Taşı taş üstüne koyup, duvar duvar içinde dam yapanların
Demiri halka halka büküp zincir edenlerin
Jandarma donuna girip sırta binenlerin
Polis kavuzuna bürünüp kötek atanların
Yargıçların, savcıların hem de avukatların
Tümünün de kulakları çınlaya
Çünkü onlar yazdırdı bana bu kitabı.
“Nazım Hikmet ve Biz” adlı anı-biyografi kitabında böyle sesleniyor İbrahim Balaban. Her türlü baskı ve zulme karşı mücadele edenlerin umutlu olması gerektiği üzerine de şöyle devam ediyor: “Ama ben bu kitabı; karakollarda dayak yiyenlere, damlarda yatanlara adıyorum! Duyduk duymadık demeyin, karakollara ve damlara düşenler! Oralardan diri çıkabilmek için en olumlu çare; ölümü göze alıp umuda merdiven dayamaktır!”
Ressam İbrahim Balaban tıpkı ustası Nazım Hikmet gibi “ölmenin zor olduğu bir ayda”, bir Haziran ayında yaşamını yitirdi. 98 yıllık hayatı 9 Haziran 2019’da sona erdiğinde, ardında iki bini aşkın resmin yanı sıra öz yaşamını ve Nazım’la anılarını anlattığı kitaplar bıraktı. İbrahim Balaban 1921 yılında Bursa’daki Seçköy’de dünyaya geldi. Ormanlarla kaplı bir dağın yamacına kurulmuş olan bu köy, her türlü börtü böceğe, zengin bitki örtüsüne ev sahipliği yapıyordu. Çocukluğundan beri köydeki yaşamı, ezilenlerin çalışma hayatı, hayvanlar ve karasaban, zihnine birer resim olarak yerleşti. Anne tarafından dedesinin zanaatkâr yönünü almıştı. Annesinin işlediği süslemeli nakışlar, Balaban’ın bu yeteneklerin devamcısı olacağının ilk işaretiydi. Okula başlamanın arifesinde babasının kendisine aldığı ilk kurşun kalemle kâğıda bir şeyler çizdiğinde şaşkınlıkla bakakalmıştı: İşte hayalinde tasarladığı görselleri resmetmenin aracı! Tarlada çalışan insanlar, çift süren öküzlerle ilgili bilinçsizce çizdiği bu resimler, yeteneğini ortaya döktüğü ilk örneklerdi. Ancak asıl hünerini ortaya dökmesi için baba dediği Şair Babası ile yani büyük usta Nazım Hikmet’le tanışması gerekecekti.
1940’lı yıllar tüm dünyada kenevir ekiminin yasaklandığı yıllardır. O yıllara değin Türkiye’de birçok emekçinin geçim kaynaklarından biri de kenevirdir. Yasağın uygulanmaya başladığı yıllarda kimi emekçiler ayıngacılığa (tütün kaçakçılığı) başvurmaya başlamıştır. İbrahim’in babası Hasan Çavuş bir grup ayıngacı tarafından kenevir ayıklama işine ortak edilir. Hasan Çavuş tarla işleriyle meşgul olduğu için ortaklıktan çıkacak kazancı denetlemesi için ayıngacıların başına oğlu İbrahim’i gönderir. Henüz 16 yaşında olan İbrahim, işin tehlikesinden bihaber, ayıngacıların bulunduğu dağlık alandaki mağaraya gider. Ancak köylüler arasında geçmişten süregelen çekişmelerden kaynaklı ayıngacılar jandarmaya ihbar edilir. Jandarmanın baskını sonucu ayıngacılar ve İbrahim kaçmaya çalışsalar da yakalanmaktan kurtulamazlar. Jandarmalar İbrahim’i yakalayıp işkence etmek üzere Sarpdere’deki şelaleye götürürler. Osmanlı’dan beri bilinir ki jandarma dipçik darbesi, falaka demektir. Vergisini vermeyen, baş kaldıran köylüye Kemalist rejimin jandarması onlara gerçek “efendinin” kim olduğunu gösterir. İbrahim’i Sarpdere’ye götüren Jandarmalar, onu şelalenin önünde falakaya yatırıp saatlerce işkence ederler. Bu olay Balaban’ın zihninde derin izler bırakır. Jandarmaya olan öfkesi hiç dinmez. Öyle ki ileride çizeceği “Falaka” adlı tablosu, başından geçen bu olayı çarpıcı bir şekilde resmeder. Balaban çizdiği bu tablosuyla ilgili şöyle söyler: “Jandarmaya olan öfkem sonsuzdur. Herhangi birine kurşun sıkmamın öfkesi değil. Bu resimde jandarmaların deccallığını, zalimliğini anlatmak istiyorum. Jandarmaların gaddarlığını, hınzırlığını...”
Ayıngacılar ve İbrahim tutuklanarak 1 yıl hapis ve 16 bin lira para cezasına çarptırılırlar. İbrahim’in yaşı küçük olduğundan cezası 6 aya indirilir. Bursa Cezaevi’nde 6 ay hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşur. Özgürlüğe kavuştuğunda köyündeki çeşit çeşit kuşların, hayvanların, kekliklerin seslerini ve doğayı daha bir derinden hisseder. Yaşamı tüm duyularıyla algılamanın tadına varır. Ancak sadece 6 ay yaşar bu özgürlüğü. Tahsildarlar 16 bin lira cezayı almak için kapıya dayanmıştır. Kendi deyimiyle, “16 bin lira istiyorlar. Hâlbuki bizim köyü satsan, yan köyü satsan bahçeleriyle bağlarıyla beraber; mümkün değil o parayı bulamazdık.” İbrahim’in parayı ödememesi durumunda 3 yıl daha hapis yatması gerekecektir. Hasan Çavuş oğlunu tekrar mahpuslara göndermemek için onu bir süre arkadaşının evinde saklar. Ancak İbrahim’in annesi ve babası Jandarmanın baskısına daha fazla dayanamazlar ve İbrahim teslim olmak zorunda kalır. 1938’in Aralık ayında İbrahim Balaban için yeni hapislik dönemi başlar.
Usta çırak ilişkisi başlıyor!
1940 yılının sonunda Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’ne nakledilir. Nazım gelmeden namı gelir hapishaneye. Onu yakından tanıyanlar ya da şiirlerini takip edenler “Üstat geliyormuş, Üstat geliyormuş!” diye koğuşlara haber verirken, rejimin kara propagandasının etkisinde kalanlar ise “Yavuz Zırhlısını kaçırmaya çalışan adam”, “Tehlikeli komünist” geliyor diye duyurur. Birçok mahkûm “komünist” sözcüğünün anlamını bilmese bile Nazım’ın hükümet ya da devlet karşıtı olduğunu anlatır yeni gelenlere. Ona karşı yapılan kara propaganda hiç durmaz. Devletin jandarma dayağı olduğunu iyi bilen İbrahim, Nazım Hikmet hakkındaki ilk düşüncelerini şöyle ifade eder: “Öfkemi yüreğimde saklarken, elime beceri, aklıma bilgi toplarken, Nazım Hikmet’i buldum: Onun dürüstlüğüne baktıkça, ona olan hayranlığımla, onun suçsuzluğunu anladım. ‘Yavuz zırhlısını kaçırırken yakalanması’ söylencesini, mantıken olanaksız buldum; bunun bir karalama olduğu, bu yüzden suçsuz yere ceza yediği kanısına varmıştım.”
Üstadın gelmesini heyecanla bekleyenlerden biri de yine Nazım’ın öğrencisi olan Orhan Kemal’dir. Orhan Kemal ile Nazım’ın karşılaşma anlarına tanık olur İbrahim. Nazım’ın Orhan Kemal’in şiirlerine yaptığı eleştiri dikkatini çeker. İbrahim, ilerleyen aylarda Nazım Hikmet’in boya parası karşılığında mahkûmların portrelerini çizdiğini duyduğunda çok heyecanlanır. Hapishaneye girdiğinden beri eli hiç boş durmamış, her bulduğu kâğıda iç dünyasında yaşayan hayatları aktarmayı ihmal etmemiştir. Ancak çizdiği resimlerde bir eksiklik hissetse de bunun ne olduğunu anlayamaz. İbrahim, kendi portresini çizdirmek bahanesiyle Nazım Usta’dan resim tekniğini öğrenmeyi düşünür. Mahkûmlardan birisi bu utangaç genç delikanlının Usta’yla tanışmasına vesile olur. Nazım Usta’nın yanına gittiğinde en güzel giysilerini giymiş, hatta kravat bile takmıştır. Nazım onu bir baba sıcaklığıyla karşılar. Usta, delikanlının resmini çizmeye başladığında İbrahim onu izler, özellikle kalem tutma tekniğini dikkatle inceler. Resim çizildikten sonra İbrahim kendi resmine uzun uzun bakar. Ancak hem ceketinin eskitilerek çizilmiş hem de kravatının çizilmemiş olduğunu fark eder. Genç delikanlı söylemek istediğini bir türlü söyleyemeyince Nazım Usta, “Resmin bir kusurunu mu gördün yoksa?” diye sorar. İbrahim resme şöyle bir baktıktan sonra, “Benim kravatımı yapmamışsın?” der. Usta:
- Sen her zaman kravat takar mısın?
- Takmam ama, şimdi var ya...
- Köylüler, çift sürerken, ekin biçerken, burçak yolarken kravat takarlar mıydı?
- Takmazlardı ama.. Şimdi ben... çift sürmüyorum ki...
- Aferin, güzel söyledin... Ama ben seni, bir köylü çocuğunun resmini yapayım diye oturttum karşıma. Şehir züppelerine çeviremem senin resmini.
İbrahim sessizce beklerken Nazım Usta soru sormaya devam eder:
- Sizin köye tahsildar gelir miydi?
- Gelirdi.
- Kravatı var mıydı?
- Vardı.
- Elbiseleri de, aynen böyle ütülü değil mi?
- ...
- Ben, böyle güzel bir köylü çocuğunu, tahsildar kılığına sokamam.[*]
İbrahim Balaban, Nazım Usta’dan kalem tutma tekniğini gördükten sonra diğer mahkûmlardan kendine model bulup portreler çizmeye başlar. Balaban aynı zamanda harçlığını çıkarmak için hapishanede birçok atölyede ayakkabıcılık, mobilyacılık ve berberlik gibi el becerisi gerektiren işlerde çıraklık yapar. Bir gün berberlik yaptığı dükkânda Nazım Usta’yla karşılaşır. İbrahim heyecanını gizlemeye çalışır. Nazım’ın ona “resmini yeniden çizebilir miyim” diye sorması üzerine aralarında şöyle bir diyalog başlar:
- Geçen sefer çizdiğim resim istediğim gibi olmadı, tekrar resmini çizebilir miyim evladım?
- Ben sana resmimi çizdirmem.
- Neden evladım, neden çizdirmek istemiyorsun?
- Çünkü ben de resim çizmesini biliyorum.
- Ya! Öyle mi, benim resmimi de çizebilir misin?
- Çizebilirim tabii.
İbrahim’in eline hemen bir kâğıt kalem verilir ve çizmeye başlar. Resim henüz bitmeden Nazım, İbrahim’in yeteneğine hayran kalır. Onun ne üniversite, ne lise, ne de ortaokul mezunu olduğunu öğrenince daha da şaşakalır bu yeteneğe ve “istemez okul mokul” deyip sarılır Balaban’a. İbrahim, Usta’ya “Beni yanında çıraklığa kabul ediyor musun?” dediğinde, Nazım Usta’nın cevabı “Sen de beni ustalığa kabul ediyor musun?” olur. İşte o günden itibaren gelişip büyür usta-çırak ve Şair Baba-Oğul Balaban ilişkisi. “Çıraklığa kabul edildiğim gün, o saat ve o anda utanmasam; ‘Yaşasın Tutsaklık!’ diye bağıracaktım. Dünyada benden başka hiçbir öğrenci, cezaevini mekân tutup da dünyanın en büyük şairi Nazım Hikmet’i hoca olarak bulmamıştır. Nâzım Hikmet gerçekten de büyük bir adamdı. Beni kültürle donattı, ressamlığa yöneltti. Bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum” der Balaban anılarında.
Tepeden tırnağa insan, kavga, hasret olan komünist Şair Nazım Hikmet, köylü İbrahim Balaban’la bir psikolog, bir baba, bir öğretmen gibi ilgilenir. Onun gerçek yeteneğini ortaya koyabilmesi için iç dünyasını, ruhunun derinliklerini tanımak ister. Yeteneğinin kökenini anlayabilmek için ailesini, yaşadığı yeri, köyündeki kültürel uğraşları bir sosyolog gibi incelemeye alır. Balaban’ın çizdiği her resmi hayranlıkla inceler, eksiklerini söyler, yönlendirir. Hapishane dışından sanatla ilgili çeşitli kitaplar getirtir. Nazım Hikmet büyük bir ressam yetiştireceği için çok sevinçlidir. Kemal Tahir’e gönderdiği mektupta sevincini gizleyemez: “Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.”
Balaban’ın “kara yazısı”
Balaban hapisteyken ailesi onu evlendirmek üzere bir kızla nişanlar. Birlikte hapse girdikleri ayıngacılardan biri “O kızı ben alacaktım” diyerek kavga çıkarır ve Balaban’ı bıçaklar. Balaban yaralı kurtulur. 1941 yılında hapisten çıkar ve kısa sürede evlenir. Hasmı, İbrahim’i rahat bırakmaz. Her karşılaştıklarında aralarında kavga çıkar. İbrahim en sonunda hasmını vurmak zorunda kalır ve adam öldürmekten tekrar hapse girer. Hapisteyken önce dedesini kaybeder. Ardından babası Hasan Çavuş hasmının ailesi tarafından vurulur. Babası hastaneye yetiştirilemez ve yolda hayatını kaybeder. Aradan geçen kısa zaman zarfında çok sevdiği eşi doğum sırasında ölür. Geriye kalan çocuğu da çok fazla yaşayamaz. Balaban’ın içi dindirilemez bir acıyla dolar: “Ne yapayım dedim kendi kendime ve dayan Balaban dedim” diyerek yaşamaya çalışır. Bu sırada Şair Baba en büyük destekçisidir. Yaşadığı öfkeyi, kini ve acıyı resme dökmesine vesile olur. Balaban babasının kağnı arabasıyla hastaneye götürülüşünü “Cinayet” adlı tabloyla acı bir şekilde resmeder. Doğum adlı tablosuyla da sevgili eşinin doğum anında yaşamını kaybedişini çizer.
Nazım Usta Balaban’ın bir an önce özgürlüğüne kavuşabilmesi için İmralı Cezaevi’ne gitmesini önerir. Balaban 1944 yılında kendisiyle birlikte 15 mahkûmla İmralı Yarı Açık Cezaevi’ne gönderilir. “İmralı’ya gidince tutsaklığımı unuttum, sanki kendi köyümdeyim. Harmanlar, oraklar, karasabanlar, öküzler. Konulu kompozisyonlar yapmak için, istediğimden daha âlâ canlı ve kıpırtılı modeller vardı. Tam üç buçuk yıl çizdim, boyadım orada. Kütüphanedeki kitaplardan da alabildiğine yararlandım.” Hapishane müdürü Balaban’ı resim çizerek komünist propaganda yaptığı gerekçesiyle sorguya çeker. 1948 yılında cezasının bitmesine 45 gün kalmışken 5 yıl cezayla tekrar Bursa damına sürülür. Nazım çırağının cezasının arttığını görünce üzülürken, Balaban ustasına kavuştuğu için sevinir.
Şair Baba’nın ektiği tohum “bahar”da filizleniyor
Ekim Devriminin etkisiyle komünist bir devrimci olan Nazım Hikmet, aklını, kalbini işçi sınıfının mücadelesine ve gelecek özlemine adamıştı. Marksizmden aldığı bilinçle İbrahim Balaban’a felsefe, ekonomi politik, sosyoloji gibi temel konularda dersler verdi. Sanatçının, yaşadığı dünyanın gerçek resmini kavrayamadan gerçek bir sanatçı olamayacağını söylüyordu. Tarihe adını yazdırmış kimi sanatçılar farkında olarak ya da olmayarak ürettikleri eserlerle toplumun maddi gerçekçiliğinin aynası olabilmişlerdir. Yaşadığı dünyanın çelişkilerinin farkında olan devrimci bir sanatçı, insanlığın maddi ve manevi mirasından aldıklarıyla, önce yaşanan çelişkilere, ardından geleceğe olan özleme ayna tutar ve umut olur ezilenlere. Sanat aynı zamanda toplumun yaşanmışlıklarının estetiksel ifadesi olduğu gibi, sadece bireye ait değil toplumun kendisini, sanatçı üzerinden ifade etme biçimidir. Nazım Usta yaşadığı dünyanın farkında olan bir devrimci sanatçı olarak Balaban’ı da eğitir ve onun ruhundaki cevheri, tuvale resmetmesine vesile olur. Tohum filizlenmeye başladığında, Balaban “Bahar” adlı tablosuyla dikkat çeken çıkışını yapmıştır. Ustanın içi mutlulukla dolar ve bu tabloya bir şiir yazar:
İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın
İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız
Akıllı, cesur, taze, diri, insafsız
Hem de mavi, hem de serin
İşte aydınlık
İşte bulut
İşte dağlar
İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın
İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız
Kaymak gibi lüle lüle
...
On yıl mahpusta yattı ama kaybetmedi umudunu Balaban.
Nazım Balaban’ın Harman, Doğum, Suda Donbaylar, Cinayet ve Mapushane Kapısı adlı tablolarına da birer şiir yazar. “Mahpushane Kapısı” tablosu üzerine yazılan şiir en dikkat çeken şiirlerdendir. Bu tablo farklı sanat dallarının birbirini nasıl etkilediğinin bir göstergesi gibi olur. Şöyle ki; Balaban, Üstattan aldığı eğitimle resim çizerken, öğrencisinin hünerini gören Nazım bu anlamlı tablo için bir şiir yazar ve aradan yıllar geçtikten sonra “Yeni Türkü” adlı müzik grubu Nazım’ın yazdığı bu şiiri besteler ve güzel bir şarkı çıkar ortaya:
Altı kadın vardı demir kapının önünde
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri;
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde
ayakları sabırlı, ellerinde keder,
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
cin gibi bakıyor kundaktakiler.
Balaban’ın çizdiği resimler dışarıda da yankısını bulur. Sinan Korle, Kemal Sülker, Mehmet Ali Aybar, Abidin Dino, Melih Cevdet Anday, Can Yücel, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi kimi aydınlar, ressamlar, köşe yazarları ve sosyalistler onun resimlerini öven yazılar yazarlar. Sanat eleştirmeni olan Celal Esat Arseven, Balaban’ın resimlerini görünce şaşkınlığa düşer. Tablolara bir süre baktıktan sonra: “Ne desem bilmem ki; Kübizm değil, empresyonizm değil, sürrealizm değil, fütürizm değil… Şimdi ben bu ressamın resim tarzına ne diyeceğim?” Nazım Hikmet, “Esat Hoca, illaki bir kulp takmak istiyorsan; Bu resim tarzına da Balabanizm dersin” diye söyler gülerek. Yaşar Kemal, Balaban resimleri hakkında şöyle yazar: “Bir umut ışığıdır sarıyor insanın içini. Yiyor, temizliyor cümle karanlığı. İşte bu, Balaban’ın kuvvetidir. Balaban söylemek istediğini kestirmeden söylemesini biliyor. Ben Balaban’ın her tablosunu bir türküye benzetiyorum. Şöyle ki: Her türkü bir hikâyedir. Bir olaydan çıkmıştır. Olaydan çıkmayan hiçbir türkü yoktur. Olayı anlatınca da hayatı en kestirmeden anlatıyor türküler...”
Balaban kendi sanat anlayışını şöyle ifade ediyor: “Sanat yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kabuğunu yapar. Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum. İnsan-doğa ilişkisinde üretim araçlarının insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim resimlerimi de biçimlediğini söyleyebilirim.” Aslında Balaban resimlerinde bin yıllar süregelen Asyatik yapının içindeki emekçilerin ezilmişliğini, sömürüye, baskıya uğrayan halkın destanını, masal gibi çizmiştir. “Anadolu, Mitoloji, Köroğlu, Nasrettin Hoca her konu kendi kabuğunu örmüş geliştirmiş. Bu konularda Türkiye’deki yaşanmışlıkları çizdim” der. O, yaşadığı coğrafyanın, yaşadığı zamanın henüz sonlanmamış ilkel tarımının emekçilerini çizdi. Tarlada çalışanın çilesini, dünyanın yükünü sırtında taşıyanları, yorgun yüzleri çizerken, çocukların neşesini ve doğanın eşsiz renklerini, ekin tarlalarındaki sarı sarı başakları, hayvanlarla uyum içinde yaşayan insanı çizerek geleceğe umut bırakmıştır.
Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için başlatılan uluslararası kampanyanın etkisiyle Nazım Usta ve İbrahim Balaban 1950 affıyla “özgürlüklerine” kavuşurlar. Nazım Hikmet ve eşi Münevver Hanım, annesi Celile Hanım’ın evine yerleşirler. Birkaç ay sonrasında oğul Balaban da baba dediği Şair Baba’sının yanına yerleşir. Balaban burada yaklaşık 6 ay kalarak eğitimini sürdürür. Bu süre zarfında Şair Baba’sının da yönlendirmesiyle birçok eser üretir. Balaban askerliğini yaptığı sırada Nazım Hikmet Türkiye’den kaçmak zorunda kalır ve İbrahim Balaban Şair Baba’sını bir daha göremez. Balaban Nazım’dan aldığı kültürle resim çizmeye devam eder. İlk sergisini açtığında yoğun ilgiyle karşılaşır. 1961 yılında açtığı sergisindeki resimlerde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 6 ay tutuklu kalır. 1962 yılında çeşitli sanat çevreleriyle Yeni Dal grubunu kurar. Ancak baskılar sonucu grup dağılır. İlerleyen yıllarda kimi yerlerde sergi açmasına izin verilmez. Adana’da açtığı resim sergisi faşistler tarafından saldırıya uğrar, Balaban darp edilir. Ancak Balaban hiçbir şekilde geri adım atmaz. Balaban Nazım’dan sadece resim çizmeyi değil, ezenlere karşı dik durmayı da öğrenmiştir.
Nazım Usta’nın rahle-i tedrisinden birçok yazar, şair, devrimci geçti. Nazım Usta işçi sınıfının saflarında mücadele edecek, katkıda bulunacak birçok insan yetiştirdi ve o insanlar da hep ezilenlerin saflarında durup onların destanlarını yazdılar, çizdiler, söylediler ve geleceğin toplumu için mücadele ettiler. Balaban’ın resimleri tıpkı ustası Nazım Hikmet’in şiirleri gibi bu toprakların, ezilenlerin türküsünü söylemeye devam ediyor. Nazım’ın şiirleri ve mücadelesi bu türkülerde yaşıyor. İşçi sınıfının ozanı Nazım Hikmet geçmişin karanlık günlerinde zalimin karşısında dik durmakla kalmamıştır. Ceviz Ağacı şiirinde dediği gibi “yüz bin eliyle” bizlere, genç devrimcilere dokunmaya devam ediyor hâlâ!
Kaynakça:
İbrahim Balaban, Nazım Hikmet’le Yedi Yıl
İbrahim Balaban, Nazım Hikmet ve Biz
İbrahim Balaban, Şair Baba ve Damdakiler
[*] İbrahim Balaban, Nazım Hikmet’in yanından ayrıldıktan sonra bu resme kravatı kendisi çizer.
link: Fırat Yazgan, Şair Baba ve Oğul Balaban, 23 Eylül 2019, https://en.marksist.net/node/6749
"Sanayi Kayışları"ndan Salvador Allende’ye Mektup
Nikaragua Devrimi ve Sandinizmin Dünü, Bugünü /2