Burjuva siyaset dünyasında olduğu gibi sosyalist hareket içinde de Cumhuriyetin 100. yıldönümü vesilesiyle çeşitli tartışmalar yürüyor. Erdoğan liderliğindeki faşist rejimin yeni-Osmanlıcı unsurlarının, Cumhuriyetle birlikte hilafetin kaldırılıp seküler, Batıcı bir yapılanmanın benimsenmesinin Türkiye’nin Müslüman dünya üzerindeki etki gücünü kırdığını ve bu yüzden emperyal bir güç olmasının önüne geçtiğini düşündükleri biliniyor. Nitekim Osmanlı güzellemeleriyle süslenen emperyal fantezileri emekçi kitlelere boca eden faşist rejim, baldırıçıplakların kendilerini hayali saraylarda görmelerini sağlayarak buradan güç devşirmeye çalışıyor. Öte yandan, Cumhuriyetin kurucu partisi olmakla övünen CHP ve sosyalist hareketin Kemalizmle bulaşık kesimleri, AKP iktidarının “Cumhuriyetin tüm kazanımlarını yıktığı, tüm değerlerini ayaklar altına aldığı” feveranı içinde kolaylıkla bir araya gelebiliyor. AKP nasıl çarpıtmalar ve yalanlar eşliğinde bir Osmanlı güzellemesini ideolojik bavulunun vazgeçilmez parçası haline getirmişse, bu kesim de benzer şekilde bir “Cumhuriyet” güzellemesi yaratıp ona meftun olmuş durumda. AKP’nin iktidara gelip statükocu burjuva kesimlerle dalaşmaya başladığı 2000’lerin ortalarından itibaren giderek yaygınlaşan biçimde sosyalist solda da 19 Mayısların, 30 Ağustosların ve elbette 29 Ekimlerin kutlanmaya başlanması, bu ortaklaşmanın ideolojik ve siyasal boyutuna işaret ediyor.
Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunun Stalinizm ve Kemalizmle formatlanması ve üstüne bir de proleter sınıf temelinden yoksun olması[1] onu her alanda burjuva etkilere son derece açık kılagelmiştir. Osmanlı’nın yanı sıra Cumhuriyetin değerlendirilmesinde de Marksizmin değil Kemalizmin baskın çıkması bunun günümüze de yansıyan önemli sonuçlarından biridir. Nitekim solun geniş kesimlerinde Osmanlı her türlü gericiliğin simgesi addedilirken, Cumhuriyet ve onun kurucusu M. Kemal, ilericiliğin, devrimciliğin, çağdaşlığın temsilcisi olarak kutsanmaktadır. Tarihin materyalist temellerde yorumlanmasından son derece uzak olan bu yaklaşım, gerçekliğin tüm boyutlarıyla kavranmasının önüne geçerken, işçi sınıfının devrimci mücadelesini ideolojik ve politik olarak zehirleyip rayından çıkaran bir etki de doğurmaktadır. Bu yüzden Osmanlı’nın olduğu kadar burjuva Cumhuriyetin de devrimci Marksist bir gözle değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Marksist Tutum web sitemiz bu konuda başta Mehmet Sinan’ın Osmanlı’ya ve kuruluşundan bugüne Cumhuriyetin sosyo-ekonomik ve politik tarihine ilişkin özgün değerlendirmeler içeren derinlikli çalışmaları ve Elif Çağlı’nın “Bonapartizmden Faşizme” adlı kitabı olmak üzere son derece geniş bir kaynak oluşturuyor. Ayrıntılı olarak bilgilenmek isteyenler için temel bir seçkiyi yazımızın sonunda Kaynakça olarak vereceğiz. Burada ise temel hususları vurgulamakla yetineceğiz ve esasen tartışmaların yoğunlaştığı tek parti dönemi (1923-1946) üzerinde duracağız.
Milli Mücadele ve TC’nin kuruluşuna dair
Bilindiği gibi, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Batı Avrupa ülkeleri burjuva devrimlerini yapmışken, yanı başlarındaki iki büyük imparatorlukta, Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığında bu süreç henüz tamamlanmamıştı. Üstelik Rus Çarlığına göre, kapitalizm Osmanlı’da çok daha geri bir gelişim düzeyinde bulunuyordu. Türkiye kapitalizminin Batı’ya göre son derece gecikmeli gelişmesinin kökeninde ise Osmanlı’nın Asyatik-despotik bir tarihsel arka plana sahip olması yatmaktaydı. Feodal geçmişli Avrupa’dan farklı olarak, bu topraklarda burjuva devrimini gerçekleştirecek gelişkinlikte bir burjuvazinin bulunmamasının temel nedeni de, toprakta özel mülkiyetin olmadığı ve devleti mülk edinen devletlû bir sınıfın egemen olduğu bu tarihsel arka plandı. Bununla birlikte kapitalizm tüm dünyayı kendine benzetirken Osmanlı’nın bundan kaçabilmesi mümkün değildi. Nitekim Asyatik yapı dışarıdan gelen bu basınçla çözülmeye başlarken, bunun sosyo-ekonomik ve siyasal yansımaları 19. yüzyılın ortalarına doğru belirgin biçimde ortaya çıkmıştı. 1839 Tanzimat Fermanı, 1876-78 Birinci Meşrutiyet dönemi ve 1908 burjuva devrimiyle açılan İkinci Meşrutiyet dönemi bunun ifadesiydi.
Osmanlı’da bu dönüşümlerin başını çekenler, asker-sivil bürokrasinin ve aydınların, Batılılaşmaktan yani kapitalist temelde bir değişimden yana olan kesimleridir ve Milli Mücadeleye önderlik eden unsurlar için de bu durum geçerlidir. “Bir başka şekilde vurgulamak gerekirse, Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur.”[2]
Güncel tartışmalar açısından burada Milli Mücadeleyi biraz daha açarak ilerleyelim. Kemalizmin yerleştirdiği mitlerden biri, Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla (19 Mayıs 1919) başladığı ve bu mücadelenin anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı olduğudur. Oysa Mustafa Kemal Samsun’a hareket ettiğinde Milli Mücadele ondan bağımsız olarak çoktan başlamıştı. Mustafa Kemal belli bir noktaya kadar, Saray’ı ikna ederek, mücadelenin onun otoritesi altında geliştirilmesi stratejisini gütmüştü. Zaman içinde Saray’ın böyle bir niyeti, iradesi ve mecali olmadığını görmekle birlikte henüz ona bayrak açmış da değildi. Üstelik yaratılan mitin aksine, Saray’a rağmen değil, “Anadolu’da düzeni sağlamak” üzere olağanüstü vali yetkileriyle donatılmış bir paşa olarak Saray tarafından atanarak oraya gönderilmişti. Bununla birlikte, Anadolu’da başlayan mücadele kendi dinamiğini yaratmıştı ve süreç emperyalist işgal güçlerinin esiri haline gelen Saray’ın niyetlerini boşa çıkarmıştı. Mustafa Kemal, yükselen direniş hareketini birleştirerek onun önderliğine soyunacak ve çok kısa sürede Saray’ın hedefi haline gelecekti.
Milli Mücadele, sömürge ulusların verdiği ulusal kurtuluş savaşlarından farklı olarak, Birinci Dünya Savaşına emperyal çıkarları doğrultusunda giren fakat yenik düşen bir imparatorluğu uğradığı işgalden kurtarmak ve toprak kaybını durdurmak için egemen sınıf unsurlarının başlattıkları bir mücadeleydi. Bu mücadelenin emperyalist işgal güçlerine ve onların planları doğrultusunda savaş veren Yunan işgal güçlerine karşı verildiği doğrudur, kapitalizmi hedef almayan bir mücadelenin (istediği kadar şu ya da bu emperyalist gücü hedef alsın) anti-emperyalist olarak nitelendirilmesi ise yanlıştır.
Milli Mücadele Birinci Dünya Savaşının sonunda Osmanlı ile İtilaf devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasının (Ekim 1918) ardından Osmanlı’nın daha fazla toprak kaybetmesinin önüne geçmek ve devleti (ve dolayısıyla saltanatı ve hilafeti) korumak üzere başlatılmıştı. Bu mücadelenin başını çekenlerse asker-sivil bürokrasiden ve yerellerdeki varlıklı kesimlerden gelen unsurlardı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri türünden direniş örgütlenmeleri, organize ettikleri kongreler aracılığıyla mücadeleyi birleştirip ortak bir hedefe yönlendirme çabası içindeydiler. Bununla birlikte İstanbul hükümetini tamamen reddeden ve karşılarına alan bir tutum içinde de değildiler. Mustafa Kemal Anadolu’ya geldiğinde, söz konusu cemiyetlerin ileri gelenleriyle temasa geçmiş ve o da mücadeleyi merkezileştirmek üzere hareket etmişti. Yine bu doğrultuda, o zamana dek sayıları yirmiye yaklaşmış olan kongrelerin son ikisine, Erzurum (Temmuz-Ağustos 1919) ve Sivas (Eylül 1919) Kongrelerine katılmıştı. Bu kongrelerden sonra direniş örgütleri burada alınan kararlar doğrultusunda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmişti.[3]
Fiilen emperyalist işgal güçlerinin esiri haline gelen Padişah Vahdettin’in 1920 Nisanında Meclis-i Mebusanı kapatması, Milli Mücadele için yeni bir evrenin başlaması anlamına gelecekti. Vahdettin aslında Meclis-i Mebusanı 1918 Aralığında kapatmış, fakat Sivas Kongresinde oluşturulan ve Mustafa Kemal’in başında olduğu Temsil Heyeti ile yapılan anlaşma gereği 1920 Ocağında yeniden açmıştı. Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının çoğunlukta olduğu bu Meclis, aynı anlaşma gereği Misak-ı Milli’yi de kabul etmişti. Bu kapatma kararının ardından söz konusu direniş güçleri, 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir Meclis toplamıştı. Bununla birlikte Büyük Millet Meclisi olarak adlandırılan bu Meclis hiç de saltanata son verip cumhuriyete geçme gibi bir devrimci programa sahip değildi. Mecliste farklı fikirlere sahip pek çok grup vardı ve ortaklaşılan amaç emperyalist işgali kırıp saltanatı ve hilafeti korumaktı. Ayrıca Mustafa Kemal giderek güçlenmiş olsa da, o sırada bile mücadelenin önderlerinden sadece biriydi ve hegemonyasını ancak ilerleyen yıllarda, fiziksel imhalara varan bir mücadele sonucunda kurabilecekti:
“Mustafa Kemal ve ekibi, Meclis içerisinde kendilerine muhalif olanların direncini kırmayı başaramamıştı. Önce kendilerini Müdafaa-ı Hukuk grubu olarak örgütleyen Kemalist ekip, ardından Milli Mücadelenin amaçlarını ve çerçevesini belirleyen Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarını bu grubun biricik amacı olarak ilan ettiler. Böylelikle, Milli Mücadelenin yalnızca kendileri tarafından verildiği şeklinde bir izlenim yaratılmış oluyordu.[4] 1923 Nisanında Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle muhalefet imkânsız hale getirildi. Ardından da Meclis dağıtıldı. Yeni Meclise kimlerin milletvekili «seçileceğini», oluşturulacak listede kimlerin yer alacağını belirleyen tek bir kişi vardı: Mustafa Kemal. Göstermelik bir seçimin ardından oluşan II. Meclisin neredeyse tamamı artık bu gruptan oluşuyordu. Grup kendisini 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası olarak adlandırdı. İktidarın bir parti aracılığıyla tek bir ekibin elinde tekelleşmesine rağmen, cumhuriyetin ilanı yine aynı grup içinde yaşanan şiddetli iç tartışmaların ardından ancak 29 Ekim 1923’de gerçekleştirilebildi.”[5]
Elif Çağlı bu noktada, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliğe dikkat çekmektedir: 1908’in arkasında, Osmanlı’da kapitalist gelişmenin taşıyıcısı olan ve dönemin en önemli burjuva katmanını oluşturan gayri Müslim burjuvazi de varken, Balkan ülkelerinin ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte 1923 bu mirastan mahrum kalmıştır. Bu yüzden de Cumhuriyet esasen kendisine kalan cılız bir milli burjuvazi ile yola çıkmıştır.[6] Üstelik 1923 burjuva devrimi, halk kitlelerinin seferber olduğu ya da edildiği bir devrim değil, bir tepeden devrimdir. Tüm bunlar kurulan Cumhuriyetin niteliğini daha baştan belirlemiş ve onun demokratik değil siyasal olarak son derece gerici bir karaktere sahip olmasına yol açmıştır.
“Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.” (Elif Çağlı, age, s.223)
TC: Demokratik değil despotik bir cumhuriyet
Yeni kurulan Cumhuriyetin egemen sınıfı, Osmanlı’dan aldığı despotik mirası aynen devam ettirme eğilimiyle hareket ederken, oluşturulan Kemalist resmi ideoloji, gerçekliği tümüyle çarpıtan, bambaşka bir tablo çizmiştir. Bu çarpıtma Milli Mücadele anlatısı konusunda da söz konusudur, oluşturulan Mustafa Kemal miti konusunda da. Buna göre Mustafa Kemal, aydınlanmanın biricik temsilcisi, ilericiliğin, devrimciliğin simgesidir! Oysa hakikat bundan son derece uzaktır.
“M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez. Ayrıca Bismarck ve Kemal gibi liderler burjuva düzeni iktisaden ilerleten rollerini belirli bir dönem için gerçekleştirir ve tüketirler.
“Bu momentten sonra aynı tarzın devamında ısrar ve bu tarzın örneğin Kemalizm gibi resmi bir devlet ideolojisi haline getirilmesi tarihsel-iktisadi açıdan da artık tutuculuk anlamına gelir. İşte bu nedenlerle, Türkiye’de kapitalizmin geliştiği dönemden itibaren, Marksist bakış açısıyla, Kemalizme hiçbir yönden ilericilik atfetmek mümkün değildir.” (Elif Çağlı, age, s.206)
Türkiye’de modernleşme ya da Aydınlanma çabalarının Cumhuriyetle birlikte başladığı iddiası yaratılan Kemalist mitin başlıca argümanlarından biridir. Oysa Cumhuriyete geçişin ardından girişilen reformlar gerçekte Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik reformlarının bir devamıdır ve her iki dönemde de bu reformlar merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumak ve güçlendirmek amacıyla yapılmışlardır. Üstelik “Kemalist devrimler” denerek olduğundan büyük bir anlam atfedilen bu reformların hiçbirisi, inşa edilen Cumhuriyeti demokratikleştirmeyi hedeflememiştir. Cumhurun adının bile olmadığı bu Cumhuriyetin ilk 23 yılı, tek adamlar ve milli şeflerin liderliğindeki bir tek parti diktatörlüğü altında geçmiştir. Mehmet Sinan’ın dile getirdiği gibi, “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır”.[7]
Kurulan burjuva Cumhuriyetin egemenleri, devleti hiçbir sivil inisiyatife alan açmamak üzere yapılandırmışlardı. Reform yapılması zorunluysa “devletlûlar” onu tepeden yaparak sorunu çözerlerdi! Hak ve özgürlükler alanı son derece dar olan bu despotik zihniyet, komünistlere de işçi sınıfına da göz açtırmadı. Komünist hareketi daha doğarken boğup yok etmek için Mustafa Suphileri katleden bizzat Kemalist rejimdi. Elbette mesele 1920’lerin başlarıyla sınırlı kalmayacak, TC’nin azgın anti-komünizmi onyıllar boyunca kesintisiz devam edecekti. Komünistleri bir yana bıraktık, işçi sınıfının en temel haklarından olan sendikalaşma ve grev hakkına kavuşması bile onyıllar alacaktı.
“Örneğin, işçi ve emekçilerin sınıf esasına göre örgütlenmelerini ve sınıf mücadelesi yürütmelerini yasaklayan ve bu yasağı çiğneyenlerin ağır hapisle cezalandırılmalarını öngören Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142. maddeleri, 1930’larda faşist İtalyan Ceza Kanunundan ithal edilmişti. (…) işçi sınıfı, Kemalist CHP’nin yıllarca süren tek parti diktatörlüğü döneminde sendikal haklarından tamamen mahrum kalacaktı. (…) İşçiler, çalışma koşullarını düzenleyen bir iş kanununa Cumhuriyetin ilanından 13 yıl sonra (1936’da), sendikalaşma hakkına 24 yıl sonra (1947’de), grev ve toplu sözleşme hakkına ise tam 40 yıl sonra (1963’de) kavuşabileceklerdi.”[8] Üstelik bütün bu haklar çağın son derece gerisinde kaldığı gibi her fırsatta da fiilen kullanılamaz hale getirilecekti.
TC’nin kurucu ideolojisi “Türk milliyetçiliği” temelindeki bir etnik milliyetçiliğe dayanıyordu. “Kurucu unsurlardan Kürtlerin varlığını yok sayan ve resmi kurucu olarak yalnızca Türk varlığını esas alan, etnik milliyetçilik temelindeki böyle bir ulus-devlet anlayışının demokratik hiçbir yanı olmadığı gibi, bu anlayışın gelecekte de çoğulcu bir demokrasiyi yaşama geçirmek gibi bir niyetinin olmadığı daha baştan belliydi. Çünkü resmi olarak sadece bir ulusun varlığını tanıyan ve diğer ulusun varlığını yok sayan böyle bir etnik-milliyetçi ulus-devlet anlayışı, kendini ancak baskıcı-otoriter yöntemler kullanılarak diğer tarafa kabul ettirilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Osmanlı’nın külleri üzerine kurulan yeni ulus-devletin (TC) siyasal yapısı, demokratik bir Cumhuriyet olarak değil, daha baştan otoriter-bürokratik bir «Cumhuriyet» olarak şekillendi. Yani son tahlilde, öz biçimi belirledi. Bu otoriter-bürokratik Cumhuriyet rejiminin öncelikli görevi, yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendirmek değil, yurttaşlar karşısında modern despotik devletin, yani yönetici bürokrasinin kolektif çıkarlarını korumak oldu.”[9]
Türk milliyetçiliği ırkı esas almaz dense de, Kemalist rejim özellikle faşizmin Avrupa’da yükselişte olduğu 1930’larda “ırkçı ve şoven bir «ulus-devlet» anlayışını resmi ideoloji haline getirmeye çalışıyordu. Örneğin, Kemalist rejimin önde gelen ideologlarından olan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesine verdiği bir demeçte, Kemalist bürokrasinin bu eğilimini şu şekilde dile getiriyordu: «Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk Ana Vatanında sadece bir tek hakları vardır: Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.»”[10] “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” de o dönemde parlatılan ırkçı tezlerdi. Üstelik bu ırkçılık ve şovenizm yalnız ideolojik düzeyde kalmıyor, Ağrı isyanının kanla bastırılmasında ve ardından Dersim katliamında ete kemiğe de bürünüyordu.
“İlerici”, “çağdaş”, “demokrat” Kemalizmin gayrimüslimlere ve Kürtlere yönelik ırkçı politikalarını burada uzun uzadıya anlatmak gerekmiyor. Ama bunun TC’nin damarlarında dolaşan bir ırkçılık olduğunu da görmek gerekiyor. CHP’nin tek parti dönemindeki uygulamalarla, sonrasında Demokrat Parti dönemindekiler, MC dönemlerindekiler ya da Atatürkçülük diyerek yönetime el koyan 12 Eylül faşist cuntasının uygulamaları ve ideolojisi arasında özde hiçbir fark yoktur. Nihayetinde ise Erdoğan rejimi, şoven milliyetçiliği İslamcılıkla birleştirip, yeni-Osmanlıcı bu garabeti emperyal politikalarının ideolojik temeli haline getirmiştir.
Kemalizmin altı okundan milliyetçilik ve cumhuriyetçilik dışındaki diğer dördü de (laiklik, devletçilik, devrimcilik, halkçılık) yine halk kitleleri için değil egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda şekillendirilmişti.[11] Sol adına köpürtülen Kemalist devletçilik gerçekte burjuvaziyi semirtme ve kapitalist ekonomiyi güçlendirme hamlesinden başka bir şey değildi. O devletçilik, yani devlet kapitalizmi altında işçi sınıfı korkunç ölçülerde sömürülecekti. Pek halkçı Mustafa Kemal, işçi sınıfı ve köylüler sefalet içindeyken, memlekete “kaç milyoner, hatta milyarder kazandırabiliriz”in derdindeydi. Kendisi de dudak uçuklatan bir zenginliğe sahipti.[12] “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi altında tam anlamıyla totaliter bir rejim inşa eden de oydu.
Her ne kadar laiklik, Kemalistler ve Kemalizmle bulaşık sosyalistler tarafından en büyük kazanımlardan biri olarak sunulsa da, kurulan burjuva cumhuriyetin gerçek laiklikle de ilgisi yoktu. 1924 Anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Devletinin dini İslamdır” diye yazılıydı ve bu madde 1928’e dek Anayasada kalacaktı. Kemalist “laiklik” dinin devletten ayrılması değil, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına alması ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanması anlamına geliyordu. Osmanlı’daki Şeyhülislamlık müessesinin yerini Diyanet İşleri Başkanlığının alması ve fetva mekanizmasının devam ettirilmesi bunun kurumsal ifadesiydi. Radikal değil uzlaşmacı bir anlayışla hareket eden Kemalist ekip bu alanda da aynı duruşu sergilemişti. Nitekim Cumhuriyetin ilanının ardından kapatılan medreselerin yerine imam hatip okulları açılmış, ilkokullara zorunlu din dersi koyulmuş ve bu uygulamalarda zamanla politik çıkarcılık temelinde değişikliklere gidilmiştir. Menderes’in Demokrat Partisinin iktidara geldiği 1950’den itibaren ise tarikatlarla siyasal partiler arasında sıkı ilişkiler kurulmaya başlanmış, 1930’da kapatılan imam-hatip okulları yeniden faaliyete geçirilmiş ve sayıları hızla arttırılmıştır. Atatürkçülüğü dilinden düşürmeyen pek cumhuriyetçi 12 Eylül faşist diktatörlüğü döneminde ise imam-hatip okulları daha da yaygınlaşırken din dersleri ilk ve ortaöğretimde zorunlu hale getirilmiştir.
Kemalist ideolojinin en büyük uydurmacalarından biri de kadın hakları konusundadır. Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa Kemalist rejimin çizdiği sınırları zorlamaya kalkan her türlü hareketin yok edildiği tek parti döneminde, en ileri talep olarak seçme ve seçilme hakkını yükselten kadın hakları savunucuları bile dışlanmış, engellenmiş ve baskıyla yıldırılmaya çalışılmıştı. Elde edilen haklara gelince, bunlar ta Osmanlı’da başlayan ve tarihsel süreklilik içinde devam eden mücadelelerin etkisiyle kazanılacaktı. “Osmanlı’nın erkek egemen anlayışını olduğu gibi devralan Kemalist burjuva devlet, hakları uğruna mücadele eden kadınları istediği kadar yok saymaya ve aşağılamaya çalışsın, tıpkı Osmanlı gibi o da kadınların taleplerini geciktirerek de olsa dikkate almak zorunda kalacaktı. Nitekim 1926 Şubatında kabul edilen Medeni Kanunla çok eşlilik ve talâk kaldırıldı ve kadınlara da boşanma hakkı getirildi. Aynı yıl, kadınların ulaşım araçlarında haremlik-selamlık yolculuk etmek zorunda bırakıldıkları özel bölme uygulamasına da son verildi. Böylece kadınların yarım asırdır sürdürdükleri mücadelenin çok önemli birtakım talepleri karşılanmış oluyordu. Ancak aynı Medeni Kanun, evin reisinin «koca» olduğunu ilan ederek, kadının evlendiği erkeğin soyadını taşımasını zorunlu kılarak ve kadının çalışmasını kocasının iznine bağlı kılarak erkek egemenliği yasal hale getirmiş oluyordu.”[13]
Kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuşması da ancak Cumhuriyetin ilanından 11 yıl sonra mümkün olabilmişti. Seçim kararının alındığı ve seçim yasasının değiştirildiği 1923 Nisanında, 18 yaşını geçen erkeklere oy kullanma hakkı verilirken kadınlara oy hakkı tanınmamıştı. Bahane hazırdı: Onlar henüz oy verecek olgunluğa erişmemişlerdi, ama aile reisi olan erkekleri aracılığıyla zaten oy kullanmış oluyorlardı! Mecliste buna itiraz eden Tunalı Hilmi Bey’in konuşması ise mebusların sıra kapaklarına vurarak yükselttikleri protesto nedeniyle tamamlanamadan kesilmişti. Kadın hakları konusu 1934’e dek Mecliste bir gündem maddesi olarak bir daha asla ele alınmayacaktı.
Ama kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan kanun 5 Aralık 1934 günü Meclisten geçtikten sonra, “dünyada kadınlara o tarihte seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biriyiz” diye övünen Kemalist rejim, bu konuda da gerçeklerle bağdaşmayan efsaneler yaratmaktan geri durmayacaktı. Oysa o dönemde Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Avustralya’ya tüm kıtalardan yaklaşık 40 ülkenin kadınları bu hakka çoktandır sahiptiler. Örneğin Yeni Zelanda’da 41 yıl önce, Avustralya’da 30 yıl önce, Finlandiya’da 28 yıl önce, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kanada ve İzlanda’da yaklaşık 20 yıl önce, Rusya’da ise 1917 Ekim Devrimiyle seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı. Çok sayıda Avrupa ülkesinin yanı sıra Sovyet Cumhuriyetleri, Moğolistan, Tayland, Güney Afrika ve pek çok Latin Amerika ülkesinde de öyle.[14]
İşçi sınıfının demokrasisi, işçi sınıfının cumhuriyeti!
CHP’nin başını çektiği burjuva kesimlerin, “laik” bir devlet yapılanmasına geçilmesi, Latin harflerinin kabul edilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi reformlarla parlatıp anti-demokratikliğini ve işçi düşmanlığını örtmeye çalıştıkları Cumhuriyet işte böyle bir cumhuriyettir. Fakat Kemalizme ve burjuva Cumhuriyete yönelik yanılsamalar aradan onlarca yıl geçmesine rağmen son derece güçlüdür. Üstelik sosyalist solda da! Zira Kemalizm resmi devlet ideolojisi olarak emekçilere şırıngalanmakla kalmayıp sosyalist sola da musallat edilmiştir. Öyle ki, memleketimizin kimi güzide “komünist”leri bugünlerde CHP’ye kızıp “Atatürkçülüğün ideolojik ve teorik olarak sahipsiz kaldığı”ndan dert yanmaktadırlar.[15] “Sahipsiz kalan” Atatürkçülüğü sahiplenme derdine düşenlerin, aslında onu kendi evlerine almış olmanın teorisini yaptıkları ayan beyan ortadadır.
TC tarihinin son otuz yılı, her türlü burjuva yanılsamanın en gerici formlarda yeniden ve yeniden üretildiği bir dönem olmuştur. AKP, başörtüsüne yönelik engellemeler gibi uygulamaları laiklik adına dayatan 28 Şubat darbesiyle açılan sürece duyulan tepkiye yaslanarak 2002’de iktidara gelmiştir. Sonrasında ise, din temelindeki müdahaleleri, dayatmaları ve uygulamalarıyla kendisi de benzer bir toplumsal tepki doğurarak Kemalizmin adeta yeniden şahlanışının zeminini döşemiştir. Bağımsız bir politik tutuma sahip olmayan örgütsüz işçi sınıfı, egemen sınıfın ideolojik çapraz ateşi altında tam anlamıyla paralize olmuş durumdadır. Üstelik iki burjuva kesimin ortak paydasını oluşturan şoven milliyetçilik, duyargalarını hepten tıkamış ve onu her türlü saldırıya açık kılmıştır. Bugün derin bir ekonomik yıkımın ve faşizmin cenderesinde ümüğü sıkılan emekçilerin, devrimci Marksist bir bakış açısının hâkim olduğu bağımsız bir sınıf tutumuna her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı bulunuyor. İşçileri, emekçileri içinde bulundukları kapitalist cendereden kurtaracak olan şey, tam da bu temeldeki bir örgütlü mücadeledir.
Bu mücadelenin hedefi, küresel ölçekte çoktan köhnemiş olan ve her türlü gericiliği üreten “burjuva demokrasisi”yle sınırlı olamaz. Parlamenter cumhuriyet, yaratılan yanılsamanın aksine, halkın değil egemen sınıf olarak burjuvazinin yönetim biçimlerinden biridir. En demokratik formda yapılanmış olsa bile, burjuva devletin özü, küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüdür. Nitekim Engels, “gerçekte devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesini sağlayan bir mekanizmadan başka bir şey değildir ve bu söylenen, demokratik cumhuriyet için, monarşi için olduğundan daha az geçerli değildir”[16] derken tam da bunu anlatır. Lenin de, demokratik cumhuriyetin kapitalizmin mümkün olan en iyi siyasi kabuğu olduğunu ve sermayenin bu kabuk altında iktidarını son derece güvenlikli ve sağlam bir şekilde kuracağını, burjuva-demokratik cumhuriyetteki kişiler, kurumlar ya da partiler düzeyinde kalan hiçbir değişikliğin onu sarsamayacağını belirtir.[17] Marksizmin burjuva cumhuriyete yaklaşımının genel çerçevesi budur ve bu çerçeve onun cumhuriyeti tarihsel bir ilerleme olarak değerlendirmesiyle çelişmemektedir.
“İşçi sınıfı açısından cumhuriyet rejimini savunulur ve anlamlı kılan şey, onun demokratik mahiyetidir. Dolayısıyla demokratik olmayan kendinden menkul bir cumhuriyet işçi sınıfı için bir şey ifade etmediği gibi, cumhuriyet olmadan da burjuva demokrasisi pekâlâ mümkündür. Kapitalizmin beşiği olan Hollanda ve İngiltere bugün bile krallıktırlar; ancak burjuva demokrasisinin göreli genişliği, bu ülke işçi sınıflarının siyasal gündeminden cumhuriyetçilik ilkesinin zaman içerisinde düşmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı şeyi Belçika, İspanya ve Japonya için de söylemek mümkün. Burada önemli bir hususa daha değinelim. İşçi sınıfı açısından demokratik cumhuriyet talebinin hiçbir şekilde yeterli olamayacağı gerçeği daha 1848 devrimleri sırasında ortaya çıkmıştı. Demokratik cumhuriyet talebiyle yola çıkan burjuvazinin o günkü en ilerici kanadının programı bile işçi sınıfı açısından yetersiz idi ve tam da bu nedenden ötürüdür ki, işçi sınıfı kendi hedefini yalnızca demokratik bir cumhuriyetle sınırlamamış, daha o günden önüne sosyal bir cumhuriyet hedefini koymuştu. Bu hedef, zaman içerisinde Komün tipi bir iktidarla somutlaşıp Sovyet Cumhuriyeti olarak 1917’de zafere ulaşacaktı.”[18]
İşçi sınıfı ayağa kalktığında gerçekten demokrasi istiyorsa, tıpkı Paris Komününde ve Ekim Devriminde olduğu gibi, onu iktidarı ele geçirerek kendisi yaratmalıdır. Çalışma ve yaşam alanlarında aşağıdan yukarıya demokratik bir şekilde örgütleyeceği sovyet tipi organlarla (işçi konseyleri, komünler) inşa edilen işçi devleti, insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, barış dolu bir dünyaya ilerleyişi içindeki en demokratik cumhuriyet olacaktır. Gerçekten “halkın egemenliği”ni isteyen herkesin gözünü dikmesi ve uğruna mücadele etmesi gereken cumhuriyet böylesi bir cumhuriyet olmalıdır.
[1] Ayrıntılı okuma için bkz. Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk!, 28 Temmuz 2009, marksist.net/node/2185
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.220
[3] Daha sonra Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kendi başkanlığında Halk Fırkasına ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisine dönüştürecekti. Bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.221
[4] CHP, Sivas Kongresini kendi birinci kongresi ilan etmişti. Böylelikle Milli Mücadelenin birçok önderi bu mücadelenin mirasından mahrum edilmiş, gözden düşürülmüş oluyor ve Milli Mücadele CHP ile özdeşleştiriliyordu. Bugün bile CHP, kendisini “Kurtuluş Savaşı”nı yürüten ve cumhuriyeti kuran parti olarak gösterip göz boyama peşindedir.
[5] Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, 1 Ekim 2007, marksist.net/node/1637
[6] Elif Çağlı, age, s.220
[7] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Ocak 2008, marksist.net/node/1701
[8] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV, 30 Nisan 2008, marksist.net/node/1780
[9] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /III, 30 Mart 2008, marksist.net/node/1751
[11] Bkz. Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler
[12] Toplam 154.720 dönüm tarım arazisi ve mera, 51adet bina, bira fabrikası, malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, iki süt fabrikası, şarap imalathanesi, elektrikle işleyen değirmen, İstanbul’da bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, ayrıca Ankara ve Yalova’da tavuk çiftlikleri, peynir ve yağ üretmeye elverişli iki imalathane, 16 adet traktör, 13 adet harman ve biçerdöver, deniz motoru, 5 adet kamyon ve kamyonet, 2 adet otomobil, çiftliklerin genel servislerinde çalıştırılan 19 adet binek ve yük arabası, ayrıca canlı demirbaş olarak: 13.000 baş koyun, 433 baş sığır, 69 at, 2450 tavuk vb. O dönemde bürokrasiden kapitalistliğe terfi eden yalnızca M. Kemal değildi elbette. Rejimin pek çok üst düzey bürokrat ve milletvekili de hızla kapitalistleşmiş ve büyük zenginliklere ulaşmıştı. (Mehmet Sinan, age, bölüm 2)
[13] İlkay Meriç, Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları /2, 1 Nisan 2010, marksist.net/node/2429
[14] İlkay Meriç, age
[16] Marx, Fransa’da İç Savaş, Yordam Kitap, Ekim 2016, s.27
[17] Lenin, Devlet ve Devrim, Yordam Kitap, Ocak 2016, s.27
[18] Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler
link: İlkay Meriç, Sınıf Perspektifinden Cumhuriyetin 100. Yılı, 27 Ekim 2023, https://en.marksist.net/node/8102
Öğrenci Yurdunda Kaza Değil Cinayet!
ABD’de Otomotiv İşçilerinin Grevi