Gün geçtikçe daha fazla sayıda insanın yaşamını altüst edecek biçimde derinleşen bir emperyalist paylaşım savaşının içindeyiz. Bu gerçek, tüm dünyada barış sorununu acil bir gündem olarak toplumların önüne koyuyor. Türkiye’de ise, devletin Kürt halkına yönelik olarak yükselttiği saldırılar emperyalist paylaşım savaşı süreci ile birleşerek barış sorununu daha yakıcı bir biçimde öne çıkarıyor. Cerablus operasyonu ile birlikte hem emperyalist paylaşım savaşı hem de Kürt halkına karşı savaş bağlamında kritik bir adım atan Türkiye egemen sınıfının, bugüne kadar yaşananları misliyle katlayacak bir yıkımı Türkiyeli emekçilere ve Kürt halkına dayatması bu yakıcılığı açık biçimde gösteriyor.
Yani barış sorunu dünyada da Türkiye’de de acil bir sorun olarak gündemde. Savaşın tüm hararetiyle yaşandığı böylesi bir ortamda, istisnalar bir kenara konursa, burjuvazinin pek çok sözcüsü de dâhil olmak üzere büyük çoğunluk “barış”a olan ihtiyacı dile getiriyor. Ne var ki, bütün meselelerde olduğu gibi, her sınıfın barıştan anladığı şey bambaşka. Bu emperyalist paylaşım savaşını çıkarıp, kapışmanın tarafları olan kapitalistlerin barıştan söz ederken kastettikleri, savaşı çıkarma nedenlerinin rakipleri ya da düşmanları tarafından kabullenildiği koşulların sağlanmasından başka bir şey değilken, emekçilerin barıştan beklentisi, akan kanın maruz kaldıkları yıkımla birlikte bir daha yaşanmamak üzere ivedilikle sonlanmasıdır. Devrimci işçi sınıfı, emekçilerin birliği ve halkların kardeşliği üzerine kurulu bir düzenin hayat bulmasını ve bunun için kapitalizmin yıkılması gerektiğini, bu olmadan gerçek ve kalıcı barışın gelmeyeceğini savunur. Bu yüzden barış konusunda, iki sınıf arzularını aynı kelimelerle ifade ettiğinde bile aslında birbiriyle uzlaşmayacak ayrı beklentilere sahiptir.
Egemen sınıf amaçlarına ulaşabilmek için her zaman emekçilerin kafasını karıştırarak kendi çıkarlarını onlara benimsetmeye uğraşır. Savaşlar ve barış konularında da durum budur. Bu nedenle işçi sınıfının öncü unsurlarının bu meselelerde zihni berrak olmalıdır. Mücadele tarihinde bugüne kadar yaşananlarla biriken deneyimler, barış sorunu karşısında da nasıl bir tutuma sahip olmamız gerektiği konusunda bizlere ışık tutmaktadır. Yapılması gereken işçi sınıfının mücadeleci önderlerinin yaklaşımlarını hatırlamaktır.
Marksizmin barış sorununa dair tutumu
Savaşın ve barışın nesnel tarihsel anlamı ve birbiriyle diyalektik ilişkisi, enternasyonalist komünist önderler tarafından bütün yönleriyle ortaya konmuş ve açıklanmış konulardır. Birinci emperyalist savaş öncesinde ve sırasında Lenin’in, Rosa Luxemburg’un, sonrasında da Troçki’nin bu konulardaki yaklaşımları bugün için de olağanüstü aydınlatıcıdır. Bilinmektedir ki, savaş siyasetin başka araçlarla yani silahlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Lenin bunu şöyle ifade eder: “Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamaz. Savaştan önce, belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından sürdürülür; yalnızca eylemin biçimi değişmiştir.” (Sosyalizm ve Savaş)
Yani kapitalistler, silahların konuşmadığı dönemde siyasetlerini nasıl işçi sınıfının daha fazla sömürülmesi, sermayelerini daha da büyütme temelleri üzerine kuruyorlarsa, savaşlar sırasında da aynı siyaseti sürdürürler. Muazzam bir kâr kaynağı ve sermayelerinin etkisini yaygınlaştırma olanağı olan savaşa eninde sonunda başvurmak zorunda kalırlar ve emekçi sınıfların büyük yıkımı pahasına haksız savaşları sürdürürler.
Kapitalistleri emperyalist paylaşım savaşlarına sürükleyen temel bu olduğu için kapitalizmde, hele onun emperyalist aşamasında, emperyalist güçler arasında savaşlar kaçınılmazdır. Bu savaşlar arasındaki “barış” dönemleri ise sadece bir ateşkes, “yeni bir savaştan önceki bir soluklanma dönemi” olabilir. Kapitalistlerin “barış”ı onların haksız savaşlarının tamamlayanıdır. Kapitalizm varlığını devam ettirdiği sürece, burjuva güçlerin birbirleriyle olan kıyasıya rekabeti silahlı çatışmalarla yani haksız savaşlarla sonuçlanacaktır.
Bu nedenle Marksizmin önderleri genel bir savaş karşıtlığı yaklaşımının, sanki kapitalizm altında savaşlardan kurtulmak mümkün olabilirmiş gibi bir yanılsama ve haklı savaşlara da karşıymışız gibi bir izlenim yarattığı için kitleleri aldatacağını söylerler ve buna kesinlikle karşı çıkarlar. Rosa Luxemburg’un sözleri bu yaklaşımın bir sonucudur: “İnsanın doğası bütün halkların ve ırkların barış, dostluk ve kültür dayanışması içinde yaşamasını gerektirmektedir. Ama kapitalist toplum hüküm sürdüğü sürece bu mümkün olmayacaktır. Bu ancak işçi sınıfının idareyi ele alması ve kapitalizmi defetmesinden sonra mümkün olacaktır. Bundan dolayı biz devrimci olduk, çünkü ancak bugünkü düzenin devrilmesiyle bir temel yaratılacağından eminiz.”[1]
Emekçiler haksız savaşların yarattığı muazzam yıkımların yaşanmamasını istiyorlarsa sadece savaş kararları alan hükümetleri değil, bir bütün olarak kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele etmelidirler. Kapitalistler de savaşın son bulmasını istediklerini söyleyebilirler ama kendi öne sürdükleri barış koşullarının yani “diğer halkları ezen ve yağmalayan” şartların yerine getirilmesi kaydıyla! Savaşan kapitalist taraflar aynı istekte oldukları ve yenilseler bile ilk fırsatta kendi çıkarlarını hayata geçirmek için yeniden savaşmaya girişecekleri için bu çelişki kapitalistler tarafından ortadan kaldırılabilecek bir karakterde değildir. Bu yüzden “barış”tan beklentileri bambaşka olan egemen sınıfın, emekçilerin arzu ettiği bir barışı getirmesi de, kalıcı barışı sağlaması da olanaksızdır.
Kapitalizm var olduğu sürece emekçi sınıfın istediği kalıcı barış gelemez ama emekçilerin barış talebi de gerçek ve güçlü bir taleptir. Haksız savaşlar sırasında milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasıyla, yaralanmasıyla, öldürülmesiyle birlikte bu talep de sürekli olarak güçlenir. Enternasyonalist komünistler emekçi kitlelerin bu barış özlemini önemserler. Çünkü bu talebin emekçi kitleler nezdinde güçlenmesi, bu kitlelerin burjuvazinin haksız savaşların gerekçesi olarak öne sürdükleri yalanlarına artık inanmamaya başladıklarını gösterir. Emekçi kitlelerin barış özleminin güçlenmesi ve savaşa karşı tutum alması, egemen sınıfın ideolojisinin de sorgulanmaya başlaması anlamına gelir. Bu yüzden bu noktada emekçilerin karşısına soyut açıklamalarla değil, varolan somut durumu göz önünde bulunduran, emekçilere çelişkileri açıklığıyla gösteren ve barışın bir sistem sorunu olduğunu ortaya koyan canlı bir propaganda ile çıkılmalı, bu temelde emekçilerin örgütlenmesi sağlanmalıdır.
Lenin birinci emperyalist paylaşım savaşı sürecinde buna kuvvetle dikkat çekmiş ve bu sayede Bolşeviklerin siyasetinin emekçi kitleler içinde güçlenmesini sağlamıştır. Israrla emekçi kitlelerin barış arzusundan yararlanarak onların barıştan beklediği yararın bir dizi devrim gerçekleşmeden sağlanamayacağının onlara anlatılması gerektiğini savunmuştur: “Savaşların sona erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi – bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar.”[2]
Lenin’in barış sorununda dikkat çektiği en önemli hususlardan birisi de ezilen halkların mücadelesinde ezen ulus sosyalistlerinin tutumudur. Ezen ulus sosyalistlerinin, kapitalistlerin haksız savaşlarıyla ezilen halkların haklı savaşları arasındaki ayrımı açıklıkla yapmaları ve tutumlarını buna göre ortaya koymaları gerektiğini belirtir. Sosyalistler savaşları soyut bir biçimde ele alıp topyekûn bütün savaşlara karşı durmazlar. Haklı bir temelde mücadele eden ezilen ulusların mücadelelerinin yanında, ezen ulusun buna karşı uyguladığı şiddetin ise karşısında olurlar. Ezen ulus sosyalistlerinin barış sorununa yaklaşımı bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını ve her türlü toprak ilhakının, yani kendi kaderini tayin hakkını ihlal edici girişimlerin reddini de içerir. Ulusların ne türden olursa olsun baskı altında tutulmasına karşı olan bu yaklaşım, ezen ulus proletaryasıyla ezilen ulus proletaryası arasındaki güvensizliğin ortadan kalkmasının ve halklar arasındaki gerçek eşitliğin sağlanmasının tek yolu olan işçi devrimleri için birleşik mücadelenin zeminini yaratır.
Bu nedenlerle Türkiye’de mücadele eden sosyalistlerin propagandaları, Türkiye devletinin emperyal emellerle dahil olduğu bir emperyalist paylaşım savaşına karşı durmakla kendini sınırlayamaz. Egemen sınıfın Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşta ezilen Kürt halkının haklılığını Türkiyeli emekçilere anlatan yaklaşımları da içerir. Türkiye burjuvazisinin Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanmaması için savaştığını ve bunu kendi emperyal emelleriyle birleştirerek, örneğin Suriye’ye nasıl müdahale ettiğini anlatır.
Dünyaya barış kapitalizme karşı savaşan işçilerle gelecek!
Kapitalizmin çürüme aşamasını ifade eden emperyalizm döneminde, emekçileri büyük yıkımlara sürükleyen emperyalist savaşlar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Troçki’nin dediği gibi, “Emperyalist savaşlar tamamen gerici karakterde olup, bir çıkışsızlığın, durgunluğun ve tekelci sermayenin çürümesinin ifadesidir”. Bu nedenle emperyalist savaşlar “devrimlerin de dölyatağıdır”. 20. yüzyılda yaşanan iki büyük emperyalist savaş sırasında ve sonrasında yaşananlar bunun tarihsel kanıtlarıdır.
Savaşlar devrimlerin de dölyatağı ise sosyalistlere düşen görev, bu savaşlar sırasında yaşadıklarıyla kapitalistlerin kendilerini aldattığını anlamaya başlayan emekçi kitleleri kurtuluşa götürecek bir siyaseti örgütlemek ve güçlendirmek olmalıdır. Emekçi kitlelerin arzuladığı türden bir barışın gerçekleşmesinin yegâne yolunun bir işçi devrimi olduğunun bu kitlelere kavratılabilmesi bu yüzden yaşadığımız dönemin en önemli konularından birisi olacaktır. Çünkü kalıcı barış ancak işçiler örgütlenip kapitalizme karşı savaşırlarsa gelebilir.
[1] Rosa Luxemburg’dan aktaran: Doğan Göçmen,
[2] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, “Barış Sorunu”, Sol Yay., 2.baskı, s.194
link: Selim Fuat, Kalıcı Barış Ancak Kapitalizme Karşı Savaşan İşçilerle Gelir, 1 Eylül 2016, https://en.marksist.net/node/5263
“Yolcu Yolunda Gerek” Demişler
Cerablus Harekâtı, Manipülasyonlar, Gerçekler