İktidarın izlediği ekonomi politikaları, kapitalizmin küresel kriziyle birleşerek emekçileri her geçen gün daha da yoksullaştırıyor. Buna rağmen, düzen içi muhalefetin de iktidarın mevcut politikasının ana çizgilerinden farklı bir yaklaşım sunmadığı görülüyor.
Düzen içi muhalefet, dün hükümetin ekonomi politikalarını eleştirirken “yanlış” ekonomi politikalarından bahsediyordu. Burjuva muhalefet partilerinin genellikle her ülkedeki söylemi bu şekildedir. Peki yanlışı belirleyen nedir? Neye göre yanlıştır? Tüm toplumun “ortak çıkarları”nı gözeten bir doğru ekonomi politikası mevcuttur da buna uygun olmadığı için mi yanlıştır?
“Yanlış” ekonomik politikalar mı, tercihler mi?
Ekonominin başına Mehmet Şimşek’in getirilişiyle yapılan U dönüşünden sonra, iktidarın izlediği politikaya dönük eleştiriler, “yanlış” kavramı merkezli olmaktan çıkıp, “geç kalınmış” ya da “yetersiz” kavramları etrafında şekillendi. Böylelikle, sosyal-demokrat olduğu iddiasındaki ana muhalefet partisinin ekonomi programının da neo-liberal çizginin dışında olmadığı bir kez daha tescillendi. Onlara bakılırsa, doğrusu bugün uygulanan politikalarmış, geçmişteki politikalar da bu mihenk taşına göre yanlışmış! İktidarı uyguladığı politikalar üzerinden “cehalet”le, “iş bilmemek”le, “ekonomiden anlamamak”la vb. suçlamanın ajitatif bir değeri olsa da gerçek bir karşılığı yoktur. Bunca deneyimli, alanında yetişmiş sayısız teknokrat egemenlerin hizmetindeyken, hükümetlerin iktisadi politikalarda cahillikten kaynaklı “yanlış” yapmaları genellikle pek mümkün değildir. Yaptıkları şey “yanlış” değil, bilinçli bir tercihtir. Bu bağlamda her politika bir tercihtir! Uyguladıkları ekonomi programlarının gerçekten de arzu ettikleri sonuçlara ulaşıp ulaşmaması ise başka bir konudur; zira bir programın başarısı, sadece onu hazırlayanların iradesine bağlı değildir, birçok nesnel koşulla belirlenir.
Burjuva iktidarlar, genelde burjuvazinin, özelde ise onun en güçlü kesimi olan finans-kapitalin çıkarları doğrultusunda davranırlar. Kuşkusuz genel olarak finans-kapitalin çıkarları doğrultusunda davranırken, özel olarak da organik bağlar kurdukları ve kendilerini en çok destekleyen sermaye kesimlerini kayırmaya, onların da çıkarlarını gözetmeye çabalarlar. Özel olarak kayırdıkları kesimlerin illaki finans-kapital gruplarından biri olması da gerekmez; daha düşük rütbeli sermaye grupları da destekledikleri partinin iktidarda oluşunun ayrıcalıklarından yararlanabilirler. İktidar dengeleri gözettiği ve ifrata kaçmadığı sürece bu kayırmacılığa göz yumulur. Ne de olsa bal tutanın parmağını yaladığı bir düzendir söz konusu olan.
Bu bağlamda AKP’ye dönük yandaş sermayeyi koruyup kolladığı şeklindeki eleştiriler kuşkusuz doğrudur ama eksiktir. Erdoğan iktidarı, izlediği politikalarla yalnızca yandaş sermaye gruplarını değil, başta finans tekelleri olmak üzere büyük sermayeyi fazlasıyla ihya etmiştir. TÜSİAD’ın kimi başlıklarda zaman zaman mırın kırın etmesine rağmen iktidarın izlediği politikalara kökten bir itirazının olmaması ve temsil ettiği burjuva grupların rekor kârlar sağlamasından hayli memnun oluşu da bundandır.
Geride bıraktığımız dönemde izlenen politikalar, işçi sınıfının genelinde derin bir yoksullaşmaya yol açmış, işçiler daha da büyük bir borç batağına saplanmıştır. Buna mukabil sermaye kesimleri ciddi kârlar elde etmiştir. Üstelik yaşanan enflasyon patlaması nedeniyle oluşan psikolojik ortamda, irili ufaklı şirketlerin çoğu keyfi fiyat artışları yapmaktan da çekinmemiş, böylece adeta kendisini besleyen bir enflasyon sarmalı oluşmuştur. Faizleri arttırarak enflasyonu dizginlemelerinin pek mümkün olmadığını, bu artışların esas etkisinin ekonominin bir önceki döneme göre yavaşlaması olacağını, aklı başında burjuva iktisatçılar da daha en başında söylemişlerdi. Mevcut tablo bu tespitleri doğruluyor.
Kârlar arttı, reel ücretler tepetaklak düştü
Bilhassa 2018’de yaşanan krizle birlikte, iktidar, ihracatı arttırmak maksadıyla elindeki yegâne dış rekabet kozuna abanmayı tercih etti: Ücretlerin baskılanması. Totaliter rejimin olanaklarından da yararlanarak, sendikalar daha da sıkı şekilde zapturapt altına alındı, grev yasaklarıyla bu hak fiilen ortadan kaldırıldı, asgari ücret sürekli baskılandı. Pandemi döneminden çıkışla birlikte, işsizliği azaltmak, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma yaratmak, borçlanmayı kolaylaştırarak yatırımları teşvik etmek ve tüketimi arttırmak üzere karşılıksız para basımı hızlandırıldı, faizler düşürüldü. Hem bu hedefler hem de ona varmak üzere kullanılan araçlar seti, enflasyonist politika olarak tanımlanıyor. Belli bir süre boyunca enflasyonun artmasını kabullenmek demek olan bu politika, dini motiflere atıfla “nas var” denilerek savunuldu. Bu politikanın katkısıyla sıçramalar yaşayan döviz kurları, dönüp enflasyonun daha da ivmelenmesine yol açtı. Ücretlerin baskılanmasıyla birleştiğinde bu enflasyonist politika, emekçiler cephesinde muazzam bir yoksullaşma dalgası, sermaye cephesinde ise rekor kârlar yarattı.
Enflasyonist ortamda örgütsüz emekçi kitleler bir süre sonra psikolojik olarak fiyat artışlarını kanıksarlar. Eğer örgütlü bir karşı koyuş yoksa zamlara yönelik başlangıçtaki bireysel tepkiler zamanla sönüp bir süre sonra yerini kabullenmeye bırakır. İşçi sınıfı örgütsüzse, mal ve hizmetlerin fiyatları artarken ücretler ya aynı kalır ya da aynı oranda artmaz. Sonuç reel ücretlerin düşmesi ve kârların artmasıdır. Bu durumda enflasyonist politika, artı-değer sömürüsünde mutlak bir artış, işçi sınıfının mutlak yoksullaşması anlamına gelir.
Kârlar artarken reel ücretlerin düşmesi olgusu, sendikal örgütlülüğün dipte seyrettiği bir kapitalist işleyişle uyumludur. Ancak açık ki, Türkiye somutunda bu “normal işleyişe” ek hayli zorlayıcı koşullar da mevcuttur. Reel ücretlerin inanılmaz ölçüde büyük ve hızlı bir düşüş yaşadığı bir dönemde, 2022 yılında şirket kârları yıllık %423 artışla 1 trilyon 511 milyar TL’ye ulaşmıştı, geride bıraktığımız yıl da pek farklı bir refah yılı olmamıştır büyük sermaye açısından. Açıklanan resmi enflasyon oranını değil de gerçeğe daha yakın olan ENAG’ın açıkladığı oranı kullansak bile enflasyondan arındırıldığında halen en az iki kat artan kâr miktarlarından bahsediyor oluruz. Bu kârlılık artışının, emek verimliliğindeki bir artıştan değil de ücretlerin baskılanmasından ve enflasyonist ortamda bilhassa büyük şirketlerin yaptıkları fahiş zamlardan kaynaklandığı birçok akademik çalışmayla ortaya konmuş durumdadır.
En taze yalan: Milli gelirde rekor
İktidar milli gelirdeki artış yalanıyla övünüyor, kişi başına düşen milli gelirde rekor kırıldığını söylüyor. En küçük bir güvenilirliği olmasa bile TÜİK’in resmi verileri de aslında iktidarın propagandasının külliyen yalan olduğunu ortaya koyuyor. 2013’te, kişi başına düşen milli gelir rekor kırarak 12.581 dolara çıkmıştı. Geçen yıl, 2023’te bu sayı 13.110 dolar olmuş, yani görünüşte on yıl içinde 529 dolarlık bir artış yaşanmış. Bu sayıların nasıl hesaplandığını, gerçeği yansıtıp yansıtmadığını bir anlığına unutup, ne ifade ettiğine bakalım. Dolar bazında on yıl içinde hepi topu 529 dolarlık yani %4,2’lik bir artış sözkonusudur. Peki doların değeri sabit kalmadığına göre ABD’de bu on yıl içinde gerçekleşen kümülatif enflasyon ne kadardır? Yaklaşık %40! Yani söylenenin aksine, sayı olarak artış olsa da bu artış enflasyonun çok gerisindedir. Bir başka deyişle, son on yıl içinde, dolar bazında kişi başına düşen milli gelir reel olarak artmamış, en az üçte bir oranında azalmıştır.
Dahası, bu açıklanan sayıların kendisi bile gerçeklikle bağdaşmamakta, açıkça çarpıtılmaktadır. TÜİK’in GSYH’yi yüksek göstermek için keyfi formüller kullanarak çevirdiği dolapları bir yana bıraksak bile açıklanan sayılar gerçeklikten uzaktır. Çünkü, birincisi, cari fiyatlara dayalı harcamalara bağlı olarak hesaplanan GSYH’nin artışı, bu denli yüksek bir enflasyon ortamında zaten beklenen bir şeydir. Yani sayısal (nominal) artışa değil, gerçek (reel) artışa bakmak gerekir. İkincisi, dolar baskı altında yani düşük tutulmaya çalışıldığından, TL cinsinden milli gelir dolara çevrildiğinde daha büyük bir sayı çıkmaktadır. Üçüncüsü, sayıları milyonları bulan göçmenlerin üretim ve tüketim aracılığıyla GSYH’ye yaptığı katkı hesaba katılmakta, ama onlar resmi nüfustan sayılmadığı için kişi başına milli gelir daha yüksek gözükmektedir.
Aynı tabloya, “cumhurbaşkanlığı sistemi”nin geçerli olduğu yıllar için baktığımızda da sonuç değişmiyor. Başkanlık sistemiyle memleketi uçuracağını söyleyenler, ülke ekonomisini yerinde saydırmayı bile beceremeyip geri götürürken, başta kendi yandaş grupları olmak üzere büyük sermaye grupları kârlarını katlamış, emekçiler ise ülke tarihinin en derin ve hızlı yoksullaşmasını yaşamışlardır. İşçilerin büyük çoğunluğu ve emekliler açlık sınırında bir yaşama mahkûm edilmiştir. Yandaşlara garantili dolar gelirli ihaleler, büyük sermayeye trilyonlarca liraya varan vergi afları ve teşvikler yapılırken mevcut olan kaynaklar sıra emekçiye geldiğinde kuruyuveriyor!
Derinleşen uçurum ve asgari yaşama mahkûmiyet
Ücretli çalışanların yaklaşık %58’i maksimum, asgari ücretten beşte bir kadar fazla bir ücret alabiliyor. Yine ücretlilerin %34’ü ise asgari ücretin bile altında bir ücrete çalışıyorlar. Böyle bir ülkede, ortalama ücret gerçekten de asgari ücret düzeyine inmiş durumdadır. Asgarinin yani en alt düzeyin neredeyse ortalama haline geldiği bir toplumsal yapıda, eskiden ortada olanlar (“orta sınıf” denilenler) büyük darbe yemiş demektir. Aslında resmi istatistikler de bunu gösteriyor. Nüfus gelirlerine göre %20’lik gruplar halinde bölümlendirildiğinde, en yüksek gelir grubu, 2023 yılında ülkenin toplam gelirinin %49,7’sine el koymuş, oysa 2021 yılında bu oran %45,9 imiş. En zengin olan bu dilimin payı artarken, en düşük gelire sahip kısım hemen hemen aynı kalmış, diğer dilimlerin payı ise (özellikle de “orta sınıf” sayılan ikinci ve üçüncü gelir dilimleri) azalmış. En zengin ile en yoksul arasındaki fark da açılmış.[1]
Burjuva akademisyenlerin “orta sınıf” dediklerinin, işçi sınıfının vasıflı, eğitimli ve göreli yüksek ücret alan kesimlerinden ve kentli küçük-burjuvaziden oluştuğu biliniyor. Bu takdirde “orta sınıfın yok olmasıyla” kastettikleri gerçeklik, işçi sınıfın göreli iyi ücret alan kesimlerinin gelirlerindeki ciddi düşüş ve aynı zamanda da kimi küçük-burjuva kesimlerin iflasa sürüklenerek işçileşmesidir.
Bu durum bir tesadüf ya da izlenen politikaların istenmeyen bir yan ürünü müdür? Hayır! Erdoğan iktidarı, emeği düşürdüğü feci durumdan yararlanarak ve kurduğu olağanüstü rejimin sağladığı avantajları da kullanarak, gerek ulusal ekonominin krizinin gerekse de küresel krizin tüm yükünü emeğin sırtına bindirmiştir. Özel sektörde tablo çok ağırdır. Ama devletin işveren olduğu kamu sektöründe de durum özde aynıdır. Kamuda çalışan işçilerin (memur sıfatıyla çalışanlar da dâhil) ve bilhassa da emeklilerin reel ücretlerindeki eriyişin ulaştığı boyutlar bunu net bir şekilde ortaya koyuyor. AKP iktidarlarının başlangıcında en düşük işçi emekli aylığı asgari ücretin bir buçuk katına yakınken, bugün onun yarısını biraz geçmektedir![2] Buna bir de asgari ücretin nasıl gerilediğini eklediğimizde tablonun vahameti ortaya çıkar. Gerek kamuda çalışanların işvereni olarak gerekse de asgari ücret ve emekli maaşlarının esas belirleyicisi olarak devlet, bu kesimlerin kayıplarını telafi etmek için seçimlere dönük göstermelik adımlar dışında bir şey yapmamış, emeklilerle birlikte on milyonlarca çalışanı açlık sınırındaki bir yaşama mahkûm etmiştir.
İktidar sömürüyü arttırarak sermaye birikimini hızlandırmak ve aynı zamanda da alabildiğine düşük ücretlerle ülkeyi yabancı sermaye açısından cazibe merkezi kılmak istiyor.[3] Böylelikle, pandemi döneminde doğan fırsatlardan da yararlanarak, ihracat odaklı bir politikayla Avrupa için yakın ve en gözde tedarik üssü haline gelebilmek hedefleniyor. Türkiye’nin Özal zamanından beri yapmaya çalıştığı şey budur. Çin’in onyılları aşkın süredir uyguladığı model de buydu. Boşuna Çin ile rekabet eder bir duruma gelmekten bahsetmiyorlar! İzlenen bu politika, ülke tarihinin en büyük yoksullaşma dalgasına yol açtığı bilinmesine rağmen devam ettiriliyor. Zira zaten yaşanan yoksullaşma, izlenen politikaların öngörülmüş ve kaçınılmaz sonuçlarından biridir.
Türkiye’nin mevcut ve özgün koşullarında, iktidar çok ağır bir siyasi bedel ödemeden bu saldırıyı hayata geçirebilmektedir. Emek örgütleri önce 12 Eylül faşizmiyle tarumar edilmiş, ardından neo-liberal politikalar eşliğinde işgücü örgütsüzleştirilip atomize edilmiştir. AKP iktidarı bu politikaları devam ettirmiş ve nihayetinde inşa ettiği faşist rejimle çok daha pervasız bir şekilde yeni saldırıları uygulamaya koymuştur. Emekçi kitlelerden peşine taktıklarını havuçla, vaatlerle, sadaka mahiyetindeki yardımlarla, milliyetçi histeri ve din istismarı temelinde yatıştırıp, “en azından düzenli bir işimiz ve sosyal güvencemiz var” şükürcülüğüne mahkûm ederken, karşısına aldıklarını da sopa aracılığıyla hizaya çekebilmektedir.
“Yerli ve milli” enflasyonun sebepleri
Ücret artışlarının fiyat artışlarını ve dolayısıyla da enflasyondaki bir yükselişi beraberinde getirdiği görüşü ana-akım burjuva iktisadın amentüsü durumundadır. Günümüzde ABD ve AB’de de hâkim olan ve izlenen para politikalarını belirleyen bu görüş, reel ücretleri düşürme ve faizleri yükseltme üzerine kurulu bir anti-enflasyonist programın gerekçesini oluşturuyor. Eğitimlerini o dünyada alıp uzun yıllar o ülkelerdeki finans kuruluşlarının başında yöneticilik yapan Türkiye’nin halihazırdaki MB ve Hazine yöneticileri de aynı ekolü benimsiyor, oralarda oluşturulan reçeteleri ezbere buraya da uyguluyorlar. Oysa Türkiye’deki enflasyon dinamikleri Batı ülkelerinden farklı olduğu gibi, emperyalist metropollerde bu reçeteyi hazırlayanların teşhis ve iddiaları da esasen bir aldatmacadır. Üstelik iktidarın faizleri arşa çıkan enflasyon oranları düzeyinde arttırması hem iktisadi hem de siyasi nedenlerle mümkün olmadığından, programın öbür ayağına abandıkça abanıyorlar: Reel ücretleri düşürmek, yani halkı yoksullaştırmak!
Pandemi dönemiyle birlikte tüm dünyada enflasyon tırmanışa geçmişti. Bunun nedenlerine daha önceki yazılarımızda değinmiştik.[4] Türkiye’de enflasyon bu genel yükselişi misliyle aşarak tam bir patlama yaptı. Bunun küresel sebeplere ek olarak çok daha belirleyici özgün sebepleri bulunuyor. Türkiye’deki mevcut enflasyon patlamasının en önemli nedeni, döviz kurlarındaki artış ve bunun “kur geçişkenliği” denilen olgu nedeniyle tüm maliyetlere yansımasıdır. Bunun yeni bir durum olmadığı ve temelinde de Türkiye ekonomisinin yapısal sorun ve zaaflarının yattığı biliniyor. Aynı temelden kaynaklı cari açık sorunu ve yine bütçe açıklarını kapatmak amacıyla iktidarların karşılıksız para basmaları da neredeyse sürekli biçimde enflasyonu besliyor. Tüm bu faktörleri, AKP’nin son yıllarda izlediği politikalar daha da azdırmış, böylece enflasyonda bir patlama gerçekleşmiştir. İktidar bugün kendi politikalarını aklamak için patlayan enflasyonun sorumluluğunu tümüyle fırsatçı olarak kodladığı unsurların sırtına yıkmaya çalışıyor. Halbuki kapitalist sistemde fırsatçılar hiç eksik olmadı, bugün de varlar ve kuşkusuz bu enflasyonist ortamdan yararlanarak mümkün olan her fırsatta kârlarını yapay şekilde arttırmak için fiyatları şişiriyorlar. Ama bu ortamı sağlayan, kapitalist işleyiş ve enflasyonu daha da azdıran iktidar politikalarıdır. Dahası, tıpkı geçmişteki diğer iktidarlar gibi büyük sermayenin çıkarlarını başa koyan Erdoğan iktidarı, en büyük firmaları, üretimin ve ticaretin büyük bölümünü kontrollerinde tutan tekelleri bu fırsatçılık suçlamasının dışında bırakıyor. Halbuki, “kârların sürüklediği enflasyon” olgusu[5] çerçevesinde hem Türkiye’de hem de dünyada yapılan araştırmalar, bu fırsatçıların aslen büyük şirketler, tekeller olduğunu çok net ortaya koyuyor.[6] Zira bu tekeller, yalnızca tüketiciye sunulan nihai tüketim maddelerini değil, diğer sektörler için girdi durumundaki üretim mallarını da sağladıklarından, onların vurgunculuğu çok daha güçlü enflasyonist sonuçlar üretebiliyor.
Enflasyon gerçekte bir sınıf mücadelesi meselesidir
Enflasyonist politikalar emekçilerin daha da yoksullaşması ve büyük sermayeye kaynak aktarımı anlamına gelmesine rağmen, burjuva iktisatçılar bile “enflasyon canavarı” lafını kullanmaktan hiç çekinmezler. Hatta bu onların işine bile gelir. Burjuva iktisatçı ve politikacılar, enflasyonu, tüm toplumu aynı derecede etkileyen bir musibet olarak gösterirler; onun farklı sınıfları farklı ölçülerde etkilediği, emekçileri ağır şekilde ezerken, tekelci sermaye gruplarının işine bile gelebileceği gerçeğini örtbas ederler. Enflasyonun yalnızca sonuçları hakkında değil, nedenleri hakkında da ciddi bir karartma ve çarpıtma operasyonu yürütülür. Akademi kürsülerinden tartışma programlarına, ekonomi yorumcularından siyasetçilere kadar geniş bir burjuva entelijensiya bu çarpıtma operasyonunun bilinçli ya da bilinçsiz parçası durumundadır.
En temel ya da en önemli sorun “enflasyon canavarı” şeklinde koyulduğunda, yine sermayenin çıkarları doğrultusundaki anti-enflasyonist kemer sıkma politikalarını topluma tek çare olarak empoze etmek hayli kolaylaşır.[7] Böylelikle gerçekte sınıf açısından temel sorun olan örgütsüzlük ve rekabet temelinde parçalanmışlık olguları gözlerden saklanarak, emekçi kitleler boş hayallerle bir başka burjuva seçeneğin peşine takılabilirler. İşçiler reel ücretlerini arttırmak için mücadele etmek yerine, sahte burjuva seçenekler temelinde ayrıştırılırlar (yapay kutuplaşma), böylece bölünmüşlük daha da artar. Enflasyonu düşürme sözüyle iktidara gelen partinin yapacağı ilk şey ise işçilere sabır göstermelerini, bir süre acı reçeteye katlanmaları gerektiğini söylemek olacaktır. Geçmiş dönemde çılgınlar gibi harcandığını, bunun faturasının eninde sonunda ödenmek zorunda olduğunu ve faturanın da hep birlikte ödeneceğini iddia ederler. Oysa geçmişte çılgınlar gibi harcayanlar geniş işçi kitleleri değildir. Ama örgütsüzlük, bölünmüşlük ve kızışan iç rekabet koşullarında faturanın işçilerin sırtına yıkılacağı kesindir.
Enflasyon yalnızca sınıflar arası bir mücadele konusu olarak kalmaz, aynı zamanda sınıfların kendi içlerindeki rekabeti de körükler. Sermayenin farklı kesim ve grupları arasındaki rekabet de kızışır. Sermayenin bazı kesimlerinin kazançlarındaki artış enflasyonun altında kalırken, bazılarınınki onu fazlasıyla aşabilir. Bu durum, izlenen politikaların özelde hangi sermaye kesimlerinin çıkarları doğrultusunda belirlendiğiyle ilgilidir.
Örgütsüzlük nedeniyle sınıf içerisindeki farklı kesimlerin ücretleri toplu bir şekilde düşüp asgari ücrete doğru yakınsarken, artan rekabet koşullarında, daha yüksek ücret alan kesimler daha düşük alanlarla aranın kapanmasına tepki duyup, onlarla karşı karşıya gelebilirler. Kıdem, vasıf, eğitim farklılıkları öne çıkıp, mavi yakalı beyaz yakalı ayrımları yeni gerginliklere yol açabilir. İşçi sınıfının çeşitli bölükleri arasındaki gerilim ve rekabetin yapay şekilde arttırılması hem işletmeler bazında hem de makro bazda, sermayenin ve onun hükümetlerinin şaşmaz yöntemlerinden biridir. Yüksek enflasyon ve hayat pahalılığıyla birlikte işçilerin alım güçleri daha da düştükçe, örgütsüz durumdaki çalışanların işlerini korumak, işsizlerin iş bulmak konusunda birbirleriyle olan rekabeti artar. Rekabet arttıkça işçilerin sermayeyle pazarlık güçleri zayıflar, bu da genellikle daha kötü koşullarda çalışma yönündeki basınca boyun eğme sonucunu doğurur. Bu rekabeti kırmanın tek yolu sendikal düzlemde güçlü örgütlülükler yaratmaktır. Aksi takdirde tüm işçiler kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar ki, sonuç sefalete doğru yelken açmaktır.
Sınıf içindeki rekabetin zayıflatılması, sendikalı işçi sayısının artışı, sendikal birlik ve mücadelenin geliştirilmesi sayesinde mümkün olabilir. 1970’li yıllarda artan enflasyona rağmen güçlü sendikal mücadele sayesinde reel ücretlerde artış yaşanabilmiş olması çarpıcı ve unutulmaması gereken bir örnektir. 24 Ocak kararlarıyla hayata geçirilmeye çalışılan ama işçilerin direnişi karşısında tam olarak uygulamaya konamayan neo-liberal politikalar, ancak 12 Eylül faşist diktatörlüğü sayesinde uygulanabilmişti. Bu neo-liberal politikaların her şeyden önce işçilerin örgütlülüğüne saldırması ve sendikasızlaştırma politikalarını öne çıkarması bundandı. AKP iktidarları da sadece neo-liberal politikaların uygulanması bakımından değil, işçi sınıfının sendikal hareketinin alabildiğine zayıflatılması bakımından da önceki burjuva hükümetlere rahmet okutmuştur. Taşeronlaştırma ve özelleştirmelerle işçi sınıfının sendikasızlaştırılması, sendikalaşmanın önündeki fiili engellerin daha da yükseltilmesi, grev yasaklamaları, sendikaların korporatist yapılara dönüştürülerek iktidarın uzantısı haline getirilmesi, patronların yasa-dışı sendika düşmanı tutumlarına tümüyle göz yumulması vb. AKP iktidarları döneminde zirve yapmıştır. Üstelik bu zorbalık, yıllara yayılarak, pek çaktırmadan ve emekçilerin gözüne sokulmadan uygulanmıştır! Sahip olduğu istisnai güçteki medya tekeli ve tarikat desteği, giriştiği yalan ve çarpıtma operasyonlarında iktidarın elini çok güçlendirmiştir. 2016’daki sivil darbeyle kurulan faşist rejim ise, bu operasyonlara boyun eğmeyenlerin tepesine sopayı indirmek için elini alabildiğine rahatlatmıştır.
İktidarın enflasyonla mücadele ediyormuş gibi yapması kimseyi aldatmamalı. Bu söylemler esasen uluslararası finans çevrelerinin beklentilerini tatmin etmeye dönüktür. Bugün uygulanan faiz artışı politikasının daha ne kadar ve hangi tempoyla devam edeceği meçhuldür ama sonuç verme ihtimali düşüktür. Her halükârda, halen reel olarak negatif faiz mevcut olsa da faizlerin artışının hem kişisel tüketimi baskılayacağı hem de yatırımları yavaşlatacağı apaçıktır. Bunun sonu ekonomik büyümenin yavaşlaması, durgunluk ve belki de ciddi bir küçülmedir. Her durumda, işçi sınıfına yansıması reel ücretlerin daha da düşmesi ve artacak işsizlik şeklinde olacaktır. IMF’siz bir IMF programı belli başlıklarda zaten uygulanmaya başlamışken, seçimlerin ardından bu programın çok daha acı reçetelerinin emekçilere dayatılacağı, döviz kurlarında yeni bir sıçramanın yaşanacağı, iğneden ipliğe her ürüne zam yapılacağı kesin gibidir. İşçi sınıfını daha da artan bir saldırı dönemi bekliyor, yapılması gereken sınıf mücadelesini yükseltmek ve tüm burjuva siyasetlerden bağımsız bir emek cephesini inşa etmektir.
[1] Veriler için bak: https://www.mahfiegilmez.com/2024/01/orta-snf-yok-oluyor.html
[2] “Emeklilerin ezici çoğunluğunu ilgilendiren en düşük işçi emekli aylığı Aralık 2002’de asgari ücretin yüzde 139’u iken 2024’te asgari ücretin yüzde 59’una geriledi.” https://artigercek.com/ekonomi/prof-aziz-celik-hesapladi-akp-doneminde-emekli-maasi-13-bin-633-lira-eksildi-286572h
[3] Faizleri düşük tutarak, gerek tüketicilerin gerekse de şirketlerin borçlanmasının önünü açmak da bu modele ek bir destek olarak düşünülebilir.
[4] bak: Oktay Baran, Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi, 20 Ocak 2022, marksist.net/node/7560
[5] Son yıllardaki küresel enflasyonun temel belirleyenlerinden birinin büyük tekellerin yaptıkları fahiş zamlar olduğunu ortaya koyan bu olgunun bir açıklaması için bak: Oktay Baran, Düşen Ücretler, Artan Kârlar ve Enflasyon Olgusu, 4 Ağustos 2023, marksist.net/node/8032
[6] İçinde Korkut Boratav’ın da olduğu bir yazarlar grubunun İktisat ve Toplum dergisinin Aralık 2023 sayısında yayınladıkları “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri” başlıklı makalede konuya dair bulgu ve tespitler yer alıyor.
[7] Örneğin, bugün Batı ülkelerinde enflasyonun düşürülmesi için talebin kısılması, bunun için de hem ücretlerin düşürülmesi hem de faizlerin arttırılması gerektiği söylenerek açıkça emek düşmanı bir politika sanki emekçilerin de çıkarınaymış gibi sunulmaktadır. Üstelik bu yaklaşım ve argümanlar Türkiye’deki bugünkü ekonomi yönetimi tarafından da aynen savunulmaktadır.
link: Oktay Baran, İktidarın Ekonomi Politikaları, Enflasyon ve Yoksullaşma, 29 Mart 2024, https://en.marksist.net/node/8236
Emperyalist Güçlerin Somali’ye İlgisi Artıyor
Emekçi Kadınlar Yalnız ve Çaresiz Değildir!