Erdoğan yıllardır istikrarla sürdürdüğü bir çabayla, üstelik saklamaya gerek duymadığı açık dilli bir tavırla, işçi sınıfının herhangi bir hak mücadelesinde bulunmadığı, sendikaların rejim güdümünde hareket ettiği ya da etkisizleştiği bir çalışma düzeni oluşturmak için uğraştı, durdu. Nihayetinde de sendikaların çoğunluğunun devletin denetimine girdiği, böylelikle işçi hareketinin kontrol edilme imkânının genişlediği bir düzeni büyük ölçüde kurmayı başardı. Rejimin varlığının en temel sigortalarından biri olan bu durumla ilgili duyduğu gururu da özellikle patron örgütlerine seslendiği konuşmalarında “Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz”, “bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı” gibi sözlerle ifade etmekten geri durmadı.
Erdoğan’ın övünerek anlattığı bu durumun yaratılmasında en önemli rollerden birini hiç şüphesiz işbirlikçi sendikal bürokrasi yerine getiriyor. Tarihsel bir yoksullaşma yaşayan Türkiye işçi sınıfının istihdamdaki kesimleri düşük ücretlere, ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmişken, iş bulamayan ya da emekli olan milyonlarca işçi de sefalete itilmiş halde. Buna rağmen işçilerden örgütlü bir tepki yükselemiyor. Çünkü işbirlikçi sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokratlar mücadele imkânlarını ya baştan engelliyorlar ya da pörsüterek ortadan kaldırıyorlar. Aldıkları ve almadıkları tutumlarla işçi sınıfını felç ediyorlar.
Özellikle asgari ücretin belirlenmesi ya da geniş kapsamlı toplu sözleşmelerin bağıtlanması gibi süreçlerde işbirlikçi sendikacılığın nasıl bir işlev gördüğü ayan beyan ortaya çıkıyor. 2019 yılında kamu işçilerinin toplu sözleşmesi imzalanırken Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın Çalışma Bakanına söylediği itiraf niteliğindeki, “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle!” sözleri açık kalan mikrofon sayesinde herkes tarafından işitilmiş ve işbirlikçi sendika bürokrasisinin gerçek yüzünü tartışmasız biçimde ortaya koymuştu.
Buna rağmen pişkinlikle görevini sürdürmeye devam eden Atalay, yeni dönemdeki asgari ücretin belirlenmesi sürecinde de kendisinden “beklenen” performansı layıkıyla yerine getirdi. Bir kez daha işçi sınıfının Türkiye’deki en büyük sendika konfederasyonunu patronlar sınıfının çıkarları lehine, ihanet pozisyonunda tuttu. İşçi sınıfının gücünü göstereceği hiçbir anlamlı eylem örgütlenmedi. İşçiler pasif bir bekleyişte tutuldu. Bir de süreç sanki işçilerin gözetiminde sürdürülüyormuş izlenimini yaratmak için çeşitli sektörlerden işçi temsilcileri, göstermelik asgari ücret belirleme komisyonuna sokuldu. Oysa zaten karar patron temsilcilerinin çoğunlukta olduğu bu komisyon tarafından bile belirlenmiyordu. Rejimin sarayındaki asıl komisyon hangi miktarı uygun görürse asgari ücret o kadar oluyor, varsa Erdoğan’ın “ihsan etmeyi” uygun gördüğü miktar üzerine ekleniyordu. Nitekim bu şekilde belirlenen miktar kamuoyuna deklare edildi ve süreç böylece bitti. İlan edilen asgari ücreti beğenmediğini belirten Türk-İş Başkanı ve yönetimi ise kılını bile kıpırdatmadan “normal” hayatlarına döndüler. Yapabilecekleri hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ettiler. Grev ne kelime, görüntüyü kurtarmak için protesto gösterileri yapmaya bile tenezzül etmediler.
Bu pespaye görünüm bugün ne yazık ki sendikal alanın üzerine bir karabasan gibi çökmüş durumda. İşçileri en ufak bir hak mücadelesinden bile uzak tutan, mücadele hevesine sahip işçilerde bıkkınlık ve soğuma yaratarak onları sendikaların kapısına bile uğramaz hale getiren işbirlikçi sendika bürokrasisi, sendikal alanı çürütmüş, bir bataklığa dönüştürmüştür. Bu durum işçilerin büyük çoğunluğunu umutsuzluğa düşürmekte, mücadeleci işçiler için pek çok noktada büyük zorluklara neden olmaktadır.
Sendikal alanda son yıllarda yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümün etkileri
Sendikal alandaki zayıflık ve sorunlar şüphesiz sadece son dönemde ortaya çıkmış değildir. Bugünle karşılaştırılamaz düzeyde olsa bile sendikalar Türkiye’de ele avuca gelmeye, güçlenmeye başladıkları ilk dönemlerde dahi bürokratik yozlaşmanın etkisine fazlasıyla maruz kalıyorlardı.[1] Türkiye’de her dönemde sınıf işbirlikçi anlayışlar sendikal alanda kendilerine yer buldular. Hem burjuvazi tarafından desteklenen hem de bizatihi devlet tarafından gözetilen bu anlayışın uygulayıcısı bürokratların önü hep açıldı. Ama bunlara rağmen sosyalistler ve militanlaşan işçiler sayesinde mücadeleci sendikalar da var olabildi. Hatta 1970’li yıllarda mücadeleci sendikaların etkisi işçi hareketi üzerinde son derece belirleyici olan düzeylere yükseldi. Sosyalist örgütlenmelerin ilerlemesinin eşlik ettiği bu yükseliş, bilindiği gibi, burjuvazi tarafından ancak 12 Eylül askeri faşist darbesi ile durdurulabildi.
12 Eylül askeri faşist darbesinin sosyalist hareket ve işçi hareketi üzerinde yarattığı muazzam yıkım nedeniyle sendikal örgütlenmeler büyük bir dağınıklık içerisine girdi. Tohumları çok eskilerde atılmış ve her daim Türkiye’deki sendikal alanda ağırlığı olmuş olan işbirlikçi sendikacılık 12 Eylül darbesiyle birlikte daha da güçlendi, etkisini arttırdı. Ancak her şeye rağmen, 12 Eylül sonrasında da, mücadeleci sendikal gelenekten bir şekilde etkilenmiş sendika yönetimlerinin ve sendikacıların varlığı sayesinde yer yer epeyce ileri noktalara taşınabilen mücadeleler söz konusu olabiliyordu. Bu durum etkileşim içerisindeki sendikal hareketin tümüne bir basınç bindiriyor ve işbirlikçi sendikalar bile bir düzeyde bir şeyler yapmak durumunda kalıyorlardı.
Sendikal örgütlenmelerin ortak bir hareket zemini vardı. Eksiklikleri ve yanlışlıkları ayrı bir tartışma konusudur ama Demokrasi ve Emek Platformları adı altında bir araya gelen sendikalar, 1990’lardan itibaren neredeyse 20 yıl boyunca 1 Mayıs mitingleri dâhil çok sayıda ortak eylem yapabildiler. Ancak AKP’nin planlı ve hedefli bir biçimde sendikal alanı düzenlemeye girişmesinin yarattığı gerilemelerle bugün var olan tablo ortaya çıktı.
2012 yılında Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda yapılan değişiklikler “sendikalaşmanın önündeki engelleri kaldırıyoruz” yalanlarıyla lanse edildi. Taşeron işçilerin sendikalaşmasının önünün açılması, noter şartının kaldırılarak e-devlet üzerinden sendika üyeliğinin yapılabilmesi gibi kolaylıklarla beraber gerçekten de sendikalı işçi sayısı 6 yılda neredeyse 2 katına çıktı. Benzer bir tablo kamu emekçileri sendikalarında da söz konusu oldu. Ne var ki olumlu gibi görünen sendika üye sayılarındaki bu nicel artışlar aslında işçi hareketindeki bir gelişmeyi ifade etmiyordu. Devlet kontrolündeki sendikacılığın gelişmesi için iktidar tarafından yapılan bilinçli bazı hamlelerin sonuçlarıydı.[2]
AKP iktidarı sendikalı işçi sayısının artmasını işbirlikçi sendikaların güçlenmesini sağlayacak biçimde gerçekleştirdi. İşçiler baskı ve tehditle işbirlikçi sendikacılık anlayışının “kaleleri” olan Hak-İş’e ve Memur-Sen’e bağlı sendikalara geçmeye zorlandı ya da çeşitli biçimlerde buna “teşvik” edildi. Bu konfederasyonlara yeni üye olan işçilerin sayısı diğer konfederasyonlara yeni üye olanların toplam sayısının iki katına yaklaştı.[3] Yani bu konfederasyonların temsil güçleri artarken diğerleri zayıfladı. Öte yandan da Türk-İş yönetiminde AKP giderek daha etkili hale gelirken, siyasal ve sendikal engellerle, grev yasaklarıyla muhalif sendikalar geriletilerek, bunların bir kısmında işbirlikçi sendika bürokratlarının yönetimleri ele geçirmesi sağlanarak sendikal alanın istenildiği gibi düzenlenme planının diğer ayakları hayata geçirildi.
İşbirlikçi sendikal örgütlenmelerin korporatist aygıtlara dönüşerek bu denli güçlenmesi, bunun karşısında muhalif sendikaların gücünün azalması işçi sendikaları arasındaki sınırlı etkileşimin ve kısmi ortak eylemliliklerin de ortadan kalkması sonucunu üretti. Geniş tabanlı emek platformları dağıldı. Çeşitli uyduruk gerekçelerle eylemlerden kaçıldı. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıslarda bile bu konfederasyonların tabanlarındaki işçilerin bir araya gelmesinin önüne geçildi. İşbirlikçi bürokratların yönettiği sendikalar kimi işveren örgütleriyle birlikte AKP hükümetlerine doğrudan siyasi destek veren platformlara da katıldılar. Muhalif sendikaların pek çoğunda ise başka renkten sendika bürokratları bu süreçte hâkimiyetlerini pekiştirdiler. Sendikal mücadelenin gereklerini yerine getirmek için değil, yapılıyor dedirtmek için üstünkörü biçimde gerçekleştirdikleri eylemlerle günü kurtarmaya çalıştılar. Böylelikle mücadelenin içini boşalttıkları gibi mücadele etmek hevesindeki işçileri bıktırdılar, soğuttular, sendikalardan uzaklaşmalarına yol açtılar. Sonuçta sendikal mücadelenin bugünkü hali pür melali bu süreçlerle oluştu. Muazzam bir gerileme ve ona eşlik eden yozlaşma işbirlikçi sendikacılar marifetiyle döneme damgasını vurdu. Fakat son derece olumsuz bir görünüme sahip olmasına rağmen bu durum mutlak ve değişmez değildir elbette.
İşbirlikçi sendika bürokrasisiyle tabanda örgütlü mücadeleyi büyüterek baş edilir
Sendikaların mücadele düzeyi bakımından çok geri bir durumda bulunmaları, işbirlikçi sendika bürokratlarının güçlerinin fazlasıyla artmış olması ne bugüne ne de sadece Türkiye’ye özgü durumlardır. Gericilik dönemlerinde sendikaların bu türden olumsuz noktalara savrulmaları mücadele tarihi boyunca defalarca yaşanmıştır. Bu kötü tablonun ortadan kaldırılması uzun ve zahmetli mücadeleleri gerektirmektedir şüphesiz. Ama pekâlâ mümkündür. Tarih böylesi olumsuz durumların geride bırakılabildiği örneklerle doludur. İşçi hareketi için zaten mücadele ederek kötü tabloyu değiştirmeye çalışmak dışında bir seçenek de söz konusu değildir. Bu durumun değiştirilmesi için sendikaların içerisinde çaba sarf etmeyenlerse, en keskin sol iddiaları dillerinden düşürmüyor olsalar bile mevcut geriliği ve işçilerdeki karamsarlığı beslemek, derinleştirmek dışında bir sonuç üretemezler.
Elbette sendikaların mücadeleci örgütler haline gelmesi için çaba gösterenlere karşı rejim büyük bir baskı uygulamaktadır. Her türlü engelle ve zorbalıkla işçi hareketini etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Ama bunları aşmanın yolları yok mudur? Tabii ki vardır. Çözüm politik mücadelenin ilerletilmesiyle sağlanacaktır.
İşçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile politik mücadelesi elbette birbirinden farklı niteliktedir. Ancak bu ikisi arasında birbirini sürekli olarak etkileyen karşılıklı bir ilişki vardır. Sorun, bugün sendikalarda işçi sınıfının çıkarları temelinde militan bir mücadele anlayışının yeterince güçlü olmamasından kaynaklanmaktadır. Elif Çağlı’nın da isabetle belirlediği gibi, devrimci siyasetin işçi kitlelerini hareketlendiren rüzgârı ve buna bağlı olarak sendika tabanlarından sendika bürokrasisine yönelen mücadele olmaksızın, sendikal alandaki bataklığın kurutulması mümkün olmayacaktır. “… şu da bir gerçek ki, sorunları müzminleştiren faktör esasen siyasal alandan kaynaklanıyor. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü geliştirilmedikçe, sendikal hareketi anlamlı düzeyde ileriye çekmek ve sendikaları militanlaştırmak da mümkün olamayacak. Geçmiş dönem unutulmasın. Tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın, ‘80 öncesinde Türkiye’de devrimci örgütlerin sendikal mücadeleye militanlaşma doğrultusunda bindirdiği önemli bir basınç vardı. Bu faktör hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Günümüz ortamı ise, siyasi yaşamda sistematik baskıların sonucu oluşan pörsüme, işçilerin aktif siyasete yabancılaşması, işsizlik kırbacının korkusuyla en ufak hak arama eyleminden bile uzaklaşma gibi olumsuzluklarla belirginleşiyor. Bu tablo 12 Eylül 1980 öncesiyle kıyaslandığında, adeta karanlıklar çağına dönüş gibi görünüyor. Bugün gerileme döneminden çıkabilmek için işçi hareketinde muazzam bir silkinişe, siyasal yaşamda köklü niteliksel dönüşümlere ihtiyaç var.”[4]
Uzun zamandır sendikalar işbirlikçi bürokratlar marifetiyle işçi sınıfı açısından önemli ölçüde işlevsizleştirilmiş, işçi hareketiyse adeta kilitlenmiştir. Bu kilit, ancak mücadeleye öncülük edecek niteliğe ve kapasiteye sahip örgütlü devrimcilerin sendikalar içinde sabırlı ve planlı bir çalışma yürütmesiyle açılabilir. Bu da ancak sınıf temelli sosyalist hareketin güçlenip, sendikalar üzerinde etki sağlayıp işçilere yol gösterici pozisyona geçmesiyle mümkündür. Yani sendikal hareketteki sorunlar, bu durumun işçilerde yarattığı olumsuz düşünceler nedeniyle oluşacak kendiliğinden bir hareket ile değil sosyalistlerin örgütlü, planlı müdahalesi sonucu gelişecek bir mücadele çizgisinin başarısıyla çözülebilir.
[1] Hikmet Kıvılcımlı, 1966 yılında, Türkiye İşçi Partisine yaptığı uyarı ve eleştirilerde sendikal alandaki yozlaşmayı çarpıcı biçimde anlatır: “Türkiye’de bugün bir sendikalar meselesi yok, bir sendikalar faciası vardır. Sağlı, sollu Devletçilerimizin o başarılarını kimse inkâr edemez; Sendikaları da Devletçiliğimizin tıpatıp kopyası yaptılar: Sendika, Devlet içinde özel bir Devletçilik oldu. Bir yol Sendikaya yazılan işçi, ömür boyunca sendikanın «tebaa»sı durumuna giriyor, uygunsuzluk görüp çıktığı zaman bile sendikaya «dayanışma aidatı» adıyla vergi ödemek zorunda kalıyor. Sendika aidatını, işçinin kendi eliyle vermesine müsaade edilmiyor: Devlet baba, Sendika yavrusunu kendisine benzetmekle kalmamış, kendisinden daha nazlı tutmuştur. Devlet yılda iki öğün vergi alır. Sendika her aybaşı alacağını (tahsil masrafına ve zahmetine bile katlanmaksızın) hazırca kesilmiş, biçilmiş olarak cebinde bulur. Toplanan aidat ya süslü salonlarda gösterişli bir iki nutuk atılarak ele geçirilir; yahut iki yılda beş on kişi ile «Genel Kurul!» denilen bir alicengiz oyunu tertiplenir: danışıklı dövüş zabıtlar tutulur; tamamıyla hazır yeyici, tamamıyla İşçi Sınıfına kazık atmakla görevlendirilmiş, sendikacı adlı yeni bir zümre vurgunculara yem olur. İşyerinde geceli gündüzlü çalışırken 200 lira aylık ücreti güç bulan kişi «Sendika Organlarında görevli» oldu muydu: aylığını 2000 liradan aşağıya düşürtmemek için girmedik kalıp bırakmaz. İşverenle cakalı ve kapalı oturumlarda işçi haklarını kırışır; Devleti de atlatmak yoluyla açıktan ve havadan büyük sus payları kopartır. Bütün o işçiyi satarak vurulan gayrimeşru kazançlar, alınan «Yönetici» maaşlarını gölgede bırakır. Dün işçi iken nefesi açlıktan kokarak, beş on kilometrelik çamurlu yolları yarım yırtık pabuçla tabana kuvvet yürüyen kimse, şimdi «Sendika lideri» kesilir kesilmez, altında özel otomobil görmezse, haksızlığa uğramışça gocunur.”
[2] “Sendikalaşmada yaşanan artışa rağmen özel sektörde sendikalaşma oranları hala ciddi biçimde düşük seyretmektedir. Dahası Türkiye uluslararası karşılaştırmalara göre sendikalaşma oranlarında dip düzeylerdedir. Üstelik sendikalaşma oranlarındaki artışa rağmen toplu pazarlık kapsamındaki işçi sayısı da oldukça düşük seyretmektedir. Sendika üyesi işçilerin yüzde 30 ile 35’i toplu iş sözleşmesinden yoksundur. Bu durum sendikalaşmadaki artışın yapay olduğunu göstermektedir. Öte yandan kamu görevlileri toplu pazarlık süreci de zorunlu tahkim ve grev yasağı nedeniyle etkisiz bir toplu pazarlık olarak nitelenebilir. 2018 yılında kamuda kadroya alınan taşeron işçilerin toplu pazarlık haklarının üç yıl süreyle askıya alınması endüstri ilişkilerinin büyük bir zaafı olarak ortaya çıkmaktadır. Grev hakkının bir yandan yasaklar diğer yandan ise keyfi ertelemeler nedeniyle fiilen kâğıt üzerinde kalması nedeniyle sendikalaşmadaki artış fiili bir sonuç yaratmaktan uzak kalmaktadır.” Aziz Çelik, “Sembiyotik İlişkiler ve Otoriter Korporatizm Kıskacında 2010’lu Yıllarda Türkiye’de Sendikalaşma, Toplu Pazarlık ve Grev Eğilimleri”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, CEEİK 2018 Özel Sayısı
[3] “2013-2019 arasında sendika üyesi olan 857 bin işçinin işçi konfederasyonları arasındaki dağılımı şaşırtıcıdır. Türk-İş en büyük işçi konfederasyonu olma özelliğini sürdürmekle birlikte üye artış ivmesi ciddi biçimde yavaşlamıştır. 2013-2019 arasındaki 857 bin kişilik artış içindeki payı 266 bindir. Türk-İş dönem boyunca üye sayısını 709 binden 975 bine çıkarmıştır. Hak-İş dönemin en çok üye kazanan konfederasyonudur. Ocak 2013-Ocak 2019 arasında 517 bin yeni üye kazanarak adeta bir sendikal «mucize» yaratmıştır. DİSK 2013 Ocak ayında 100 bin olan üye sayısı 71 bin artarak Ocak 2019’da 171,4 bine yükseltmiş ve üçüncü konfederasyon olma özelliğini sürdürmüştür.” Aziz Çelik, age
[4] Elif Çağlı, Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum, marksist.net
link: Selim Fuat, İşbirlikçi Sendikal Bürokrasiye Karşı Mücadeleyi Örgütlemek Şart!, 23 Ocak 2024, https://en.marksist.net/node/8176
Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar
Uyan!