın ziyareti sırasında bu konuda Türkiye ile Azerbaycan arasında büyük bir kriz patlak verdi ve süreçten tümüyle haberdar olmasına rağmen Azerbaycan beklenmedik şekilde mız çıkarmaya başladı. Dağlık Karabağ sorunu halledilmeden Ermenistan sınır kapısının açılmasını ihanet addeden Azerbaycan, işi tehdit boyutuna vardırdı. Azerilerin Eurovizyon’da Türkiye’yi desteklemeyeceği yolundaki basit restini, İlham Aliyev’in “Medeniyetler İttifakı” toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye gelmemesi izledi. Hemen ardından Rusya’ya giden İlham Aliyev’in cumhurbaşkanı Medvedev’le konuşurken “Rusya bizim dostumuz, komşumuz ve stratejik ortağımızdır” demesi, kuşkusuz AB’ye, ABD’ye ve onun “stratejik ortağı” Türkiye’ye verilmiş bir gözdağıydı.
Bu anlaşmazlığın, Nabucco doğalgaz hattı projesi ve diğer büyük enerji projelerinin sıcak gündem oluşturduğu günlerde patlak vermesinin Türkiye, ABD ve AB’yi özellikle rahatsız ettiği ortadadır. Son AB zirvesinde Nabucco “öncelikli altyapı projesi” olarak ilan edilmiş ve bu yaz başında anlaşmanın imzalanması öngörülmüştü. Batı açısından Rusya’nın by-pass edildiği bu proje Hazar’dan çıkan Azeri gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya dağıtılmasını öngören çok büyük bir proje. Boru hattının Türkiye’ye gelene kadar hangi güzergâhı izleyeceği henüz kesinleşmiş değil. Gürcistan üzerinden ya da Dağlık Karabağ’ı içine alacak şekilde Ermenistan üzerinden geçmesi şeklinde iki alternatif mevcut. Ermenistan elbette ikinci seçeneğin hayat bulmasını istiyor. Ama bunun için Türkiye’nin sınır kapısını açması, Ermenistan’ın da Batı açısından güvenilir bir müttefik olduğunu göstermesi gerekiyor. Ancak tüm görüşmeler bu yönde ilerlerken, öyle görünüyor ki Rusya da boş durmamıştır. Dağlık Karabağ’da Ermenistan’ı sıkıştırmak ve yüksek fiyatla doğalgaz alımı yapma vaatleriyle Azerbaycan’ı yanına çekerek Nabucco projesinin altını oymaya girişmiştir. Çok açıktır ki, Azerbaycan doğalgazının tamamının Rus Gazprom şirketine satılması konusundaki görüşmeler olumlu sonuçlanırsa Avrupa’nın ve Türkiye’nin Nabucco doğalgaz hattı aracılığıyla Azerbaycan’dan gaz alma ve Rusya’ya bağımlılıktan kurtulma projeleri ciddi ölçüde zarar görecektir.
Bu ülkeyle tarihsel bağları son derece güçlü olan Rusya, bütün bu hamlelerle, Azerbaycan’ı Batı ittifakından koparmanın yanı sıra Ermenistan’ı da kaybetmemeye çalışıyor. Dağlık Karabağ sorununun Türkiye’yle restleşecek kadar kızıştırılmasında önemli bir rol oynayan Rusya, Ermenistan’ın Batı ablukasına alınması ve kendisini dışlayarak yapılan enerji hattı planlarına karşı, Batı’nın müttefik olarak gördüğü Azerbaycan üzerinden dişini gösteriyor.
Şimdilerde, Ermenistan ve Türkiye’nin, sınırların açılması, ticari ilişkilerin geliştirilmesi, karşılıklı büyükelçiliklerin açılması, soykırım meselesinin tarihçilerden oluşan bir ortak kurulca ele alınması gibi konuları içeren bir “yol haritası” üzerinde uzlaştıkları açıklanıyor. Ancak bu uzlaşmanın imzaya döküleceği güne kadar, bu pilav daha çok su kaldıracağa benzer.
Tüm bu yaşananlar, milliyeti ne olursa olsun burjuvazi için önemli olanın halklar arasındaki husumetlerin giderilmesi, kardeşleşmenin sağlanması değil maddi çıkarlar olduğunu gösteriyor. Türk, Ermeni ve Azeri halkları, egemenlerin çıkarları uğruna birbirlerine düşman kılınıyor, sınırlar kapatılıyor, Ermeni halkı izole edilip açlığa, işsizliğe mahkûm ediliyor. Enerji kaynaklarını daha fazla yağmalayabilmek, bölgeyi daha fazla sömürebilmek için burjuvazi bildik oyununu oynayarak halkları birbirine düşürmeye devam ediyor.
Kıbrıs’ta emperyalist planlar
Nicedir gündemde olan emperyalist “çözüm” planlarından biri de Kıbrıs’ta yürürlüğe sokulmaya çalışılmaktadır ve Obama’nın ziyaretinde bu konu da ele alınmıştır. Bilindiği gibi, Kıbrıs’ta Talat ve Hıristofyas öncülüğünde yürütülen müzakere süreci aylardır ser verilip sır verilmeden devam ettiriliyor. Gelinen aşamada Talat müzakere başlıklarının hemen hepsinde anlaşmaya yaklaşıldığını söylüyor. Açıklamalarına bakılırsa, görüşmelerin Haziranda tamamlanacak ilk turundan sonra, “al-ver” süreci üç ay içinde bitirilip derhal referanduma gidilecek.
Ancak Kıbrıs sorunu neredeyse çözüldü gözüyle bakanlar bugünlerde bu konuda da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Çünkü Kıbrıs’ta 19 Nisanda gerçekleştirilen parlamento seçimleri, UBP’nin yeniden iktidara gelmesiyle ve Derviş Eroğlu’nun bir kez daha başbakanlık koltuğuna oturmasıyla sonuçlandı.
Seçimlere on gün kala Ergenkon’un Kıbrıs ayağının unsurları olarak Eroğlu ve Denktaş’ın adı sivriltilmiş ve ifadelerine başvurulacağı söylentileri dolaşmıştı. Bu adımın zamanlaması dikkat çekiciydi ve açıkça AKP’nin CTP’ye destek operasyonu olarak görülüyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Talat’ın partisi olan ve iktidarda bulunan CTP’yi bu destek bile kurtaramadı ve UBP seçimleri açık farkla kazandı. Peki Kıbrıslılar neden bir zamanlar el-aman diyerek başlarından def ettikleri UBP’yi yeniden başa geçirdiler?
Şurası açık ki, Kıbrıslı Türkler, “çözüm” vaatleri yüzünden başa getirdikleri, ancak bu vaatleri doğrultusunda TC’den bağımsız tek bir adım atmayan CTP’ye güvenlerini kaybettiklerini göstermişlerdir. Ama bundan önemlisi, ekonomik kriz nedeniyle daha da yoksullaşmalarına ve kendilerine yeni iş olanakları yaratılmamasına duydukları tepkiyi dile getirmişlerdir. Nitekim UBP’nin seçim programında ana unsur Kıbrıs sorunundaki farklı tutumlar değil ekonomideki kötü gidişatın durdurulması vaadiydi. Kuşkusuz bu konuda UBP’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Aksine, TC’ye göbekten bağımlılığın devamını savunan politikaları, durumu uzun vadede daha da ağırlaştıracaktır. TC statükocularının adadaki uzantısı olan, on yıllardır birleşme sürecini baltalamaya çabalayan ve “çözümsüzlük çözümdür” siyasetini benimseyen UBP, bugün CTP’nin Kıbrıs Rumlarınca da kabul gören “federal yapıda, tek bir egemen Kıbrıs devleti” formülasyonu karşısına “eşit/ayrı egemenlik ve konfederasyon” savunuculuğuyla çıkıyor.
Kuşkusuz UBP’nin bu sürecin ilerleyişinde nasıl bir faktör olarak boy göstereceği, tıkayıcılığa eskisi gibi devam edip etmeyeceği, KKTC’den çok, TC’nin dengelerine ve AKP hükümetinin bunları gözeterek izlediği iç ve dış politikalara bağlı olacaktır. Ancak UBP’nin süreci elinden geldiğince zora sokmaya çalışacağına da hiç şüphe yoktur.
İster Ortadoğu olsun ister Balkanlar, ister Kıbrıs olsun ister Kafkaslar, tarihsel deneyim, emperyalist planların halklara barış ve huzur getiremeyeceğini sayısız kez kanıtlamıştır. Halklar arasındaki kardeşleşmeyi ancak işçi ve emekçi sınıflar iktidarı kendi ellerine alarak gerçekleştirebilirler. Ancak o zaman tüm sınırları yıkıp, dünyanın bütün zenginliklerini insanlığın hizmetine sunabilirler. Hiç kimsenin açlık çekmeyeceği, işsiz kalmayacağı, köle gibi çalışmaya mecbur olmayacağı, kısacası insanın insanım diyebileceği ve insan gibi yaşayacağı barış ve kardeşlik dolu bir dünya için isyan ateşini körükleyelim!
link: İlkay Meriç, Obama’nın Ziyareti ve Emperyalist Planlar, 14 Mayıs 2009, https://en.marksist.net/node/2113
Erol Zavar’a Özgürlük!
Avusturya’da Dev İşçi Mitingi