ABD’nin Venezuela’ya emperyalist müdahalesi devam ediyor. Washington’da planlandığı daha baştan belli darbe girişimi, 10 Ocakta Maduro’nun yeni başkanlık dönemine başlayacağı yemin töreni öncesinde olgunlaştırılarak sahneye konmaya başladı. Ulusal Meclis’in başkanlığına seçilmiş olan Guaido’nun anayasanın iki maddesini kendisine dayanak göstererek Maduro’nun devlet başkanlığından düşürüldüğünü ve kendisinin bundan böyle geçici devlet başkanlığı görevini üstlendiğini açıklamasıyla, ülkede yıllardır artarak süren siyasal istikrarsızlık büyük bir belirsizliğe dönüşmüş oldu. Bu açıklamanın üzerinden daha saatler bile geçmeden Washington’dan gelen Guaido’yu tanıma açıklaması, sözkonusu girişimin ABD merkezli bir planın parçası olduğunu gayet açık bir şekilde göstermektedir. ABD’nin ardından, Avrupa’nın birçok emperyalist merkezinden de Maduro’nun artık devlet başkanı olarak tanınmadığı şeklinde açıklamalar sökün etti. Diğer taraftan, Rusya ve Çin başta olmak üzere, emperyalist hegemonya yarışında ABD kampının karşısında yer alan az sayıda ülke ise Maduro’yu desteklediğini ilan etti. Bunlar arasında, ABD’yle yaşadığı sorunlar nedeniyle benzer bir girişimin kendisine karşı da gündeme gelebileceği endişesiyle hareket eden Erdoğan iktidarı da bulunuyor.
Amerikan emperyalizmi alabildiğine küstah bir dille tüm ülkeleri bu saflaşmada net ve kendisinden yana tutum almaya çağırıp, aksi halde bunun sonuçları olacağı tehdidini savuruyor. Rusya ve Çin’in, Venezuela’ya dışarıdan askeri bir müdahale yapılmasını engelleyeceklerini açıklamasının yanı sıra AB kurumlarının ve Lima grubuna bağlı birçok Latin Amerika ülkesinin de askeri bir müdahaleye karşı olduklarını açıklaması, böylesi bir müdahale ihtimalini şimdilik azaltmıştır. Nitekim Guaido da son olarak “askeri müdahale öyle kolay bir iş değildir” mealinde bir açıklama yapmıştır. Ancak ABD’nin elindeki tek kozun bu olmadığını biliyoruz. Hem Guaido hem de onun iplerini elinde bulunduran ABD, sürecin daha baştan “dışarıdan askeri müdahale” gibi kolayca meşru gösterilemeyecek yöntemlerle değil de “içeriden yıpratıp göçertme” yöntemleriyle olgunlaştırılması taktiğini benimsiyorlar. Yoksul halkı canından bezdirecek bir ekonomik yıkım, ülkenin “insani yardıma” muhtaç hale getirilmesi, halkın hoşnutsuzluğunun kaşınarak protesto gösterilerinin örgütlenmesi, bu gösterilerin provoke edilerek can kayıplarıyla sonuçlandırılması, iktidarın baskıları daha da arttırmaya zorlanarak daha da gözden düşürülmesi, ordunun askeri darbe yapmaya teşvik edilmesi, tüm bunlarla sonuç alınamıyorsa paramiliter güçlerle vs. karışıklığın daha da arttırılarak şiddetin körüklenmesi ve ülkenin bir iç savaşa sürüklenerek dışarıdan askeri müdahalenin son çare olarak meşrulaştırılması. Amerikan emperyalizminin taktiğinin ana çizgileri bunlardır. Benzer planların geçmişte de, yakın zamanlarda da çeşitli ülkelerde hayata geçirildiğini biliyoruz.
ABD kaynaklı açıklamalarda ülkede kıtlık yaşandığı haberleri abartılıp ülkenin “insani yardıma” muhtaç olduğu vurgulanıyor. Ardından da sözümona insani yardım konvoyları sınır kapılarına dayanıyor. Bu konvoyların organizasyonu ve ulaşımında Amerikan ordusu doğrudan rol oynuyor ve bu durumun üstünü örtme gereği bile duyulmuyor. Maduro iktidarı bu konvoyların ülkeye girişini engelleyince de yine aynı emperyalist basın Maduro’yu, ülkesinde insanların açlıktan ölmesini bile umursamayan bir diktatör olarak lanse etmeye girişiyor. Burjuva muhalefet sınır kapılarında gösteriler düzenleyerek iktidarı provoke etmeye çalışıyor.
Yüzde milyonu bulan enflasyon, artmakta olan yoksulluk, kimi tüketim maddelerinde yaşanan kıtlık halkı canından bezdirmiş durumunda. Bu yoksullukla Venezuela’nın doğal kaynaklarının zenginliği arasında ciddi bir çelişki var. Venezuela, kanıtlanmış petrol rezervleri bakımından dünyanın bir numaralı ülkesi. Bu muazzam potansiyel zenginliğe rağmen, hem gerekli teknik altyapıya sahip olmadığından hem de Batılı emperyalistlerin blokajı nedeniyle petrol üretimindeki önde gelen konumunu yıllar içerisinde epey yitirmiş ve petrol üretimi sürekli düşmeye başlamıştır. Bunun üzerine bir de kapitalist dünya ekonomisinin krizi nedeniyle petrol fiyatlarının düşmesinden kaynaklı olarak ülkenin gelirlerinin azalması eklendiğinde çıkmaz daha da büyüyor. On yıllardır petrol ihracı ülkenin dış gelirlerinin yüzde 90’ını oluştururken, petrol çıkarılması dışında üretim alanında ciddi bir başka sektörel faaliyetten bahsetmek mümkün değil. İşçi sınıfının geri kalan kesimleri büyük bir çoğunlukla hizmet sektöründe çalışıyor. Geniş ve verimli topraklara rağmen, 1920’lerde petrolün bulunmasından bu yana ülkede anlamlı bir tarımsal faaliyet de sözkonusu değil. Bu nedenle de iğneden ipliğe tüm tüketim maddeleri yurtdışından ithal ediliyor. Ancak gerek düşen ihracat gelirleri gerekse de dövizin alabildiğine artması ve gelişen karaborsa nedeniyle tüketim maddelerinin ithalatı da gün geçtikçe zorlaşıyor.
Tüm bu sorunlar ortada dururken 20 yıllık Bolivarcı iktidar, bu süre boyunca bu sorunları ülkenin emekçilerinden yana köklü ve kalıcı bir şekilde çözmek için ciddi bir adım atmadı, atamazdı da. Zira bu sorunların gerçek bir çözümü için kapitalizmin tasfiye edilmesi gerekiyor. Oysa tüm aldatıcı sol söylemlerine rağmen Bolivarcı iktidarın sınıf tabiatı burjuvadır. Bir burjuva iktidardan işçilerin iktidarı ele geçirmesinin ve kapitalist mülkiyeti tasfiyeye girişmesinin önünü açmasının beklenemeyeceği açıktır, kuşkusuz dünyaya Marksizmin penceresinden bakanlar için!
Bolivarcı iktidarın sosyalizm sahtekârlığı
Venezuela’da bugün yaşanan sorunlar bizler açısından beklenmedik ve şaşırtıcı değildir. İşin aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Yıllar içerisinde Venezuela’yla ilgili yaptığımız analizlerde sosyalist hareketin geniş kesimlerindeki yanılsamalara ve yanlışlıklara işaret ederek, büyüyerek yaklaşan tehlikeye dikkat çekmeye çalıştık. Yaşananları kısaca hatırlatarak o süreç boyunca yaptığımız tespitleri özetleyelim.
80’lerin sonlarından itibaren Venezuelalı emekçiler kapitalizmin biriken sorunlarına karşı ayağa kalkmışlar ve sömürü düzenini sallamaya başlamışlardı (caracazolar). Ordunun orta kademelerinden gelen, Latin Amerika’da hayli yaygın popülist ideolojiden etkilenmiş, milliyetçi ve ABD karşıtı bir subay olan Chavez bu dalganın üzerine binerek 1998 Aralığındaki seçimi kazanmış ve iktidara gelmişti. Tavırlarıyla halktan biri gibi görünüp geniş kesimlerin sempatisini toplamayı başaran Chavez, halkın kurtuluş umutlarını kendisine bağlamalarını sağlamış ve aslında tüm bunlarla emekçi halk hareketinin daha da ileriye gidip sömürü sisteminin temellerine yönelmesinin önüne geçmişti. 2002’de bir devrimci durum olgunlaştığında Bolivarcı hareketin niteliğine dair şunları söylemiştik:
“Temel sorunu, kapitalizmi ortadan kaldırmak olarak değil onu «daha adil, daha insancıl» hale getirmek olarak ortaya koyan ve Chavez’in şahsında simgesini bulan Bolivarcı Hareketin programı, gerçekte tümüyle milliyetçi bir reform programıdır. Üstelik bu tür programlar Venezuela kapitalizminin tarihsel gelişim sürecinde ilk kez rastlanan örnekler de değildir.”[1]
Chavez’in iktidara geldiği dönemde Latin Amerika’da esen sol rüzgârlar da onun kendi iktidarını olduğundan farklı gösterebilmesi için elverişli bir ortam yaratmıştı. Aynı dönemde Bolivya ve Brezilya’da iktidara gelen sol hareketlerden aldığı desteğin yanı sıra, Küba’daki Castro’dan ve dünya sosyalist hareketinin epey bir bölümünden gördüğü teveccüh de, onun kendisini kızıla boyayabilmesini kolaylaştırmıştı. Hatırlanacak olursa, 2003’ten itibaren, sosyalist hareketin geniş kesimleri, ABD’nin Ortadoğu’da bataklığa saplandığını, Latin Amerika’da da yükselen sol dalgayla yenilgiye uğratıldığını savunuyordu. Böyle düşünenlere göre, Venezuela’da bir devrim gerçekleşmişti ve ülke sosyalizme doğru ilerliyordu; hatta kimileri burada da durmayıp Chavez’in sahtekârca dillendirdiği yeni bir Enternasyonal çağrısının peşine takılıyorlardı. Chavez’in ağzından sosyalizm sözcüğünü düşürmemeye başladığı o yıllarda şunu söylemiştik:
“Reformistlerin artan prestiji, Latin Amerika’da proleter devrim olanaklarının heba olması tehlikesi anlamına geliyor! (…) İşin aslına bakılırsa, Chavez, kapitalizmi aşmak gerektiğini defalarca belirtmiş olmasına rağmen, kapitalist özel mülkiyete bir saldırı içerisine girmiş değildir. (…) Büyük tekeller, büyük bankalar, büyük ulaşım şirketleri ve büyük toprak mülkiyeti yerli yerinde duruyor. Tüm iktidarı elinde toplayan Chavez, emekçileri ABD desteğindeki darbe girişimlerine karşı silahlanmaya bile çağırmıştı, ama tüm ordu kendi denetiminde olmasına rağmen halkı silahlandırmaya dönük hiçbir girişimde bulunmadı. Gerçekte onun yaptığı tek şey, kapitalizmin tam bir sefalete sürüklediği emekçi kitleleri, bir parça kırıntıyla ve büyük beklentilerle kontrol altında tutmaktır. (…) emekçi kitlelerin halkçı-solcu gözüken Chavez gibilerin kuyruğunda felâketlere sürüklenmeleri kaçınılmazdır.”[2]
Solun geniş kesimlerindeki bayram havasının tersine biz, Chavezciliğin misyonunun devrimi ilerletmek değil, onu kontrol altına alarak pörsütüp yok etmek olduğunu söylüyor ve tehlikeye işaret ediyorduk. Elif Çağlı’nın 2006 tarihli yazısının başlığının Tehlikenin Ortasında adını taşıması da bu yüzdendi. Şu değerlendirmeleri yapıyordu Çağlı:
“Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde halk kitlelerinin yükselen eylemliliği temelinde devrimci durumlar yaşandı. Ama bazı sol çevrelerin yazıp çizdiklerinin aksine, bu ülkelerdeki devrimci durumlar kapitalist düzene son verecek devrimlere doğru ilerlemedi. Tersine, yine aynı çevreler tarafından devrimci önderler olarak tanıtılan, gerçekte ise sol popülist liderler olarak sivrilen devlet başkanları eliyle devrimci durumlar birer birer söndürüldü. (…) Kapitalist düzen sınırlarını aşmayan bir solculuğun örnekleriyle ilk kez karşılaşıyor değiliz. (…) Latin Amerika ülkeleri ise bu tür bir solculuğun, popülizmin, Peronizmin sayısız örneklerini yaşadı. Bu ülkelerde siyaset sahnesinden, ayağa kalkan devrimci kitleleri reform vaatleriyle yeniden düzen sınırları içine oturtan nice ilerici, solcu, kurtarıcı-despot başkan (caudillo)[3] gelip geçti.
“Bazı sosyalist çevreler Latin Amerika’daki süreçler üzerine bu değerlendirmelerimizi fazlasıyla aykırı bulabilirler. Hatta bazı siyasi kesimlerden, bizim gibi düşünenlere sekterlik veya aşırı-solculuk suçlamasının yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. (…) İşçi devrimi açısından neyin ilerletici neyin geriletici olduğu da, nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlıdır. Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin «devrim» dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. Oysa kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların (ya da despotik yönetimlere kapıyı açan Başkanlık Sisteminin) etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır.
“Bugünlerde bazı Latin Amerika ülkelerinde enerji alanında gerçekleşen devletleştirmelerin kimi yabancı sermaye gruplarının rahatını kaçırmakta olduğu ve bu tür tutumların ABD emperyalizmini öfkelendirdiği doğrudur. Ama Allende başkanlığındaki Şili deneyiminin de kanıtladığı üzere, düşmanı kışkırtır fakat onu yenilgiye uğratacak orduyu seferber etmezsen, bir yerde yenilgiyi kendi ellerinle hazırlamış olursun. Devrimle oyun oynanmaz. Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dâhil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü «sol rüzgârlar» denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı «kurtaran» siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor.”[4]
Endişelerimizin hiç de yersiz olmadığı hızla ortaya çıkıyordu. Petrol fiyatları yüksekken elde edilen gelirlerin bir kısmıyla sosyal-demokrat çerçevede birtakım ıslah girişimleriyle inanılmaz bir yoksulluk içerisindeki emekçilerin yaşamları bir parça daha katlanılır hale getirildiyse de, bunun sınırları olacağı, görmek isteyen gözler için daha baştan belliydi. Zira Chavezcilik “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak pazarlanırken, aslında bu kavramlaştırmayı yapan Dietrich, sözkonusu olan şeyin “İskandinav devletlerinin denetimindeki sosyal demokrasinin öne çıktığı bir model” olduğunu itiraf ediyordu. Yükselen emekçi hareketinin önünü kesmek için hayata geçirilen “sosyal politikalar” ve reform programları kapitalist sistemi güvence altına almayı hedefler. Chavezcilik de bundan başka bir şey değildi. Emekçileri kırıntılarla dizginleyip oyalarken, Bolivarcı iktidar kendisine bağlı burjuva kesimlerin palazlanması için de her türlü gayreti göstermekteydi. Temel sorunları çözümsüz kalan geniş emekçi yığınların eninde sonunda Bolivarcı iktidardan yüz çevirmesi kaçınılmazdı. Seçimlere katılım oranlarının giderek düşmesinin yanı sıra Chavezci sözümona sosyalist partinin (PSUV) oylarının giderek azalması da bu gerçeği gösteriyordu. Gerçekleri görmek yerine Bolivarcı iktidarın azalan desteğine bahaneler üretenlerin tersine biz şu gerçekleri vurguluyorduk:
“Chavez, kapitalist sistemi tahkim etmeye, burjuva devleti güçlendirmeye ve Venezuela’yı bölgesel bir güç haline getirmeye çalışan Bonapart özentisi bir burjuva liderdir. (…) İster özel sektörde olsun ister devlet sektöründe, işçi sınıfının iktisadi sömürüsünün tüm hızıyla sürdüğü, Bolivarcı burjuvazinin («boliburjuva») giderek daha da semirdiği, yolsuzlukların arkasının kesilmediği, enflasyonun tırmandığı, kitlelerin devrimci taleplerinin hayata geçirilmediği bir ortamda, sahte sol bir söylemle emekçi kitlelerin ilelebet uyutulmasının mümkün olmadığı açıktır. Son yıllarda muazzam ölçülerde artan petrol fiyatları sayesinde finanse edilen sosyal reformlar bugün artık tıkanma noktasına gelmiş, kapitalist dünya krizinin etkileri çok güçlü bir şekilde kendisini hissettirmiştir. (…) Bu koşullarda, yalanlara, oyalamaya ve petrol gelirlerinden nemalanan bir göz boyamaya dayanan Chavez ve hükümetinin giderek itibar kaybetmesi kaçınılmazdı, bugün yaşanan da budur.”[5]
Chavez’in hayatını kaybetmesinin ardından Bolivarcı iktidarın halk desteğini yitirme süreci iyice hızlanmıştı. Venezuelalı emekçi kitlelerin karşı karşıya kaldığı tehlike de alabildiğine büyümüştü. Ancak sosyalist solun büyük bir kesimi bu gerçek karşısında hâlâ büyük bir aymazlık içindeydi. Bizlerse bu tehlike karşısında uyarılarımızı devam ettiriyor ve aslında gelmesi kaçınılmaz olan bugünlere dikkat çekiyorduk:
“Yıllardır emekçileri oyalamanın bedelini giderek yalnızlaşan bir iktidarla ödemek zorunda kalan Maduro ve partisi, ya sonunda finans-kapitale tam teslim olacaktır ya da sıkıştığı oranda devletin baskı aygıtlarına sarılarak daha da otoriter bir rejime yönelecektir. Chavezci iktidar işçiler ve köylülerin devrimci mücadelesiyle aşılıp geçilmezse, finans-kapital eninde sonunda onu yıkacaktır. Aynı zamanda işçi sınıfına ağır bir saldırıyla birlikte yürüyecek böylesi bir yıkım ise, emekçiler için bugünkünden de daha ağır bir felâket anlamına gelecektir.”[6]
Bu satırların kaleme alındığı dönemden bu yana Maduro rejiminin giderek daha da otoriterleştiği biliniyor. Buna rağmen gelinen noktada varlığını sürdürebilmesi hiç de kolay gözükmüyor.
Bolivarcı iktidar anti-emperyalist de değildir
Mevcut koşullarda Bolivarcı iktidar ayakta kalabilmek için Çin ve Rusya’nın siyasal ve askeri desteğinin yanı sıra iktisadi desteğine de sarılmak zorunda kalıyor. Bu durum somutlandığı ölçüde Venezuela’daki Bolivarcı iktidarın devrilmesi ihtiyacı ABD açısından ivedileşiyor. Bir başka deyişle, Bolivarcılığın çıkmazı her alanda derinleşiyor.
Venezuela’ya ABD’nin müdahalesi küresel boyutta yürüyen hegemonya savaşının bir parçasıdır aslında. ABD bugün bir yandan kendi arka bahçesini tekrar nüfuzu altına almaya bir yandan da Venezuela üzerinden emperyalist güçler arasındaki saflaşmayı pekiştirmeye girişiyor. Milenyum dönemecinde Chavez iktidara geldiğinde, ABD emperyalizmi gözünü Ortadoğu’ya dikmiş ve emperyalist rakiplerinin önünü kesmek için yeni bir dünya savaşının hazırlıklarına yoğunlaşmış durumdaydı. Latin Amerika’nın genelinde sol bir rüzgârın güçlü bir şekilde esiyor oluşu ABD’nin bu bölgedeki ülkelere açıkça müdahale etmesini güçleştirmekteydi. Chavez’e karşı darbe girişimlerinin tamamen ters tepmesi ve Venezuela’da ABD karşıtlığının daha da güçlenmesiyle, Amerikan emperyalizmi diğer paylaşım alanlarına odaklanmayı tercih etti. ABD emperyalizmi açısından Venezuela’ya ne pahasına olursa olsun müdahaleyi gerekli kılan bir durum da sözkonusu değildi. Zira ülkenin petrolü ABD’ye akmaya, orada rafine edilmeye ve paralar da oradaki bankalarda birikmeye devam ediyordu.
Dahası o dönemde, Küba bir yana bırakılacak olursa, Çin ve Rusya’nın Latin Amerika ülkeleri üzerinde ciddi bir etkisi de henüz mevcut değildi. Ne var ki aradan geçen dönem boyunca Çin (ve bir ölçüde Rusya) bölge ülkeleriyle ekonomik ve siyasal ilişkilerini oldukça geliştirdiler. Rusya Venezuela petrol sanayiine yatırım yapıp onun ortağı haline gelirken aynı zamanda Venezuela’da bir askeri üs kurmak istiyor. Emperyalist bir güç haline gelen Çin de, bir yandan verdiği borçlarla diğer yandan da bu ülkelerin hammaddelerini satın alarak bölge ülkeleri üzerinde hatırı sayılır bir etkiye kavuştu. Bu durum kıta ülkelerinde sol rüzgârın yerini sağ bir dalgaya bırakmasıyla birleşince, ABD açısından sıra artık Venezuela gibi kendi arka bahçesinde “çıkıntılık yapmaya” devam eden ülkelere gelmiş oldu.
Dünyanın en büyük emperyalist gücü olan ABD’nin Venezuela’daki Bolivarcı iktidara dönük saldırgan girişimleri, bu iktidara dönük bir başka yanılsamayı da sürekli olarak diri tutmuştur. Chavez ve ardılı olan Maduro’nun sosyalistliğine kuşkuyla bakanların önemli bir bölümü bile, Bolivarcı iktidarı anti-emperyalist olarak nitelemekte bir beis görmüyorlar. Yanlış anti-emperyalizm anlayışının bir parçası olan bu yaklaşımı çeşitli vesilelerle eleştirdik:
“Küçük-burjuva solun yarattığı bir diğer yanılsama ise Chavez’in anti-emperyalizmine dairdir. Chavez’in ABD’yle takışması ve onun dayattığı birtakım politikalara milliyetçi temellerde direnip karşı koyması, küçük-burjuvazinin yüreğinin yağını eritmeye yetmiştir. Anti-emperyalizmi kapitalizm karşıtlığıyla karakterize olan gerçek özünden kopararak, şu ya da bu emperyalist devlete (elbette de en başta ABD’ye) karşı olmaya indirgeyen bu kesimler, Chavez’in örneğin Rus emperyalizmiyle sıkı fıkı olmasını hiç sorun etmemişlerdir. Benzer şekilde, işçi sınıfının canına okuyan, baskıcı, gerici molla rejiminin temsilcisi olan Ahmedinecad’la aralarından su sızmaması, Chavez’in anti-emperyalizmine ya da sosyalizmine halel getirecek bir şey olarak görülmemiştir. Ne de olsa Venezuela da «ezilen» bir devlettir, İran da! Dolayısıyla bu dostluğun «ezilenlerin kardeşliği» olarak görülmesinden daha doğal ne olabilir ki!”[7]
Bolivarcı iktidarın “burjuva milliyetçi” karakteri artık bir kesim tarafından teslim edilmekle birlikte, onun ABD’ye “tavizsiz kafa tuttuğu” iddia edilip, bu durum tutarlı ya da “ısrarlı bir anti-emperyalizm” için yeterli kanıt sayılabiliyor. ABD karşıtlığı ile emperyalizm karşıtlığı birbirine karıştırılıp tehlikeli sulara yelken açılıyor. Bu tutum geçmişte olduğu gibi bugün de, ABD’nin karşısında konumlanan burjuva liderliklerin ya da kapitalist ülkelerin, anti-emperyalizm adına desteklenmesi sonucunu doğuruyor. Bir başka deyişle “reel politikerlik” sınıf uzlaşmacı bir çizgiyle sonuçlanıyor. Bunun sayısız örneğini burada tekrar sıralamanın bir gereği yoktur. Ancak belirtmek zorundayız ki, özellikle Ortadoğu coğrafyasında faaliyet yürüten sosyalistlerin bu tür yanlış kavrayışları son derece tehlikelidir. Yarın ABD’nin İran’la ya da Türkiye’yle gerilimleri daha da arttığında bu ülkelerin sosyalistlerini ciddi bir sınav bekliyor olacak!
Görüldüğü üzere Venezuela ve Bolivarcı iktidara dönük çarpıtmalar iki noktada somutlanmaktadır. Birincisi, proleter devrim ve proleter iktidara dairdir. İkincisi ise emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadeleye ilişkindir. Bugün kimi sosyalist çevreler Bolivarcı iktidara hem yerli burjuvaziye hem de emperyalist tekellere karşı kapsamlı bir devletleştirmeye girişmesi tavsiyesinde bulunmaktan bir adım bile ileri gidemiyorlar. Sanki sosyalizm devletleştirmeden ibaret bir şeymiş gibi! Meselenin özü, işçi sınıfının kurtuluşunun ilk adımının onun siyasal iktidarı fethetmesinden geçtiğini kavramaktır. İşçi sınıfı, kurtuluşuna giden yolu açmak için, özörgütlenmeleri aracılığıyla kendisini siyaseten egemen sınıf olarak örgütlemek, yani bürokratik burjuva devlet aygıtını son tuğlasına kadar yıkıp kendi sovyetik iktidarını kurmak zorundadır. Bir kez daha tekrarlayalım: “Yaşananlar, bu olmadığı sürece, değil sosyalist toplumsal dönüşümün önünün açılması, kalıcı iktisadi ve siyasi reformların bile yapılamayacağını gösteriyor. Kapitalist toplum, sistemin sınırları içinde kalınarak, burjuva sol ya da reformist bir hükümet aracılığıyla dönüştürülemez. Mesele kapitalist sistemi ve burjuva devlet aygıtını reformlar yoluyla dönüştürmek değil, bunları proleter devrimci bir ayaklanmayla yıkıp yerle bir etmektir. Bu da ancak en geniş emekçi kitlelerin kendi özörgütlülüklerine dayanan bir seferberliği ile mümkündür, onlar adına hareket edip kitleleri pasif bir bekleme durumuna mahkûm eden kızıl şallara bürünmüş sahte kurtarıcıların bürokratik manevralarıyla değil.”[8]
Bugün Venezuelalı emekçiler ne yazık ki devrimci bir önderlikten yoksunluğun ve burjuva sol liderlerin peşinde oyalanmanın yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıyalar. Emperyalizmin darbe tezgâhları ile Bolivarcı burjuvazinin rejimi arasında sıkışmış durumdalar. Darbe ve gerici bir iç savaş tehdidini ortadan kaldırmanın yolunun işçi sınıfının bağımsız eyleminin örgütlenmesinden geçtiği açıktır. Amerikan emperyalizminin saldırganlığına karşı sosyalist hareketin görevi, Venezuelalı emekçilerle dayanışmayı büyütmektir. Ne var ki, bu görev, Bolivarcı iktidara “şartlı”, “eleştirel” vb. de olsa destek verilerek, onunla kol kola girilerek yerine getirilemez. Böyle bir tutum kitlelerin Bolivarcılıkla uyutulmasına ortak olmak anlamına gelecektir ki, yıllardır takınılan bu tutumun nelere mal olduğu ortadadır.
[1] Zeynep Güneş, Venezuela’da Neler Oluyor?, Ekim 2004, http://marksist.net/node/223
[2] Oktay Baran, Latin Amerika Sosyalizme mi Gidiyor?, Ocak 2006, http://marksist.net/node/884
[3] Latin Amerika’da yaygın olan Caudillo geleneği hakkında bakınız: Utku Kızılok, Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar, Temmuz 2006, http://marksist.net/node/1045
[4] Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, Mayıs 2006, http://marksist.net/node/1028
[5] Oktay Baran, Venezuela’da Chavez’in Pirus Zaferi, Kasım 2010, http://marksist.net/node/2529
[6] Oktay Baran, Venezuela ve Burjuva Solun Çıkmazı, 21 Nisan 2017, http://marksist.net/node/5615
[7] İlkay Meriç, Chavez’in Ardından, Nisan 2013, http://marksist.net/node/3228
[8] Oktay Baran, Bolivarcı Hayallerin İflası, 9 Aralık 2015, http://marksist.net/node/4696
link: Oktay Baran, Venezuela: Devrimle Oyun Oynanmaz, 4 Mart 2019, https://en.marksist.net/node/6622
Kadın Olmak
Hindistan-Pakistan Gerilimi ve Emperyalist Hegemonya Kavgası