Suriye’de 1963’ten beri iktidarda olan BAAS rejimi, HTŞ güçlerinin 7 Aralıkta Şam’ı ele geçirmesinin ardından yıkıldı. Esad Rusya’ya kaçtı ve HTŞ’nin şefi Ebu Muhammed Golani kod adlı Ahmed Şara liderliğinde bir “geçici hükümet” kuruldu. Savaş uzun bir süredir rölantide tutulurken, cihatçı çeteler İdlib’e hapsolmuşken, aniden patlak veren ve baş döndürücü bir hızla gelişen olaylar sadece Türkiye’de değil tüm dünyada gündemin ilk sıralarına oturmaya devam ediyor. Batılı emperyalist devletlerin birbiri peşi sıra yeni sürece ilişkin değerlendirmelerde “Suriye iç savaşı”, “muhalif savaşçılar” gibi nitelendirmeler ağırlıklı yer tutuyor. Bunların doğal bir uzantısı olarak da “Suriye devrimi” nitelendirmesi sıkça kullanılıyor. Bu sürece kendi yönetimindeki SMO aracılığıyla askeri olarak müdahil olan ve yeni yönetimin şekillenmesinde etkin olmaya çalışan Erdoğan rejimi de, tüm resmi söyleminde ve medyasında, olanı biteni “devrim” olarak adlandırıyor. Emperyalist güçlerin ve Türkiye gibi bölge güçlerinin, yürüttükleri gerici ve kanlı politikaların sonuçlarını ve bundan sonra atacakları adımları meşrulaştırmak üzere kullandıkları bu manipülatif dil, Esad rejiminin yıkılmasının Suriye halkının mücadelesinin ürünü ve zaferi olarak algılanmasını sağlamayı hedefliyor. Oysa gerçekliğin bununla hiçbir ilgisi yoktur.
2011’de patlak veren halk isyanından itibaren Suriye savaşının çeşitli evreleri, Marksist Tutum’da yayınlanan pek çok yazıda ele alındı. Analizimizin temel noktalarını, burjuva odakların “Arap Baharı” olarak adlandırdıkları sürece ilişkin ilk değerlendirmelerimizden başlayarak kısaca hatırlatalım.
Suriye’deki halk isyanı, 2010 Aralığında Tunuslu bir genç işçinin kendisini yakmasıyla başlayan ve birkaç hafta içinde önce Mısır’a, ardından da Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun geneline yayılan Arap isyanları sürecinin bir parçasıydı. Bu süreçte bölgedeki milyonlarca emekçi önce “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” gibi taleplerle ayağa kalktı. Fakat onyıllardır halkları ağır baskılara maruz bırakan Bonapartist diktatörlükler kitleleri kanla bastırmaya kalkınca durum değişti ve eylemler kısa süre içinde doğrudan işbaşındaki rejimleri hedef alan isyanlara dönüştü. “Halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganıyla sembolize olan bu isyanlar sonucunda Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek ve Yemen’de Salih diktatörlüğü yıkıldı.[1] Fakat işçi sınıfının devrimci örgütlülükten yoksun oluşu, onu daha baştan iktidar hedefinden de uzak tuttuğu gibi hareketin burjuva güçler tarafından rayından çıkarılıp ezilmesine de yol açtı. Mısır örneğinde görüldüğü gibi karşı-devrimlere de tanık olunan bu aşamadan itibaren slogan değişip “devrimimizi çaldılar”, “halk yeni bir devrim istiyor” haykırışlarıyla yeni kalkışmalar yaşansa da, bu örgütsüz çıkışlar uzun soluklu bir mücadeleye evrilemedi. Libya’da patlak veren halk isyanı ise çok kısa sürede burjuva güçler arasındaki kapışmaya dönüştü ve bu kapışmaya Batılı emperyalist güçler de “demokrasi ve özgürlük” nutuklarıyla müdahil oldular. Kaddafi rejimi birkaç ay dayandıktan sonra NATO bombardımanları eşliğinde yıkılırken, bu durum aynı zamanda sürecin bariz bir şekilde nitelik değiştirdiğinin de göstergesi oldu. O günlerde kaleme aldığımız bir yazımızda şu değerlendirmeyi yapmıştık:
“Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Bahreyn’e, Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada yaşananlar, sorgulanamaz ve hesap sorulamaz otoriter tek parti rejimlerine dayanarak türlü ayrıcalıklarla ve her türlü yolsuzlukla muazzam servetler edinen burjuva egemenlerin ve bu sınıfın bir parçasını oluşturan asker-sivil bürokrasinin, iktidarlarını tehdit eden köklü reformlara kendiliklerinden girişmelerinin boş bir beklenti olduğunu göstermektedir. Yaşadığımız bu örneklerin gösterdiği bir başka olguysa, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak varlık gösteremediği koşullarda, burjuva güçlerin devrimci durumları kolaylıkla pörsütüp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebildikleri gerçeğidir. Emekçi kitlelerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde harekete geçememeleri halinde, dizginler emperyalist güçlerin ve onların yerli burjuva işbirlikçilerinin eline geçmektedir. Bugün Baas diktatörlüğünün anti-demokratik karakterini öne çıkaran emperyalist güçlerin amacı elbette Suriye halkını demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak değil, kendi çıkarlarıyla uyumlu politikalar izleyecek bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlamaktır.” (İlkay Meriç, Baas ve Emperyalizm Kıskacında Suriye, Eylül 2011)
Arap isyanı dalgası 2011 Martında Suriye’ye de sıçramış, bu ülkede de çeşitli renklerden muhalifler Baas diktatörlüğüne karşı ayaklanmıştı. Ne var ki kısa bir zaman zarfında isyanın da isyancıların da niteliği çeşitli açılardan değişime uğradı ve emperyalistlerin müdahalesiyle ülke gerici bir iç savaşa sürüklendi. O dönemde kaleme aldığımız bir yazıda durumu şöyle değerlendirmiştik:
“İşçi ve emekçi kitlelerin bağımsız bir örgütlülükten yoksun durumda oldukları Suriye’de, iç savaş burjuva güçler önderliğinde ve onlar arasında bir iktidar savaşı olarak yürüyor. Bir yanda burjuva Baas rejiminin, diğer yanda ona muhalif olan burjuva güçlerin konumlandığı ve emperyalist güçlerin de aynı konumlanış içinde saf tuttuğu bu iç savaşta, emekçi halk kesimleri ya arada kalıyorlar ya da iki taraftan birinin yanında yer almaya mecbur oluyorlar. Yıllardır zorba bir diktatörlük olarak Suriye halklarının tepesine çöreklenen Baas rejiminin yıkılması gerektiği açıktır. Ne var ki bu bizzat iktidarı ellerine almak üzere harekete geçen emekçi kitleler tarafından gerçekleştirilmedikçe, yoksulluğun son bulduğu, eşit, özgür, adil ve demokratik bir toplum hayalinin hayat bulması mümkün değildir. Baas rejimine karşı mücadele eden burjuva güçlerin niyeti halkın bu haklı taleplerini karşılamak değil, kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir baskı rejimi kurmaktır.” (İlkay Meriç, Suriye’de İç Savaş Tırmanırken, Aralık 2012)
İlerleyen süreçte, “muhalifler” denen grupların bileşimindeki ağırlık dışarıdan getirilen cihatçı güçlere doğru bariz bir kayma gösterirken, Suriye’deki isyan hareketi yerini emperyalist savaşa bıraktı. Bu savaşta Avrupa devletleri, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin büyük bir bölümü ABD cephesinde saf tuttular. Rusya ise 2015’te askeri gücüyle Suriye sahasına girerek İran ve Hizbullah’la birlikte Esad rejimine arka çıktı.
Batılı emperyalistler ve müttefikleri, pek çok ülkeden akışı sağlanan militanlarla, bizzat Türkiye’nin askeri eğitim merkezi haline dönüştürülmesiyle, oluk oluk akıtılan para ve askeri teçhizatla besleyip büyüttükleri cihatçı çeteleri “özgürlük savaşçısı” ilan ettiler. Bunları kullanarak Baas rejimine karşı yürüttükleri savaşı ise “Suriye’yi özgürleştirme mücadelesi” olarak lanse ettiler. Bu süreçte çeşitli adlar altında cihatçı “ordu”lar, “konsey”ler, “koalisyon”lar imal edip bunları Suriye halkının meşru temsilcileri olarak sundular. Oysa bu apaçık bir yalandı. Suriye savaşının onuncu yılında kaleme aldığı yazısında Kerem Dağlı, emperyalist güçlerin ve bölge güçlerinin hegemonya, nüfuz ve kâr uğruna bir ülkeyi nasıl yıkıp yaktıklarını ve halkları nasıl felâkete sürüklediklerini resmedip şöyle devam ediyordu:
“Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında tüm Ortadoğu’da kendisine karşıt rejimleri devirmeye çalışan ABD emperyalizmi, Suriye’de oluşan fırsatı kaçırmamış ve Suriye’yi savaş cehenneminin alevleri arasına atmıştır. ABD’den sonra Suriye savaşının ve ortaya çıkan ağır tablonun en büyük sorumlularından biri ise Türkiye’dir. Bugün uluslararası alanda da genel olarak kabul edildiği üzere Türkiye, Suriye’deki İslamcı-cihatçı grupların en büyük hamisi, destekleyicisi ve üssü pozisyonunda olmuştur. Erdoğan rejimi açısından Suriye savaşı, kendi emperyal hayallerini hayata geçirmenin ve Kürtlerin önünü kesmenin bir aracı olarak görülmüştür. Kuşkusuz ABD ve Türkiye’yi diğer emperyalist-kapitalist ülkeler izlemiştir ama bu iki ülkenin rolü başattır. Rusya açısından Ortadoğu’ya ve sahalara geri dönüşün adresi olan Suriye, İran içinse tıpkı Irak gibi, kendisine yönelik başlatılabilecek savaşın ön cephelerinden biriydi. İsrail de İran’ın ve onun uzantısı olan Hizbullah’ın Suriye’de tutunmasını önlemek istemekte, bu ikisini Lübnan’da da zayıflatmaya uğraşmaktadır. Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkeleri açısından da İran’ın bölgedeki etkisini kırmak bakımından Suriye savaşı önemlidir. Hiçbiri kendi çıkarları uğruna Suriye halklarını ateşe atmaktan çekinmemiştir.” (Kerem Dağlı, Suriye Savaşının 10 Yılı: Bir Halkın Felâketi, 12 Mayıs 2021)
Emperyalist savaşın korkunç bir yıkıma yol açtığı ve Esad zulmünün aynı hızla devam ettiği Suriye’de, bu savaş yüzünden yarım milyondan fazla insan hayatını kaybetti, 2 milyondan fazlası yaralandı; 8 milyon Suriyeli başka ülkelere sığınmak, bir o kadarı da ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Ülkeyi bin bir zorlukla terk eden binlerce Suriyeli ise Ege ve Akdeniz’de boğularak can verdi.
14 yıllık bu bilançonun ardından bugün Esad rejimi, ABD-İngiltere’nin beslediği, Türkiye’nin buna aracılık ettiği İslamcı HTŞ güçleri tarafından yıkılmıştır. Bunun 12 gün gibi kısa bir süre içinde başarıya ulaşmasına giden yol, İsrail’in bir yıldır Filistin’i tarumar eden, Hamas’ı ezen, Hizbullah’a ağır kayıplar verdiren, İran’ın bölgeye uzanan kolunu kanadını kıran saldırılarıyla ve belli ki Rusya’nın ABD’yle yaptığı pazarlık sonucunda Suriye’yi terk etmesiyle düzlenmiştir. Sürece emri altındaki SMO güçleriyle müdahil olan ve HTŞ üzerindeki etkisini kullanan TC de ona biçilen rol ve açılan alanda, emperyalist emelleri doğrultusunda mümkün olan en geniş nüfuzu oluşturmaya ve en büyük ganimeti elde etmeye çalışmaktadır.
Evet Esad devrilmiştir ama 14 yıl önce ayağa kalkan emekçi kitlelerin, iş, aş, demokrasi, özgürlük, adalet taleplerinin HTŞ’nin kuracağı yeni burjuva rejim tarafından karşılanmasını beklemek en hafif tabirle saflık olacaktır. Ahmed Şara şimdiden, anayasa yapımının 3 yılı, seçimlerin 4 yılı bulacağını söylemektedir. Ekonomik yıkıma uğrayan ülkeyi ayağa kaldırmak adına uygulanacak IMF politikalarının sonuçları ise bellidir. Öte yandan Türkiye’nin gözünü oymak için an kolladığı, yeni rejimin demokratik bir statü verme konusunda hiçbir umut vermediği Suriye Kürtlerinin kaderi halen belirsizdir. Dürzilerin federasyon talepleri de kesin bir dille reddedilmiştir. Cihatçı çetelerin Alevilere yönelik zulmü devam ederken, son günlerde buna karşı kitlesel protestolar yaşanmış, ama bunlar HTŞ tarafından terörle bastırılmıştır. Bu arada ABD’nin IŞİD’le mücadele eden Kürtlere arka çıkar görünerek petrol kaynakları üzerine çöreklenme hesapları, ülkenin güney sınırını işgal eden ve bu işgali giderek genişleten İsrail’in Dürziler üzerinden kurduğu planlar, İran’ın Aleviler üzerinden pusuda beklediği de açıktır. İngiliz emperyalizmi ise tüm siyasi tabloyu el altından şekillendirmeye koyulmuş bulunmaktadır.
Daha ilk günlerde yaptığımız tespitler ve işçi sınıfının karşı karşıya olduğu göreve dair vurgularımızın doğruluğu tekrar tekrar kanıtlanmıştır:
“Diktatörler kendi rejimlerini korumak ve egemenliklerini sürdürmek için halkı katlederken, pazar ve yatırım alanlarını, enerji kaynaklarını ele geçirmek ve buna uygun siyasi rejimler kurmak isteyen emperyalist güçler de «demokrasi» ve «özgürlük» vaadiyle sürece müdahale ediyorlar. Kapitalizm varlığını koruduğu müddetçe bu gerçekten kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Dolayısıyla emekçiler emperyalistlerin «insani niyet» söylemlerine kanmamalıdırlar. İşçi sınıfı, kurtuluşu emperyalist güçlere ve burjuvaziye havale ederek, ezilen, sömürülen, baskı ve zulme uğrayan sınıf kardeşlerine yardım edemez. Otoriter rejimlere en ufak bir destek sunmamak ve on yıllardır uğradıkları baskı karşısında ayağa kalkan emekçi kitlelerin yanında yer almak işçi sınıfının enternasyonalist görevidir. Ama aynı görev, emperyalist tertiplere ve emperyalist savaşlara amansızca karşı çıkmayı da gerektiriyor.” (İlkay Meriç, Baas ve Emperyalizm Kıskacında Suriye, Eylül 2011)
Suriye’de Esad rejimi tam da Arap isyanları dalgasının 14. yıldönümünde yıkıldı. Esad, Rusya, İran ve Hizbullah’tan aldığı destekle emperyalist müdahaleye en uzun süre dayanan diktatör oldu. Peki tek adam rejimlerinin isyanların ilk döneminde yıkıldığı diğer ülkelerde ne oldu? Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de, Libya’da? Ya da benzeri rejimlerin daha geç yıkıldığı Cezayir’de, Sudan’da? Bu ülkelerin hiçbirinde bıraktık emekçilerin iktidarı ele geçirmelerini, burjuva demokrasisi bile inşa edilemedi. Burjuva güçler arasındaki iktidar kapışması pek çoğunda çok kanlı geçerken, neredeyse tümünde istikrar adına darbeci güçler yönetimde. Ekonomik yıkım da tümünün ortak noktasını teşkil etmeye devam ediyor. Buna karşı IMF programlarına başvurulması ve emekçilerin inim inim inlemeye devam etmeleri de öyle. Pek çoğu savaştan bile kurtulabilmiş değil.
Tablo buyken, şimdi de burjuva kesimler Esad rejiminin yıkılışını “devrim” olarak nitelendirerek gerçeklerin üzerini örtmek istemektedirler. Günlerdir Suriye fatihi pozları kesen Erdoğan, Suriye konusundaki her cümlesinde Suriye devriminden, bunu Suriye halkının başardığından dem vurmaktadır. Medyasından, sözde yardım kuruluşlarına rejimin tüm aygıtları “Suriye devrimi” güzellemelerinde birbiriyle yarışmaktadır. Mesela bir İHH yöneticisi, yaşananların “gerçek bir halk devrimi” olduğunu, Suriye sokaklarında insanların gözlerinden umut, sinerji ve moral ışıltıları fışkırdığını söylemektedir.[2]
Peki bu devrim sevdası nereden çıkmıştır? Bu kavramla kitlelere verilen mesaj açıktır: Suriye’de çok güzel şeyler oluyor, olacak ve bundan biz de nasipleneceğiz! Doğrusu işçi sınıfının bilinçsizlik ve örgütsüzlüğünün tavan yaptığı bugünün koşullarında, emperyalist heveslerin gizlendiği bu manipülasyon hedefine ulaşmakta zorlanmamakta ve kafaları fazlasıyla karıştırabilmektedir.
Arap isyanlarının patlak verdiği ilk dönemlerde, burjuva güçlerin yaşananları iştahlı bir şekilde “devrim” olarak nitelendirmeleri karşısında şu gerçeklere dikkat çekmiştik:
“(…) dünya ölçeğinde burjuva düzen güçleri ve onların medyası, özellikle liberal eğilimli olanları, bölgede yaşanan kalkışma sürecini çok geçmeden «devrim» olarak nitelendirmeye başladı. (…) Ortada bu kavramı hak edecek ciddi bir değişim henüz olmadığı halde burjuva medyanın bu devrim kavramına böylesine şevkle sarılması düşündürücüdür. Miadı dolmuş ve emperyalistler açısından da artan ölçüde sıkıntı kaynağı olmaya başlamış Bonapartist diktatörlerin, yüklü servetleriyle birlikte sahneden çekilmesi dışında bir değişim henüz gerçekleşmemiştir. Devlet aygıtı temel kurumları itibariyle eski haliyle yerli yerinde durmaktadır. Birkaç kişi dışında eski düzenin yüksek katlarında yer almış kişilerin neredeyse tamamı hâlâ görevlerinin başındalar. Dahası bunlar «geçiş dönemini» yönetiyorlar.
“Hal böyleyken devrim kavramının bu gerici düzen odaklarının ağzında bu denli sakız olması aklı başında her bilinçli emekçi için bir uyarı işareti olmalı. Devrim için mücadele eden devrimciler, tüm dünyada burjuva medyanın da bir parçası olduğu düzen güçlerinin akla hayale gelmedik saldırılarına, baskılarına, zulümlerine maruz kalmışken ve halen de kalmaktayken, bunların birden devrim sevdalısı kesilmeleri, başka şeylerin yanı sıra, devrim kavramının bilinçli biçimde iğdiş edilmesi anlamına geliyor.
“2000’li yıllarla dünya çapında içine girdiğimiz kapitalizmin derin bunalımı ve devrimci mücadeleler döneminde, emperyalist propaganda makinesi kitlelerin bilincine gerçek devrim kavramı yerine kendisinin sunduğu sulandırılmış, içi boşaltılmış kavramı sokmaya çalışıyor, bu açık. «Bakın işte, devrim böyle bir şey ve siz de devriminizi yaptınız!» deniyor kitlelere. Böylece kitlelerin gerçek anlamda bir devrim için mücadele vermesi ve hatta onu gerçekçi biçimde tahayyül etmesi önlenmeye çalışılıyor.” (Levent Toprak, Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken, Mart 2011)
Burjuva kesimlerin bugün Esad rejiminin yıkılmasından hareketle yaratmaya çalıştığı bulanıklığın aksine, her iktidar yıkma/devirme eylemi devrim değildir. Siyasi iktidarlar darbelerle, savaşlarla, yabancı güçlerin işgalleriyle vb. de yıkılabilir. Üstelik bu yıkma eyleminin ardından daha gerici iktidarlar da iş başına gelebilir. Bunun yanı sıra, kitlelerin ayağa kalkarak düzeni değiştirmeksizin iktidarları daha ileri rejimler temelinde değiştirdikleri politik devrimler de mevcuttur. Örneğin Mısır ve Tunus’ta, daha sonra Cezayir’de bu yola girilmiş, fakat ortaya çıkan devrimci durumlar, rejimin eski unsurları tarafından tertiplenen karşı-devrimlerle ezilmiştir. Suriye’deki durumsa, devrim nitelemesinin hiçbir maddi temelinin bulunmadığının söylenebileceği belki de en net örnektir.
Esad rejimi ne yazık ki Suriyeli emekçi kitlelerin yükselttikleri sınıf mücadelesi sayesinde yıkılmamıştır. Ama tıpkı diğer ülkelerde gelinen durum gibi Suriye’de gelinen durum da, 14 yıl önce emekçilerin boş yere ayağa kalktığı anlamına gelmemektedir. Buradan çıkarılması gereken ders, işçi sınıfının örgütlü gücüne dayanarak ayağa kalkmasının şart olduğudur. Tarih, örgütlü işçi sınıfına paha biçilmez dersler sunar. Bu dersler sayesinde bir sonraki girişimler çok daha ileri aşamaya ulaşır, kazanımların kalıcılaşması sağlanır. Bizler 2010 dönemecinde patlak veren isyanlara baştan itibaren bu gözle yaklaştık. Büyük çoğunluğun yaptığı gibi, kendiliğinden eylemlerin sarhoş edici etkisine kapılıp hayaller kurmadık, örgütsüzlük güzellemeleri yapmadık. Çıkarılması gereken derslere, eksikliğin giderilmesi için yapılması gerekenlere odaklanılması gerektiğini savunduk. Bugün de yapmaya çalıştığımız şey budur.
[1] Tunus’ta 2010 son günlerinde patlak veren halk isyanı, tek parti diktatörlüğü altında 23 yıl cumhurbaşkanlığını yürüten Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de ülkeden kaçmasını sağlayarak rejimi yıktı. Milyonların seferber olduğu Mısır’da, 30 yıllık Hüsnü Mübarek dönemi 2011 Şubatında son buldu. Yemen’de 30 yıl boyunca iktidar süren Ali Abdullah Salih 2012 Şubatında istifa etmek zorunda kaldı. 2011 Martından itibaren şiddetli bir iç savaşın yaşandığı Libya’da ise 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğü ise aynı yılın Ağustos ayında yıkıldı. Bu isyan dalgasının gecikmeli sonuç verdiği iki ülkeyi de saymadan geçmeyelim. İsyan sürecinin ilk dalgasında Sudan ve Cezayir’de de emekçiler sokağa dökülmüş, ancak tepelerindeki tek adam rejimlerini yıkamamışlardı. Fakat 2019’da yaşanan ikinci dalgada, emekçiler her iki ülkede de diktatörleri devirdiler. Cezayir’de Abdülaziz Buteflika 2019 Nisanında istifa etmek zorunda kaldı. On gün sonra da Sudan’da Ömer El Beşir, devrimci yükselişin önünü kesmek üzere askeri darbe gerçekleştiren cunta tarafından tutuklanarak iktidardan uzaklaştırıldı. Fakat bu ülkelerin hiçbirinde demokratik bir işleyişe geçilemedi.
link: İlkay Meriç, Esad’ın Yıkılması Suriye Halkının Zaferi mi?, 7 Ocak 2025, https://en.marksist.net/node/8414
Nerede Duruyorsun?