Ölümlerin ardından çok sık kullanılan bir klişe cümle vardır: “Ölüm herkesi eşit kılar.” Büyük kudrete sahip hükümdara da, kendi halinde fukaraya da, paranın gücüyle dünyaya kazık kakmak için uğraşana da, beş parasız gün geçirmeye çalışana da, zalime de, mazluma da uğrar ölüm. Buradan bakınca da, haklı olarak kudretin de, adaletsizliğin de, zulmün de sonsuz olmayacağını, ölümle birlikte bunlar devam edemeyeceği için normal olarak mağdurun da, zalimin de aynı konuma geleceğini düşündürtür insana bu söz. Varlığın sona ermesiyle yoklukta eşitlenmenin nasıl bir yararı olduğunu anlamak mümkün olmasa da insanları avutmak için bol bol kullanılır bu klişe.
Aslında bu avuntu cümlesi yaşamdaki derin eşitsizliğin itirafından başka bir şey değildir. Çünkü yaşamda eşit olunmadığı gerçekliğinin üzerine söylenmektedir ölümde eşitlenileceği sözü. Herkes gayet iyi bilir ki, sınıflı bir toplumda ölüme kadar geçen süre de, ölümün insanları bulma ihtimali ve biçimleri de olağanüstü derecede eşitsizdir. Bunların devamı olarak ölümlere, ölülere yaklaşım bile keskin sınıfsal farklılıklar içerir.
Bu durumu en iyi anlatanlardan biri büyük yazar Emile Zola’dır. Zola’nın, 1876’da “Nasıl Ölünür?” adıyla yayınladığı beş kısa öyküde, beş farklı toplumsal sınıfta ölümün nasıl karşılandığını anlattığı satırlar çok çarpıcıdır. Ölümler de tıpkı yaşam gibi sınıfsal farklılıklarla damgalanmıştır. Ölüm herkesin başına gelir ama herkes ölümü sınıfına uygun biçimde “yaşar”. Mesela, bu öykülerde Kont de Vertueil şaşaalı bir törenle, yapmacık üzüntülerle, geniş bir toplulukla, pahalı aile mezarlığında toprağa verilirken, işçi ailesi Morisseau’ların tek çocukları olan on yaşındaki oğulları Charlot çamurun içine bata çıka kimsesizler mezarlığına gömülür. Burjuvalar, ölümü de hayatı da zehirleyen para için ölülerinin bedeni daha soğumadan kavgaya tutuşurken, yoksullukları yüzünden her gün gözlerinin önünde eriyerek ölüme sürüklenen oğulları son nefesini verince, belediyenin yaptığı üç kuruş yardım sayesinde nihayet karınlarını doyurma şansı yakalar işçi anne baba. Yani ölümler de hayattan farklı yaşanmaz. Sınıfsal farklılığın katı gerçeği olan eşitsizlik yaşamda olduğu gibi ölümde de kendini net biçimde gösterir.
Zola’nın bu öyküleri yazmasının üzerinden neredeyse 150 yıl geçmesine rağmen durum bugün farklı mıdır peki? Nasıl farklı olsun ki? Sınıfsal eşitsizlikler o zamandan bu yana azalmak ne kelime muazzam boyutlara ulaşmıştır. İşçilerin emek güçleri gibi hayatları da giderek daha fazla değersizleşmiş, buna bağlı olarak ölümleri de aynı şekilde önemsizleşmiştir. İş cinayetlerinde can veren on binlerce emekçinin, depremde enkaz altında kalıp 128 gün, 135 gün sonra cesetleri tesadüfen enkazda bulunan kadınların, tersanede iş kazası geçirip denize düştükten uzun süre sonra öldüğü fark edilen işçinin, üzerine yük asansörü düşmesi sonucu ölen, öldüğü saatler sonra ailesinin işyerine gelip sormasıyla ortaya çıkan 13 yaşındaki işçi çocuğun, ölümleri de hayatları gibi değersizdir bu sistemde.
Titanlar ve göçmen emekçiler
Geçtiğimiz günlerde yakın zaman aralıklarıyla gerçekleşen ölümler ve bu ölümler karşısında sergilenen yaklaşımlar, ölümün farklı sınıflardan insanları eşit kılmadığını bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koydu. Bambaşka koşullarda gerçekleşen ve gerek arama kurtarma aşamasında yapılanlar gerekse de medyadaki değerlendirmeler bakımından birbirine hiç benzemeyen iki deniz kazasıyla ilgili zıtlıklar, ayrı sınıflardan insanların ölümde eşitsizliğine dair çok fazla söze yer bırakmadı.
Kazalardan birinde Titanik gemisinin batığına turistik amaçlarla yapılan denizaltı yolculuğunda 5 kişi öldü. Bilindiği gibi, 1912 yılında bir buzdağına çarparak sulara gömülen Titanik yapıldığı dönemde en son teknolojinin kullanıldığı, kesinlikle batmayacağı ilan edilen, İngiltere’nin denizlere hâkimiyetinin simgesi olarak inşa edilmiş dev bir gemiydi. Trajik sonuyla da kapitalist kibrin sembollerinden birine dönüşmüştü.[1] Titanik gemisinin batığına turistik seyahat, işbilir bir kapitalist tarafından macerasever burjuvaların fantezilerini gerçekleştirmeleri için bir süredir düzenleniyordu. Parayı bastıranı uzaya götürme projelerini yarıştıran Bezos, Musk gibi o da, insanlığın ortak birikiminin ürünü olan teknolojik gelişmeleri bir avuç asalağın heveslerini tatmin ederken para kazanmak için kullanıyordu.
18 Haziran sabahı Titanik batığını gözlemlemek için başlayan yolculuk birkaç saat sonra denizaltıdan gelen sinyallerin kesilmesi üzerine hızlı biçimde dünyanın en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Oksijenleri tükenmeden denizaltıyı bulmak için çok geniş kapsamlı bir çalışma başlatıldı. Uluslararası bir niteliğe bürünen kurtarma çalışması bütün dünya medyasını günlerce meşgul etti. Nihayetinde bu denizaltının parçaları denizin 4 bin metre derinliğinde tespit edildi. Titanik gemisinin batığına ulaşmak için kullanılan özel yapım bir denizaltı olan Titan[2], sonradan anlaşıldığına göre yüksek basınca dayanamadığı için parçalanarak dağılmıştı. Bunun için günlerce en son teknolojiyle tespit çalışmaları yapıldı, ABD’nin, Kanada’nın ve İngiltere’nin çok sayıda devlet kurumu seferber oldu. Çünkü denizaltının içindekiler, her biri bu keyfi gezi için 250 bin doları gözlerini kırpmadan bastırıp veren İngiliz, Amerikalı, Pakistanlı multimilyonerlerdi. Şirketin kurucusu ve CEO’su, aynı zamanda Titan’ın kaptanı Stockton Rush, Fransız derin su kaşifi Paul-Henri Nargeolet, İngiliz milyarder Hamis Harding, Pakistanlı bir kapitalist olan Şahzade Davut ve oğlu Süleyman. Burjuva medya sayesinde milyonlarca insan kazada ölenlerin hepsinin ismini öğrendi ve görüntülerini hafızalarına kazıdı.[3]
Bu “elim” kazadan birkaç gün önceyse, 14 Haziranda Yunanistan’ın güneyindeki Mora yarımadası açıklarında bir tekne batmıştı. Yedi yüzden fazla mülteciyi taşıyan bu balıkçı teknesi Yunanistan sahil güvenlik görevlilerinin gözleri önünde, diğer teknelerin hareketlerinin analiz edilmesiyle ortaya çıkan bilgiye göre yaklaşık 7 saat hareket etmeden bekledikten sonra görevlilerin kasti sayılacak müdahalesiyle sulara gömülmüştü. Tekneden sağ kurtulan Suriyeli mültecilerden biri “tekneyi yandan bağladılar ve hızla hareket ettiler” derken, Mısırlı bir mülteci ise “Yunan Sahil Güvenliğinin bizi kurtaracağını sandık ama bunun yerine tekneyi zorla çektikler ve alabora olmasına neden oldular” diyerek anlatıyor yaşananları. Kapasitesinin çok çok üzerinde yolcusu olan bu balıkçı teknesinde, “kaza”dan kurtulanların belirttiğine göre yüzden fazla da çocuk bulunuyordu.
Titan denizaltısından gelen sinyaller kesildikten dakikalar sonra başlayan uluslararası kurtarma faaliyeti bir yanda, gözler önünde saatler boyunca batması beklenen, sonra kasti müdahalelerle batırılan göçmenlerle dolu tekne diğer yanda. Birkaç günde okyanusun 4000 metre derinliğinde bulunan denizaltı parçaları ve her yönüyle aydınlatılan bir kaza bir yanda, yüzlerce mülteciye halen ulaşılamayan bir diğer “kaza” diğer yanda. Kapitalistlerin zihin dünyasında bunu açıklamak kolay elbette. Kim ki o mülteciler? Dünyanın köleleri onlar! Sermaye, düşük ücretlerin ve uzun çalışma saatlerinin işçilerin yaşamlarını cehenneme çevirdiği ülkelere cenneti yaşamak için, sınırlara, gümrüklere takılmadan sorunsuz yolculuk ederken, daha geri kapitalist ülkelerdeki gerçek cehennemlerden sahte cennetlere ulaşmak için Akdeniz’in ya da Karayip denizinin derinliklerinde sonlanan yolculuklara çıkanlar onlar. Ve daha yüz milyonlarca var onlardan. Dolayısıyla yaşamlarını umursamaya, onlar için kaynak israf etmeye gerek de yok!
Zaten o kadar çok ki onlar, hem işyerlerini hem denizlerin diplerini doldurmaya yeter sayıları. BBC’nin yaptığı bir haberde konuşan Tunuslu balıkçının sözlerine yansıdığı gibi denizde kanıksanacak kadar çok ölüsü var artık göçmen emekçilerin. Göçmen cesetleri ağına takılan Tunuslu balıkçı, “İlk seferinde çok korktum, sonra alışmaya başladım. Bir süre sonra ağdan insan çıkarmak, balık çıkarmaktan farksız hale geldi. Bir seferinde üç gün boyunca 15 ceset çıkardım. Çıkardığım bir ceset bebekti” diyor. Zola’nın öyküsündeki Charlot hiç olmazsa çamurlar içinde de olsa bir kimsesizler mezarlığında yer bulabilmişti kendine. Oysa şimdi mülteci emekçiler ve çocukları için mavi bir mezarlık olmuş durumda denizler.
Kapitalizm yaşamda da ölümde de eşitsizlik demektir
Her iki kaza art arda yaşandığı için aksi yöndeki tüm gayretlere rağmen ister istemez aralarında karşılaştırmalar yapılmasına ve bu nedenle çelişkilerin daha berrak görünmesine yol açıyor. Bu yüzden bu kazaların gösterdiği gerçekleri flulaştırmak isteyenler, Titan denizaltısında can veren günümüzün “titan”ları için övgülere gecikmeden başladı bile. İngiltere’nin eski başbakanı Boris Johnson, Daily Mail için kaleme aldığı yazısında, gerçeklerin altını çizen solcuları eleştirerek “Titanik seferinde bulunanlar hakkında ne hissettiğimi söylememe izin verin: Bana kalırsa onlar birer kahraman!” ifadelerini kullanıyor. Yazının devamında ise, “Bana kalırsa, Hamish Harding ve arkadaşları insanlık için yeni bir adım atmaya, denizaltı seyahatini yaygınlaştırmaya, okyanus tabanını demokratikleştirmeye çalışıyorlardı. Tehlikelerin gayet farkındaydılar. … Harding ve arkadaşları, insan bilgi ve deneyiminin sınırlarını zorlamak gibi tipik bir İngiliz davası uğruna öldüler. İşte budur beni gururlandıran” diyor. Okyanus tabanını demokratikleştirmeye çalışıyorlarmış! Ne süslü laflar ama!
Johnson sınıfının doğal yaklaşımını sergiliyor ve “titan”ların tutumlarını şövalyece bulmamızı ve bu nedenle onları takdir etmemizi, göçmenlerin trajedisine ise sadece merhametle yaklaşmamızı istiyor. Oysa bu düzenin sefasını sürenlerin derdi insanlık için yeni bir adım atmak, bilimi ve teknolojiyi toplumun tümünün yararına kullanmak değildir. Hiçbir zaman böyle olmamıştır, şimdi de böyle değildir. Onları güdüleyen tek şey sermayelerini büyütmek için üretim yapılmasını sağlamak, daha fazla artı-değer elde etmek için faaliyet göstermektir. Yani onlar her şeyi sermayeleri için yaparlar. Sermayeleri ise hayatı da ölümü de zehirlemiştir.
Bir denizaltı gezisinde kazaya uğrayan zengin turistler için derhal başlayan uluslararası kurtarma operasyonunun ve medyanın genelinde yer alan haberlerin, gözler önünde saatlerce bekletilen, alabora olması için kasti müdahaleler yapılan bir balıkçı teknesindeki göçmen emekçiler için söz konusu olmaması, fazla lafa gerek bırakmadan var olan sistemin niteliği hakkında çok şeyi anlatıyor aslında. Yaşamda da ölümde de derin, kesin bir eşitsizlik!
Bu kaskatı gerçek karşısında bizlere teselli ve umut veren, yol gösteren yegâne şeyse her şeye rağmen Yunanistan hükümetine karşı mültecilerin yanında saf tutan on binlerce emekçinin Atina sokaklarında gerçekleştirdikleri protesto eylemidir. Ölümlerin tüm insanları eşit kılması için önce yaşamda insanları eşit kılacak bir düzeni var etmek gerekir. Bu da sadece işçi sınıfının iktidarı için mücadele etmekle sağlanabilir. Mültecilik yoluna çıkan emekçilerin mavi mezarlıklara gömülmesinin önüne geçmek için de bu mücadeleyi büyütmekten başka yol yoktur.
[1] Sahibi olan şirketin asla batmayacak gemi olarak tanıttığı Titanik, yapımında çalışan mühendis ve işçilerin tüm uyarılarına rağmen suya indirilmiş, rotası üzerindeki buzdağı uyarılarına rağmen şirketin belirtilen süreden daha hızlı okyanusu geçme arzusu yüzünden hız kesmeden yoluna devam etmiş ve ilk seferinde bir buzdağına çarparak batmıştı
[2] Denizaltının adı olan Titan, Yunan mitolojisine göre efsanevi Altın Çağ’da dünyayı yönetmiş olan güçlü tanrı ırkından adını alıyor.
[3] Titan denizaltısında güvenlik önlemlerinin ihmal edildiğine dair pek çok bilgi kazanın ardından ortaya çıkmaya başladı. Geziyi düzenleyen şirket tekel durumunda ve Titanik gemisinin batığı da ona ait. Ama Titanik’in kalıntıları denizde eriyip gitmeden olabildiğince çok gezi, olabildiğince çok para hedeflendiği için pek çok önlem ihmal edilmiş. Şirketin önceki CEO’su bu konularda uyardığı için işten atılmış. Yani Titan da Titanik’in kaderini paylaşmış, kapitalist hırsın sonucu parçalanıp Titanik kalıntılarının yanında kendine yer bulmuş.
link: Selim Fuat, Burjuvaların Ölümleri, Emekçilerin Ölümleri, 7 Temmuz 2023, https://en.marksist.net/node/8012
Onlar Sonsuza Dek Çocuk Bırakıldılar
Çareyi “Uzaklarda” Arama!