Devrimin ardından
Somoza diktatörlüğünün 19 Temmuz 1979’da devrilmesinin ardından FSLN ile Somoza karşıtı burjuva kesimlerin ittifakından oluşan bir hükümet kuruldu. Somozacı devlet aygıtını yıkıp “demokratik bir cumhuriyet” kurma misyonuyla işbaşına gelen bu hükümetin önünde pek çok zorlu görev duruyordu. Her şeyden önce ülke tamamen çökmüş bir ekonomi tablosuyla karşı karşıyaydı. Somoza ABD’ye kaçarken devlet Hazinesini de soyup beraberinde götürmüş ve geride tam bir enkaz bırakmıştı. Devrim öncesi dönemde muhalif burjuvazinin fabrikalarının büyük bölümü rejim tarafından bombalanmış, üretim miktarı 1960’ların başlarındaki rakamlara düşmüştü. İşçiler ve yoksul köylüler yakıcı sorunlarına çözüm bekliyorlardı. Başkentte bile işgücünün %35’i işsiz olduğu gibi, bombalanan kentlerde 200 binden fazla insan evsiz kalmıştı. Öte yandan ciddi bir açlık sorunu vardı. Plantasyonlar savaş nedeniyle ekilememişti. Ülke dış borca batmış durumdayken, burjuvazi sermayesinin büyük bir kısmını yurtdışına kaçırmıştı.
Peki, çöküş içindeki ülkeyi ayağa kaldırmak için nasıl bir ekonomik-sosyal program uygulanacak, bunun için gerekli kaynak nereden bulunacaktı? Yoksul emekçi kitlelerin on binlerce ölü pahasına gerçekleştirdikleri bu devrimden beklentileri açıktı. Ama burjuvazinin de öyle! Hükümet net bir tercih yapmak zorundaydı: İzlenecek program eskisi gibi burjuvazinin çıkarlarını mı esas alacaktı, yoksa emekçilerin çıkarlarını mı? Devrimin bundan sonraki seyrini işte bu tercih doğrultusunda atılan adımlar belirleyecekti.
Hükümetin ilk birkaç ayda gerçekleştirdiği birtakım demokratik reformlar (Somoza diktatörlüğünün uyguladığı siyasi yasakların, hak ve özgürlüklerdeki sınırlamaların, idam cezasının, basın üzerindeki sansürün kaldırılması vb.) ittifak güçleri açısından üzerinde anlaşılması daha sorunsuz olan konu başlıkları arasında yer almaktaydı. Keza Somoza’nın mal varlığının devletleştirilmesi de öyle. Ekilebilir toprakların dörtte birinden fazlasını elinde tutan, bunun yanı sıra tüm önemli sektörlerde faaliyet gösteren çok sayıda şirketle devasa bir tekele sahip olan Somoza’nın mal varlığının devletleştirilmesi burjuvazinin de işine geliyordu. Çünkü hükümet ciddi bir kaynak sıkıntısı içindeydi ve özellikle söz konusu geniş araziler yoksul köylülerin toprak sorununun çözülmesi için kilit önemdeydi. Aksi takdirde, Somoza’ya karşı ayağa kalkan köylüler diğer büyük toprak sahiplerinin topraklarına da göz dikebilirlerdi ki, bu egemenler tarafından hiç de istenen bir durum olmazdı!
Hükümet, Somoza’nın mal varlıklarını devletleştirmenin yanı sıra dış ticaret, bankacılık, madencilik ve balıkçılık sektöründe de devlet tekeli ilan etmişti. Kimileri bu adımı “Sandinist hükümetin sosyalist önlemleri” kapsamında değerlendirse de gerçekliğin bununla bir ilgisi yoktu. Somoza ailesinin çiftliğine dönen bir ülkede olağan bir kapitalist işleyiş için bunlar burjuvazi için de atılması zorunlu görülen adımlardı. Bunun ötesi ise kırmızıçizgiydi. Burjuvazi daha devrim gerçekleşmeden, FSLN’den, Somoza ve rejimin diğer tepe unsurlarınınkiler dışında özel mülkiyete hiçbir şekilde dokunulmayacağının garantisini almıştı. Nitekim FSLN, Somoza haricinde hiçbir büyük toprak sahibinin topraklarına dokunmayacak, vaat edilen tarım reformu kapsamında köylülere yalnızca Somoza ve yandaşlarının toprakları dağıtılacaktı. Yoksul köylüler devrimden önce işgal ettikleri diğer topraklardan çıkmak zorunda bırakılacaktı. Benzer bir durum fabrika işgallerine son verilmesi açısından da geçerliydi. Bu talepleri yerine getirilen burjuvazi çeşitli teşviklerle, garantilerle, ucuz kredilerle, ücret artışlarının baskılanmasıyla vb. de ihya edilmekteydi. Bu arada hükümet Somoza’nın borçlarına bile sadık kalmış, emekçiler açlıktan kırılırken bunlar tıkır tıkır ödenmeye başlanmıştı. Ne var ki bu uzlaşmacı politikaya rağmen, atılması planlanan her adımda sınıfsal çıkar farklılıkları kendini gösteriyor ve çelişkiler şiddetleniyordu.
FSLN’nin yasama ve yürütme gücündeki ağırlığını ortadan kaldırmak isteyen sermaye güçleri, bir an önce burjuva parlamenter bir işleyişin mekanizmalarının oluşturulması ve en kısa sürede seçimlere gidilmesi için bastırarak devrimi bu rotaya sürmek için harekete geçmişti. FSLN buna karşı, iktidar aygıtlarında çoğunluğu elinde tutmak için çeşitli alanlardaki Sandinist kitle örgütlerinin Devlet Konseyindeki temsil gücünü arttırma yoluna gitti. Bu adım “ulusal birliğin” ilk büyük siyasi krizine yol açacak ve hükümetin iki burjuva üyesi Alfonso Robelo Callejas ve Violeta Chamorro 1980 Nisanında görevlerinden istifa edeceklerdi. Bunun yanı sıra, “özel mülkiyeti ortadan kaldırmak” istediğini düşündüğü FSLN’ye asla tam olarak güvenmeyen burjuvazi, teşvik üstüne teşvik aldığı halde sürekli sermaye kaçırıyor, üretimi azaltıyor ve ekonomiyi ciddi anlamda baltalıyordu. Sandinistlerin buna karşı, “ekonomik sabotaj”a hapis ve kamulaştırma cezası getirilmesi, sahipleri tarafından işlenmeyen ve köylülerce işgal edilen toprakların tazminat karşılığında devletleştirilmesi, devrimin ardından tasfiye edilen milis gücünün yeniden oluşturulması[1] gibi önlemleri hayata geçirmeye başlamaları ise ipleri iyice gerecekti.
Burjuvazinin çeşitli komplolarla ve sokak gösterileriyle Sandinistleri yıpratma girişimlerine hız vereceği bu yeni dönem, FSLN ile burjuvazinin balayının artık sona erdiğini gösteriyordu. FSLN’nin sözde devrimi korumak adına, “çok ileri gidip ürkütmemek lazım” anlayışıyla burjuvaziye verdiği tüm tavizler nihayetinde burjuvazinin “çok ileri gitmesiyle” sonuçlanmıştı. Öyle ki, Somoza’yı devirirken birlikte davranılan “yurtsever burjuvazi”, 1981’e gelindiğinde faşist Kontraları FSLN’nin üstüne salacak kadar ipleri koparmıştı.
Kontra savaşı ve Sandinist iktidarın hazin sonu
Burjuvazi Somoza diktatörlüğünün yıkılması sürecinde FSLN’yle işbirliği yaparak hem onun silahlı gücünden hem de yoksul köylülerin ve işçilerin kitle gücünden faydalanmıştı. Çıkarlarının tam olarak çakışmadığı bu küçük-burjuva önderlik işlevini tamamladığında ise onu devirmek için harekete geçmişti. Bu noktada en büyük destekçisi, Nikaragua’nın diğer Latin Amerika ülkeleri için (o dönemde küçük bir ada ülkesi olan Grenada’da bir devrim yaşanmıştı, El Salvador ve Guatemala’da gerilla savaşı iyice kızışmıştı ve “tehlike” diğer ülkelere doğru yayılmaktaydı) çekim merkezi olmasını engellemek gerektiğini savunan ABD idi. 1980’de iktidara gelen ve neo-liberalizmin azgın savunucusu olan Reagan yönetimi, bunun için her türlü olanağı seferber etmeye hazırdı. Nihayetinde ABD’yle el ele veren Nikaragua oligarşisi, Florida, Honduras ve Guatemala’daki kamplarda CIA tarafından eğitilen paralı askerleri ve Somoza’nın Ulusal Muhafızlarından devşirilmiş faşistleri “Kontra güçleri” olarak örgütleyip, bunlar aracılığıyla Nikaragua’yı korkunç bir iç savaşa sürükledi. 1983’e gelindiğinde burjuva temsilcilerin tamamı FSLN’ye cephe almış ve bunların bir kısmı ülkeyi terk ederken, bir kısmı da Kontralara katılmıştı. Bunlar arasında kısa bir süre öncesine kadar “yeniden inşa hükümeti” içinde yer alan unsurlar da mevcuttu. Dahası, bir zamanların meşhur Sandinist komutanlarından olan, devrim sonrasında İçişleri Bakan Yardımcılığı yapan ve oluşturulan milis gücünün başına geçirilen Eden Pastora bile 1982 yılı sonunda FSLN’ye cephe alarak Kontraların safına geçmişti.
Burjuvazi devrimin hemen ardından seçimlere gidilmesi ve olağan bir burjuva parlamenter işleyişe geçilmesi yönünde FSLN’ye basınç bindirmişti. Başlangıçta bu basınca karşı koyan FSLN kurmayı, 1983’te ABD’nin Grenada’yı işgal etmesinin ardından, bir yıl sonra seçimlere gidileceğini ve Devlet Konseyinin yerine Ulusal Meclisin kurulacağını açıklamıştı.
Sandinist iktidar özellikle eğitim ve sağlık alanında dikkat çekici bir iyileşme sağlamıştı. Kentli öğrencilerin yazın eğitmen olarak kırlara gönderilmesiyle desteklenen büyük bir eğitim seferberliğiyle okur-yazarlık oranı iki yıl içinde %40’tan %80’lere çıkarılmıştı. Benzer bir köklü reform sağlık alanında gerçekleştirilmiş ve bu alanda da çarpıcı bir düzelme yaşanmıştı. Ne var ki, Somoza’nınkiler dışında özel mülkiyete dokunmadan ve gerek devletin gerekse Somoza rejiminin dış borçlarını ödemeyi reddetmeden başlatılan ve emekçi kitlelerin çok daha yakıcı olan sorunlarını karşılamaktan uzak olan bu sınırlı reform programı bile daha fazla ilerleyemeden tıkanacaktı.
Sandinist rejim söz verdiği gibi 1984 yılında seçimlere gitti ve bu seçimlerden Daniel Ortega başkan olarak çıktı. Her ne kadar bekledikleri ekonomik iyileşmeye kavuşamasalar da, emekçi kitleler, ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürükleyecek kadar zıvanadan çıkan burjuvaziye karşı büyük bir tepki içindeydiler ve bunu FSLN’ye verdikleri desteği sürdürerek göstermekteydiler. Ancak ekonominin ABD emperyalizmi ve tekelci burjuvazi tarafından sabote edilmesi ve iç savaşın yarattığı yıkım, Nikaragua’yı giderek derin bir çıkmaza sürükleyecekti. 1989’a gelindiğinde milli gelir 1977 yılındakinin yarısına inerken, enflasyon %36.000’e fırlamıştı. Küçük işletmeler iflas dalgasına kapılmış, köylüler borç yükü altında ezilmiş, işçi sınıfı temel tüketim maddelerine yapılan zamların onda biri kadar ücret artışlarıyla sefaletin en derinlerine itilmişti. İşgücünün %35’e yakını işsiz ya da gizli işsizdi.
Emekçiler bu durumdayken, başta Ortegalar olmak üzere FSLN’nin pek çok tepe unsuru bu süreçte devleti ellerinde tutmanın verdiği olanakları kullanarak burjuvalaşmıştı. 1990 seçimlerinden önceyse, Somoza’nın devletleştirilen mülklerinin bir kısmına bizzat Sandinist liderler tarafından el koyulmuş ve bu durum, “iktidarı kaybetmeleri halinde parti mülklerine el konulması tehlikesi karşısında bir güvence” olarak açıklanmıştı. Oysa bu kaynakların önemli bir bölümü kişisel zenginleşmenin sermayesi olmuştu. “Devrim için fedakârlık” adı altında dayatılan kemer sıkma politikaları emekçileri canından bezdirirken, burjuvazinin ve Sandinist bürokratların lüks ve ayrıcalıklarından fedakârlık yapmamaları, FSLN iktidarına yönelik tepkiyi giderek arttırmıştı. Dış yardıma muhtaç olan Nikaragua ekonomisi ABD ambargosu altındaydı ve tek destek kaynağı SSCB ve Küba gibi ülkelerdi. Fakat bunların yardımları da giderek azalmıştı.
Küba zaten kendisi yardıma muhtaç olan küçük bir ülkeydi. SSCB ise Somoza diktatörlüğü döneminden bu yana Nikaragua devrimci hareketine destek vermekten hep geri durmuştu. ABD emperyalizminin arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ülkelerine bulaşmamaya özen gösteriyordu. ABD’yle Stalinist SSCB arasında birbirlerinin nüfuz alanlarına fazlaca müdahale etmeme şeklinde bir üstü örtük konsensüs durumu söz konusuydu. Bu konsensüs, Stalinist bürokrasinin burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşama” karşı-devrimci politikasının bir ürünüydü. Nikaragua Sosyalist ve Komünist Partilerinin izlediği sınıf işbirlikçi tutum da bunun bir uzantısıydı ve FSLN’nin ortaya çıkıp güç kazanması da zaten bu sayede mümkün olmuştu. Devrimin ardından FSLN’nin izlediği sınıf işbirlikçi politikalara da ne Küba’nın ne de SSCB’nin bir itirazı oldu. Bu süreçte dünya sosyalist hareketinin basıncıyla SSCB Nikaragua’ya sınırlı da olsa ekonomik yardımda bulundu elbette. Ancak 1987’den itibaren bu yardımlar da iyice azaldı. Zira SSCB ve Doğu Bloku artık çöküş sürecine girmiş ve kapitalizme doğru yelken açmış durumdaydı.
Sonuçta yalnız kalan Nikaragua’nın karşı karşıya kaldığı yıkım tablosu, iç savaşın devam ettiği 8 yıl boyunca hayatını kaybeden 50 bini aşkın insanla ve binlerce yaralı ve sakatla daha feci bir hal almıştı. Bu durum, Ortega ve FSLN’nin iktidarını derinden sarstı ve 1990’da yapılan seçimleri barış ve refah vaadinde bulunan burjuva ittifakın adayı Violeta Chamorro kazandı. Böylelikle Ortega’yla birlikte FSLN de sandıkta yenilerek iktidardan düştü ve yaklaşık on yıllık Sandinist iktidar dönemi kapanmış oldu.
Sandinist iktidara ilişkin yanılsamalar
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nikaragua devrimi sosyalist solda büyük bir heyecan dalgası yaratmıştı. Somoza diktatörlüğünü yıkıp iktidara gelen Sandinistler, gerçekte uzun bir süre boyunca burjuva demokratik bir programı hayata geçirmeyi vaat etseler de, sosyalist sol Sandinist rejimi “sosyalist” olarak nitelendirmekteydi. Söz konusu yanlış değerlendirmeler sadece Stalinistler için değil Troçkistler için de geçerliydi. Örneğin Mandel liderliğindeki Dördüncü Enternasyonal, Nikaragua devrimini “gerçek sosyalist halk devrimi”, Sandinist iktidarı ise “işçi devleti” olarak görmekteydi. Oysa Nikaragua’da yaşananların işçi devrimiyle de işçi devletiyle de ilgisi yoktu.
Nikaragua’daki duruma geçmeden önce, Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında işçi devletinin olmazsa olmaz özelliklerine ilişkin vurgularını hatırlayalım:
“… işçi sınıfının kapitalizmden komünizme doğru ilerleyen tarihsel hareketi, ancak ve ancak onun doğrudan egemenliği altında mümkün olabilir. Bu siyasal egemenlik, özünü egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın oluşturduğu işçi devletinde somutlanabilir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin ayırt edici özelliği, siyasal iktidarı fethederek kendini egemen kılan proletaryanın, üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirerek, kendini üretim koşullarının da efendisi konumuna yükseltmiş olmasıdır.”
“Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğmaması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. Yani Paris Komünü tipi önlemler, sadece eski bürokratik-askeri devlet cihazını yıkmak için değil, yıkılanın yerine «eski çirkefe dönüşü engelleyecek» bir mekanizmanın geçirilmesi için de gereklidir. Kısacası, işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür.”[2]
Marksizm açısından işçi devletinin kıstasları bunlarken, Nikaragua’nın gerçekleri bunun her açıdan dışındaydı. 1979 devrimine öncülük eden ve esasen köylülüğe ve kentli küçük-burjuva gençlik kesimlerine dayanarak iktidara gelen FSLN, Maoculuktan ve Küba devriminden etkilenen küçük-burjuva devrimci aydınların liderliğindeki bir gerilla örgütüydü. Somoza iktidarını hedef alan devrim sürecinde işçi sınıfı bağımsız bir siyasi varlık göstermediği gibi, onun iktidar organları olan sovyetik yapılar da ne devrim öncesinde ne de sonrasında ortaya çıkmıştı. Devrimin ilk dönemlerinde iktidarı burjuvaziyle paylaşan Sandinist yönetim, çeşitli türden kitle örgütlerini (köylü örgütleri, sendikalar, gençlik ve kadın örgütleri vb.) daha ziyade kendisinin Devlet Konseyindeki temsil gücünü arttırmak için kullanmış ve sonrasında da her alanda hiyerarşik-bürokratik bir yapılanmaya gitmişti. 1981’de burjuvaziyle iplerin kopmasının ardından siyasi iktidar tümüyle dokuz komutandan (“Dokuzlar”) oluşan FSLN Ulusal Yürütme Kurulunun elindeydi. İşçiler ve köylüler gerçekte karar alma mekanizmalarının tamamen dışında oldukları gibi, işçi ve köylü örgütlerinin yöneticileri bile tepeden FSLN tarafından atanmaktaydı.
FSLN’nin küçük-burjuva milliyetçi önderliğinin inşa ettiği Sandinist rejim siyasi yapılanması itibariyle Küba, SSCB gibi despotik bürokratik rejimlerin açtığı yoldan ilerleme eğilimindeydi. Bununla birlikte o kadar ileri gidilip kapitalizmin tasfiye edilmemiş ve burjuvaziye siyaset alanının kapatılmamış olması onu bu rejimlerden farklı kılıyordu. Sandinist hükümet izlenen ekonomik modeli “karma” ekonomi diye adlandırsa da, söz konusu olan kapitalist ekonomiydi ve onun belirleyici gücü de tıpkı devrimden önce olduğu gibi büyük burjuvaziydi. Devrimden iki yıl sonra bile, gerek sınai gerekse tarımsal üretimin %80’e yakını özel sektörün elindeydi. FSLN, özel sektörün astronomik kazançlarından, ekonomiyi sabote etmesinden vb. yakınırken, büyük özel mülkiyeti tümüyle devletleştirmeye asla girişmemişti.
Ülkede burjuva partilerin ve çeşitli türden sermaye örgütlerinin varlıklarına dokunulmazken, daha 1980 başlarından itibaren muhalif sosyalist kesimler üzerinde ağır baskılar getirilmişti. FSLN’nin izlediği politikaları eleştiren sosyalistler, grevci işçiler, sendikalar vb. “halkı kışkırtmak”, “üretimi sabote etmek”, “devrime karşı faaliyet içinde olmak” gibi suçlamalarla yüz yüze kalacak, pek çok sol unsur tutuklanacak, yayınları kapatılacak, ifade ve gösteri özgürlüğü engellenecekti.
Ne var ki bütün bu olguları göz ardı eden çeşitli kökenlerden sosyalist kesimler, ulusal kalkınmacılığını, Küba ve SSCB’ye yakınlığını ve kısmen de olsa devletleştirmelere gitmesini baz alarak Sandinist iktidara “sosyalist” payesi vermekten çekinmemişti. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, sosyalizmi devletçilikle özdeş gören Stalinistler için, Sovyet devleti ile iyi geçinen ulusal kurtuluşçu burjuva ya da küçük-burjuva iktidarların devletçilik yolunu tutmuş olmaları bunların sosyalist olarak adlandırılmasına yetmişti[3] ve Nikaragua da bu kapsama sokulmuştu. Troçkistlerin ağırlıklı bölümü de farklı terimlerle de olsa aynı sonuca çıkmaktaydı. Örneğin Mandel Küba’nın yanı sıra Nikaragua devrimini de “gerçek sosyalist halk devrimi” olarak niteliyor, bununla da kalmayıp önderliklerinin Stalinist olmadığı iddiasından hareketle onları Yugoslavya ve Çin’den daha olumlu bir konuma yerleştiriyordu.[4]
Dördüncü Enternasyonal’in küçük-burjuva devrimci bir önderliğin arkasına takılmasının, ona hiç de sahip olmadığı nitelikler atfetmesinin ve gerçekdışı beklentiler yaratmasının mazeret götürür bir yanının olmadığı açıktır. Mandelgillerin takipçisi olduklarını iddia ettikleri Troçki, Çin devrimine ilişkin yazılarında bu tarz küçük-burjuva önderliklerin ve köylü hareketlerinin sınıf doğalarını ve potansiyellerini çarpıcı bir şekilde değerlendirirken, onlara hiçbir şekilde komünist payesi verilmemesinin ve bu noktada bir karışıklığa yol açılmamasının yakıcı önemine dikkat çekmekteydi. Üstelik bu tespitleri kendine komünist diyen 30’ların ÇKP’si ve Halk Kurtuluş Ordusu için yapmaktaydı. Dördüncü Enternasyonal ise bütün bu doğruları bir kenara atarak, başta Çin olmak üzere çeşitli devrimlere ilişkin yaklaşımlarında bu Marksist değerlendirmeleri iğdiş etmişti. Troçki’nin Çin Üzerine adlı kitabına yazdığı Önsöz’de[5] Ömer Gemici’nin ayrıntılı bir şekilde ele aldığı bu husus, Troçkist hareketin Nikaragua’ya ilişkin anti-Marksist değerlendirmelerinin teorik ve politik köklerine de ışık tutmaktadır.
Küba ve Nikaragua’da “zaten devrimci önderliklerin bulunduğu” iddiasıyla buralarda seksiyon kurulmasını yasaklayan Birleşik Sekretarya’nın Nikaragua’ya ilişkin iç tartışmaları temelinde bölünmesi de ibretliktir. Bu ülkede hiçbir örgütlülüğü olmayan Dördüncü Enternasyonal içindeki Morenocu hizip, enternasyonalist destek adına Kolombiya seksiyonu aracılığıyla bir grup militan örgütleyip, FSLN saflarında savaşmak üzere buraya gönderilecek bir tugay (Simon Bolivar Tugayı) oluşturmuştur. Devrimden bir ay önce oluşturulan bu tugay savaşmaya pek fırsat bulamadan devrim gerçekleşmiştir. Kısa bir süre sonra ise bu tugayın üyeleri FSLN hükümeti tarafından sınır dışı edilmiştir. Bu durum yeni hükümete ve onun bu kararına karşı tutum konusunu gündeme getirmiş ve Dördüncü Enternasyonal içinde bu temelde büyük bir bölünme yaşanmıştır. Nihayetinde Morenocu eğilim ve onu destekleyen Leninist-Troçkist Eğilim 1979 Kasımında Dördüncü Enternasyonalden ihraç edilmiştir. Gerek Morenocuların gerekse Mandelci merkezin tutumu, Dördüncü Enternasyonal’in proleter sınıf tutumu ve sürekli devrim anlayışından ne denli uzaklaştığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Troçkist hareket de, Stalinist hareket de, ancak ve ancak FSLN liderliğinin 1990 sonrasındaki tutumlarını görerek dil değiştirmeye başlamıştır. Ama iş işten çoktan geçmiştir.
1990’dan günümüze
1990 seçimlerinden galibiyetle çıkan Violeta Chamorro’nun[6] başkanlık koltuğuna oturmasının ardından Kontra savaşı sona ermiş, fakat emekçiler çok geçmeden ağır bir neoliberal saldırı programıyla karşı karşıya kalmıştı. Ortega başkanlığındaki FSLN yönetimi ise bütün bu süreç boyunca kendi çıkarları için burjuvaziyle her türlü kirli anlaşmayı yapmayı sürdürmüştü. Örneğin 1990 seçimlerini takip eden birkaç ay içinde kamuda yaşanan işçi kıyımına ve açıklanan ekonomik-sosyal saldırı programına karşı büyük bir protesto dalgası yükselmişti. Sendikalar genel grev kararı alırken sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Fakat bu direniş FSLN’nin tepede yaptığı anlaşmalarla sona erdirildi. Chamorro hükümeti bazı noktalarda geri adım atarken, pek çok neoliberal saldırıyı hayata geçirdi. Öğrenci ve öğretmenlere ücretsiz ulaşım hakkı kaldırıldı, emeklilik ve sağlık alanındaki tüm kazanımlar yok edildi, temel tüketim maddelerine ve tarıma uygulanan sübvansiyonlara son verildi. Tarım ve imalat sektöründeki devlet payı daha da düşürüldü, bankacılık ve dış ticaretteki devlet tekeli ortadan kaldırıldı. Sandinist askerler ordudan atılırken benzer bir temizlik polis teşkilatında da yapıldı ve Kontralar polis gücüne dâhil edildi.
FSLN’nin bir süre sonra liderlik düzeyinde ayrılmalara da neden olan uzlaşmacı politikaları, Ortega yönetimine Chamorro’nun kabinesinde bakanlık koltuğu kazandıracak, hatta Humberto Ortega genelkurmay başkanı olarak kalmaya devam edecekti. Öte yandan burjuva iktidarla yapılan kirli anlaşmalarla yargı aygıtında üst düzey pozisyonlar kazanılacak ve süreç içerisinde bu güç Daniel Ortega’nın daha sonraki başkanlığının yolunu düzlemek için kullanılacaktı.
1996 ve 2001’de yapılan seçimleri de anti-Sandinist muhalefet kazanmış ve kapitalist saldırı politikaları emekçi kitleler için giderek daha ağır sonuçlar doğurmuştu. 2006’ya gelindiğinde 6 milyona yaklaşan nüfusun %70’i yoksulluk sınırının, %40’ı ise açlık sınırının altında yaşıyordu. İşsizlik çok yüksekti. Yıllar boyunca kesintisiz uygulanan neoliberal politikalar, zenginle yoksul arasındaki uçurumu korkunç hale getirmişti. Emekçi kitleler sefalet içindeyken, oligarşinin emperyalist tekellerle birlikte yağmaladığı ülke borç batağı içindeydi. IMF ve Dünya Bankasının 2004’te borçların %80’ini silme karşılığında dayattığı “yapısal uyum programı”, sosyal desteklerin kaldırılmasını, özelleştirmeleri, yeni zamları, vergileri ve ücretlerin dondurulmasını şart koşmuş ve tüm bunlar emekçi kitlelerin sefaletini daha da arttırırken mevcut burjuva hükümete tepkiyi de büyütmüştü. Latin Amerika’nın tamamında emekçi kitlelerin ayakta olduğu o dönemde, kıtanın Haiti’den sonraki en yoksul ikinci ülkesi durumundaki Nikaragua da kabaran sol dalgaya dâhil olmuştu böylece.
Bu koşullarda, yoksul emekçiler bir kez daha Ortega’yı kurtuluşun anahtarı olarak görmeye başlamışlardı. Ne var ki, Ortega daha baştan burjuvaziye güvenceler vererek seçime girmişti. Emekçi kitleler “Comandante”den hayatlarını düzeltecek ekonomik politikalar ve reformlar beklerken, o kurulacak Ulusal Uzlaşma ve Birlik Hükümetinin özel mülkiyete saygı duyacağı ve hiçbir el koyma, kamulaştırma ya da işgale izin vermeyeceği sözleriyle sermayeye teminat veriyordu. Burjuvaziyle de ABD emperyalizmiyle de takışmak istemeyen Ortega, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlarla uyumlu çalışacağını da belirtiyordu. Bunun borç bulmak için “yapısal uyum” denen neoliberal saldırı politikalarının kesintisiz uygulanmaya devam edileceği anlamına geldiği açıktı. Burjuvaziyle işbirliğini “Nikaragua’nın kalkınma modelinde yasalar işadamları ve bankerlerle müzakere edilerek yapılmaktadır, oysa bu kesimler eskiden gafil avlanırdı” diyerek itiraf etmekten çekinmeyen Ortega’nın, seçim kampanyası esnasında Sandinistlerin kızıl-siyah renklerini terk edip yerine sosyal demokrasinin pembesini kullanması, biçimsel de olsa tüm bu olanların sembolik bir ifadesiydi aslında.
Seçilmek için sadece burjuvazinin değil Katolik kilisesinin de desteğini arayıp en gerici tutumları takınabilen Ortega, kürtajın her koşulda (hastalık, tecavüz vb.) yasaklanmasına onay vermekten çekinmemiştir. Kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesi, özelleştirmeler, taşeronlaştırma, burjuvaziye vergi indirimleri, teşvikler vb. 2006’dan bu yana iktidarda olan Ortega’nın izlediği neoliberal politikaların değişmez bir parçasını oluşturmaktadır. Tüm bunlara rağmen Ortega’nın 2011 ve 2016 seçimlerini de kazanabilmesindeki en büyük etkenler, çeşitli teşvikler ve ucuz işgücü fırsatıyla ülkeye çekilen yabancı sermayenin yarattığı iş olanaklarıyla işsizliğin bir parça aşağıya inmesi ve Venezuela petrolü sayesinde finanse edilen sosyal programların halka bir nebze nefes aldırmasıydı. Ne var ki dünya kapitalizminin krizi derinleştikçe ve emperyalist hegemonya savaşı kızıştıkça bu durum Nikaragua’yı da derinden etkilemiştir.
Ortega başkanlığındaki burjuva hükümet, son birkaç yıldır daha da artan ekonomik kötüleşmenin faturasını her zaman olduğu gibi işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yıkmaktadır. IMF’nin daimi müşterilerinden biri haline getirilen ülke, birbiri ardına uygulamaya koyulan kemer sıkma programlarından kurtulamamaktadır. Bunların sonuncusu geçtiğimiz yıl uygulanmak istenmiş ve büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Bu “reform” paketi, eğitimde kesintilere gidilmesini, emeklilik yaşının arttırılmasını, emekli maaşlarına yapılacak zamların sınırlandırılmasını, sağlık harcamalarında emeklilerden %5 katkı payı alınmasını vb. öngörmekteydi. 2018 Nisanında çoğu öğrenci olmak üzere emekçileri ayağa kaldıran bu paketin %1’lik bir ek vergi getirdiği burjuvazi de bu gösterilere destek vermişti. Buradan yola çıkarak bu hareketi “ABD emperyalizminin yumuşak darbe girişimi” olarak nitelendirip “anti-emperyalist” bir demagojiye başvuran Ortega, göstericilere uygulanan zorbalıkla 300’den fazla insanın ölmesine yol açmıştı. Protestolara katılanları teröristlikle, Satanizmle suçlayacak ve “onlara musallat olan şeytanı” kovmak için Katolik papazları şeytan çıkarmaya çağıracak kadar zıvanadan çıkan Ortega, nihayetinde söz konusu paketi geri çekmek zorunda kalmıştı.
ABD’nin ve büyük sermayenin bu harekete verdiği destek elbette emekçi kitleleri saldırıdan korumak için değildi. %1’lik ek vergiyi bile fazla gören burjuvazi krizin tüm yükünün işçi sınıfının sırtına yıkılmasını, kendisine hiç dokunulmamasını, hatta teşviklerin arttırılmasını istemektedir. ABD’nin rahatsızlığı ise daha derindir. Nikaragua’nın son yıllarda Rusya ve Çin’le ticari ve askeri ilişkilerini arttırması, uzun yıllardır Ortega yönetiminden gayet memnun olan ABD’yi rahatsız etmeye başlamıştır. Ortega’nın çok sayıda tank, savaş uçağı ve diğer savaş araçları almak için Rusya’yla anlaşması, Nikaragua’yı arka bahçesi olarak gören ABD’yi son derece rahatsız etmektedir. Bu emperyalist gücün tepkisini çeken bir diğer girişim ise, Nikaragua’nın “çılgın proje”sinin Çin’le birlikte inşa edilmesinin planlanmasıdır. Karayip Deniziyle Büyük Okyanusu birbirine bağlayacak 40 milyar dolarlık bu proje, Nikaragua’da Panama Kanalına alternatif bir kanalın inşa edilmesini öngörmektedir. Söz konusu kanalın yap-işlet-devret modeliyle 116 yıllığına bir Çin firmasının işletmesine verilmesi planlanmaktadır. Köylülerin ve yerlilerin topraklarının gasp edilmesi, Latin Amerika’nın en büyük tatlı su kaynağı olan Nikaragua Gölünden geçerek bu gölü katletmesi ve bunun dışında da pek çok çevre sorununa yol açması anlamına geldiği için karşı çıktıkları bu projeye ABD sadece ve sadece bu kanal kendisine inşa ettirilmediği ve denetimi ona verilmediği için karşıdır. Dediğimiz gibi, kriz ve hegemonya mücadelesi şiddetlendikçe, nüfuz alanlarındaki ihtilaf ve gerilimler de artmaktadır.
Ortega’nın ve Sandinist hareketin 1979’dan bu yana devam eden siyasi yolculuğunun geldiği nokta hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek kadar aşikârdır. Küçük-burjuva milliyetçi bir hareket olarak doğup büyüyen FSLN, iktidara geldikten sonra hızlı bir dönüşüm geçirerek burjuva bir parti haline gelmiştir. Ondan ayrılan komutanlar da sosyal-demokrasi kulvarının, yani burjuva kulvarların dışına çıkmamış, muhalefetlerini düzen sınırları içinde yapmayı sürdürmüşlerdir. Öte yandan, gerilla hareketi günlerinden bu yana birlikte olduğu karısı Rosario Murillo’yu başkan yardımcısı yaparak ülkeyi bir aile işletmesi gibi yöneten Ortega, sonunda ülkenin sayılı zenginleri arasına girmiştir.
Nikaragua bugün 1980’lerle kıyaslanmayacak kadar ilerlemiş bir kapitalist ülkedir ve kapitalizmle birlikte işçi sınıfı da eskiye göre büyük bir nicel gelişim göstermiştir. Ne var ki tüm dünyada olduğu gibi o da yıllardır ağır bir saldırı altında ezilmekte ve sınıf çelişkileri her geçen gün daha da keskinleşmektedir. Bilinçsizliğin ve örgütsüzlüğün getirdiği çaresizlikle bir o bir bu burjuva partiye yönelen işçiler ve emekçiler, bununla birlikte, “artık yeter” diyerek sıkça isyan etmeye başlamışlardır. Nikaragua işçi sınıfının da önümüzdeki süreçte bu isyan dalgasına daha sık kapılacağı açıktır. Son yıllarda örneklerini çok daha sık gördüğümüz gibi, bu, ileri atılmalar, geri çekilmeler, yenilgiler ve toparlanıp daha güçlü bir şekilde öne fırlamalarla karakterize olan sancılı bir süreçtir. Ama nehir akmaya başlamıştır ve onu yoldan çıkaran tüm saptırıcı unsurlara rağmen yatağını genişleterek ilerlemektedir. Denize kavuşması için gerekli tek kılavuz ise Bolşevik temellerde örgütlenmiş bir proleter önderliktir. Bir zamanlar eli kanlı bir diktatörü, Somoza’yı başından def eden cesur Nikaragualı emekçilerin bugün sadece diktatörü değil kapitalist diktatörlüğü yıkarak yarım bıraktıkları işi tamamlamak için ihtiyaçları olan şey de budur.
[1] FSLN’nin daha en baştan verdiği tavizlerden biri de, devrimin silahlı gücünün burjuvazinin isteği doğrultusunda yeniden şekillendirilmesiydi. Devrimin hemen ardından Panama ordusu, FSLN eylemlerini koordine etmek ve yeni devletin ordusunu dizayn etmek üzere kendi Ulusal Muhafızını Nikaragua’ya göndermişti. Hedef, milis yapısının dağıtılarak bir burjuva ordunun kurulmasıydı. Nitekim Sandinist ordunun başındaki Humberto Ortega’nın bu doğrultuda harekete geçmesi uzun sürmeyecekti. Burjuvazi, devleti tümüyle kendi egemenliğinde yeniden inşa etmek ve ona yönelecek her türlü devrimci tehdidi daha baştan bertaraf etmek istiyor, buna göre hareket ediyordu. FSLN ise ancak burjuvazi içeride ve dışarıda dişlerini göstermeye başladığında, 1980 Martında, silahlı bir halk milisi oluşturma zorunluluğu duyacaktı.
[2] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., 1. bsk, s.141, 142
[3] Elif Çağlı, age, s.144
[4] bkz. Elif Çağlı, age, s.196
[5] Troçki, Çin Üzerine, Tarih Bilinci Yay.
[6] Violeta Chamorro’yu aday gösteren Ulusal Muhalefet Birliği (UNO), içinde 14 partinin, FSLN’yle birlikte kurulan ilk hükümetin bazı bakanlarının, üst düzey bürokratlarının vb. olduğu bir burjuva ittifaktı ve en büyük seçim finansörü ABD idi. Somoza’nın 1978’de öldürttüğü Joaquin Chamorro’nun eşi olan Violeta Chamorro, zamanında devrim hükümetine bu sembolik önemi vesilesiyle katıldığı gibi 1990 seçimlerinde de bu rolle aday yapılmıştı. Bu seçimlerde Chamorro %55’e, Ortega ise %41’e yakın oy almıştı. FSLN ve UNO’nun oy oranları da aşağı yukarı bu şekildeydi.
link: İlkay Meriç, Nikaragua Devrimi ve Sandinizmin Dünü, Bugünü /2, 26 Eylül 2019, https://en.marksist.net/node/6750