Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Konferansı, geçtiğimiz Aralık ayında Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirildi. BM’nin bu konuda düzenlediği 18. uluslararası konferans olan bu konferansta, dünyaya sera gazlarını en fazla salan 58 ülkenin küresel ısınmaya yaptıkları “katkı” ve bu konuda izledikleri politikalar değerlendirildi. Sera gazlarının salımını azaltma ve iklim değişikliğini önleme yönünde gerçekten ilerleme kaydeden bir ülke olmadığı için, en iyi 3 ülke seçilemedi. Performans değerlendirmesi 4. sıradan başlatıldı.
Yayınlanan bilimsel raporlar, ülkelerin saldıkları sera gazları miktarlarını derhal azaltmak üzere harekete geçmeleri gerektiğini ortaya koyuyor. Ancak Doha Konferansı, kapitalist devletlerin hiçbirinin küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliğinin getireceği felâketleri önlemek üzere çabalamak niyetinde olmadığını bir kez daha göstermiş bulunuyor. Konferansın Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminin 1 Ocak 2013 tarihinde başlamasını öngören, hiçbir işe yaramayacağı baştan belli, göstermelik bir kararla sonuçlandırılması da bunun bir göstergesi. İlk döneminde olduğu gibi Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminde de gelişmekte olan ülkelere saldıkları sera gazı miktarlarını arttırma, yani atmosferi daha da kirletme hakkı tanınıyor. Büyüyen kapitalist ekonomisiyle Çin, yılda 6,1 milyon ton ile dünyaya en fazla sera gazı salan ülke haline gelmiş durumda. Çin’in ardından atmosfere en fazla sera gazı salan (yılda 5,6 milyon ton) ABD bu tür protokollere imza atmaktan ve küresel ısınma sorunuyla ilgili sorumluluk üstlenmekten daima kaçınıyor.
Dünya küresel ısınma tehdidi altında
1970’li yıllarda bilim çevreleri, bazı gazların atmosferdeki miktarının artmasının sera etkisi yaratarak güneş ışınlarını dünyaya hapsedeceği ve küresel ısınmaya neden olacağı konusunda hemfikir hale geldiler. 1979’da Dünya Meteoroloji Örgütü, bilim insanlarını Cenevre’de I. Dünya İklim Konferansı’nda bir araya getirdi. Konferans sonunda hükümetler sera gazlarının artışı konusunda uyarıldı, ancak bu uyarıyı umursayan devlet olmadı. 1988’de NASA’ya bağlı çalışan iklim uzmanı James Hansen, katıldığı bir toplantıda sera gazlarının artışının kuraklıkları, selleri ve olağanüstü doğa olaylarını arttırma olasılıklarını ortaya koydu. O güne kadar sera gazlarının artışından kaynaklı sıcaklık değişimini kabul etmeyen bilim insanları ve hükümetler, bu toplantının ardından “küresel bir ısınma” olduğunu kabul ettiler.
1990 yılında BM iki bin bilim insanının katıldığı Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli’ni (IPCC) gerçekleştirdi. IPCC, küresel ısınmaya insanın yaptığı etkinin ispatlanamadığını belirten bir rapor yayınladı. IPCC’nin 1995 yılında yayınladığı ikinci raporunda ise iklim değişiminde sera gazı salımını arttıran insan etkinliğinin rolü kabul edildi. 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlenen konferansta ülkeler, atmosferdeki miktarları arttığında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, asitoksit gibi gazların salımını azaltmayı kabul ettiler. Fakat ABD, Rusya ve Avustralya, Kyoto Protokolü’nü imzalamadı. Dev petrol tekellerinin lobi faaliyetleri ABD’yi protokolden uzak tuttu. Kanada, Durban İklim Değişiklikleri Konferansı sonrası Aralık 2011’de Kyoto Protokolü’nden ayrıldığını ilan etti. Rusya ve Japonya ise ya protokolden ayrıldıklarını duyurdular ya da yeni taahhütlerde bulunmayacaklarını anons ettiler. Tüm bunlara ilaveten maliyetlerin azaltılması ve adaptasyon süreci içerisinde yoksul ülkelere yardım etmek amacıyla Kopenhag’da iklim değişikliği eylem planı çerçevesinde kurulan Fast Start Finance adlı iklim finans sistemi, tam bir sermaye birikimi sağlayamadan 2012 yılı bitiminde son buldu. Hiçbir ülke, 2009 Kopenhag İklim Değişiklikleri Zirvesi müzakereleri sonrasında sera gazı emisyonlarının azaltılması, kısıtlanması ve dizginlenmesi hakkında herhangi bir vaat vermedi. Sonuçta ülkelerin küresel iklim değişiklikleri politikaları temelinde iyiye doğru gelişmeler ve ilerlemeler yaşanmadı.
Kyoto Protokolü sera gazı salımını radikal biçimde azaltacak tedbirler önermiyordu. Sanayileşmiş ülkelerin 1990 yılındaki sera gazı salma miktarlarının 2012’ye kadar %5,2 oranında azaltılması hedefleniyordu. Bu mütevazı hedefe bile varılmasının olanaksızlığı daha baştan belliydi. Birkaç istisna dışında ülkeler geçen süre zarfında sera gazı salımlarını arttırdılar. Atmosferde biriken karbon kökenli gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Kapitalizm, tüketildikçe karbondioksit salan petrol türevi yakıtlardan, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlardan asla vazgeçmek istemiyor. Fosil yakıtlar kapitalizmin can damarı olan enerji santrallerinde, kara, deniz ve hava taşımacılığında yaygın bir kullanım alanına sahip. Sermayenin büyümesi demek, enerji ihtiyacının artması demektir. Kapitalistler güneş enerjisi gibi alternatif enerji kaynaklarına yönelerek enerji maliyetlerini arttırmayı kabul etmiyorlar. Özellikle de enerji tekelleri iklim sözleşmelerini sabote etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu şirketlerin emrindeki “bilim insanları” her konferansta gündemi değiştirecek ve ortalığı karıştıracak teorilerle ortaya çıkarak fosil yakıtlara dayalı enerji üretiminin, salınan karbondioksit miktarını korkunç derecede arttırdığı gerçeğini gölgelemeye çalışıyorlar.
Kyoto Protokolü fosil yakıt kullanımının radikal biçimde azaltılması ya da ortadan kaldırılması ve alternatif enerji kaynaklarına yönelmek üzere küresel bir program öngörmüyordu. Bunun yerine sera gazı salımının artışını sınırlandırmayı, “ağaç dikmek” gibi önlemlerle atmosferdeki karbondioksit miktarının artışını frenlemeyi hedefliyordu. Ancak kapitalistler yeni ormanlık alanlar yaratılmasından yana değiller. Bunun yerine, orman ekosistemlerini katletmek pahasına, eski ormanları yok edip hızlı büyüyen ağaçlarla ormanları yeniden oluşturmak gibi fikirleri savunuyorlar. Elbette kapitalist zihniyetin karbondioksiti azaltmak için ormana mecbur kaldığında önceliği, yüz binlerce canlı çeşidinin bir arada yaşadığı ekosistemleri korumak değil, ormanları da oksijen üreten fabrikalara dönüştürmek oluyor.
Kyoto Protokolü, kapitalist restorasyonla birlikte ekonomileri çöküş yaşayan Rusya ve Ukrayna’ya, yeniden ekonomilerini toparlayacakları dönem boyunca karbondioksit salımlarını arttırma hakkı veriyordu. Protokol, bir ülke kendi kotasını aşan miktarda karbondioksit salımı yapıyorsa, daha az salım yapan bir başka ülkenin kotasından dünyayı kirletme kotası satın alabilmesini de öngörüyor. Her şeyi metalaştıran kapitalizm dünyayı mahvetme kotalarını bile alınır-satılır hale getirebilmiştir.
Sera gazlarını en fazla üreten Çin’in dünya kapitalizminin motor gücü olarak ABD’yi bile geride bırakması, ABD ve Kanada’nın kendilerini taahhüt altına sokmaktan kesin olarak kaçınması, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi sermayeleri iştahla büyüyen ülkelerin dünyanın ne hale geldiğini asla umursamaması, yerkürenin en önemli oksijen deposu olan tropik ormanların kapitalist çıkarlar uğruna hızla yok edilmesi, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliklerini kaçınılmaz hale getirmektedir. Sanayi devriminden bu yana dünyanın 0,4 ilâ 0,8 derece ısınmış olduğu hesaplanıyor. Sanayi devriminin başlangıcından bu yana atmosferdeki karbondioksit miktarı %32, metan gazı miktarı %250 oranında artmış durumdadır.
Kutuplardaki buzdağlarında yapılan çalışmalar geçmiş binyıllarda atmosferdeki gaz yoğunluklarının ölçülmesine imkân veriyor. Bu ölçümler atmosferdeki karbondioksit yoğunluk seviyesinin son 420 bin yılın en yüksek seviyesine ulaştığını gösteriyor. Üstelik hızlı karbondioksit artışının %8’i son 20 yılda gerçekleşti.
Kapitalizm karbondioksit salımını arttırmakla kalmıyor, fotosentez yaparak karbondioksit emilimi sağlayan ormanları, koruları ve tropikal alanları hızla yağmalıyor. Her yıl yerkürenin İsviçre büyüklüğünde bir alanı çölleşiyor. Günümüzde karbondioksit salım miktarı dünyanın tüm yeşil alanlarının karbondioksit emme kapasitesinin iki katına ulaşmış durumdadır. Demek ki karbondioksit salımının derhal %50 oranında azaltılması dahi ancak karbondioksitin atmosferdeki mevcut oranının sabitlenmesini sağlayabilir. Böyle bir azaltma bile, atmosferde son 50 yılda biriken sera gazlarının önümüzdeki dönemde yaratacağı sorunları ortadan kaldıramaz. Kapitalizm, yaşadığımız gezegenin güneş enerjisini emme ve güneşten gelen radyoaktif ışınları uzaya yansıtma dengesini hızla bozmaya devam ediyor.
Küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlı tutma planlarının tutmayacağı anlaşıldığından hiç değilse 4 derecenin altında tutmanın olanakları gündeme getiriliyor. Ne uluslararası konferanslar ne de protokoller, sermayenin, dünyanın başına getireceği felâketler pahasına büyüme arsızlığını dizginleyebiliyor.
Atmosferde sera etkisi yaratan gazların artışının küresel ısınma, buzulların erimesi, iklim değişikliği, kasırgaların şiddetinin artması, seller, kuraklık gibi etkilerinin 50 ilâ 70 yıl gecikmeli olarak ortaya çıktığı hesaplanıyor. Yani 1950’li ve 60’lı yıllardaki sera gazı artışının, şiddetlenen kasırgalar, seller ve buzulların erimesi gibi sonuçlarını daha yeni yaşamaya başladık. Son 50 yıl içinde fosil yakıt tüketimi olağanüstü miktarda arttı. Derhal önlem alınmazsa önümüzdeki on yıllarda doğa ve insanlık çok ağır bedeller ödemek zorunda kalacak.
Küresel ısınma toplam yağış miktarını azaltırken yağışların daha kısa süreli ve şiddetli olmasına sebep oluyor. Bu türdeki yağış, sel ve toprak kaymalarına davetiye çıkartmaktadır. Kuzey kutbundaki buzullar ve kuzey yarımkürede yüksek dağlardaki buzullar eriyor. Ortalama sıcaklık artışı deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. Suların yükselmesi sonucu 21. yüzyıl sona ermeden New York’un büyük bölümü sular altında kalabilir. Bangladeş, Mısır, Çin ve Nijerya’da deniz seviyelerinin altında kalan nehir deltaları sel riskiyle karşı karşıyadır. Yüz milyonlarca insanın yaşadığı bu nehir deltalarında sel riski gerçekleşirse zarar ölçülemeyecek boyutlara ulaşacaktır. Deniz seviyesinin yükselmesi Akdeniz kıyı bölgelerini tehlikeye sokacak, nehirleri ve kıyılardaki diğer tatlı su yataklarını denizlerin tuzlu suyunun istila etmesi, içme suyuna ve tarımda kullanılan suya erişimi daha da zorlaştıracaktır. Kasırgalar ve seller gibi olağanüstü meteorolojik olaylar sıklaştıkça konutlarda, üretim tesislerinde ve şehirlerin altyapısında yıkımlar yaşanacak, ekonomik ve sosyal hasarlar milyonlarca emekçinin hayatını olumsuz etkileyecektir. Ani ve hızlı yağmurlar sellere ve toprak kaymalarına yol açarken, toprak kalitesi ve verimi düşecektir. Sıcaklığın ve karbondioksit yoğunluğunun artışı doğal ekosistemlerin dengesini tehdit edecektir. Doğu ve Güney Asya ülkelerinin sahil kesimleri ve irili ufaklı çok sayıda okyanus adası sulara gömülecektir. Küresel ısınma ve küresel iklim değişikliğinin etkileri sonucu Endonezya, Hindistan ve Filipinler dahil olmak üzere pek çok ülkede bulunan tropik ormanların dörtte üçü de yok olma ihtimaliyle karşı karşıya kalacaktır. Küresel hububat rekoltesi ise azalacak, aynı zamanda gelecekte kuraklıklar daha yaygın biçimde ve çok daha ciddi şekilde hissedilecektir.
Kapitalist devletlerin hiçbiri kendi burjuvazilerinin çıkarlarına dokunacak adımlar atmak istemiyor. Kyoto Protokolü’nün imzalandığı 1997’deki konferanstan, geçtiğimiz Aralık ayında Kyoto Protokolü’nün ikinci döneminin başlamasına karar verilen Doha Konferansı’na kadar çok sayıda uluslararası toplantı gerçekleştirildi. Alınan göstermelik kararlar bile uygulanamadı. Çünkü kapitalizm, sermayenin çıkarlarını zedeleyecek adımları atmaktan imtina ediyor. Kıyasıya rekabet içerisindeki kapitalist ülkelerden hiçbiri elini taşın altına koyamıyor. Kapitalist devletlerin kendi ülkelerinde üretim maliyetlerini arttıracak ve küresel rekabet gücünü zayıflatacak önlemler alması mümkün değildir.
Türkiye ve diğer kapitalist ülkeler
Türk burjuvazisi de doğayı katletmek ve karbondioksit salımını arttırmak pahasına arsızca büyüyor. Türkiye’nin 1990-2010 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde sera gazı salımı %115 artmıştır. Türkiye’nin toplam sera gazı salımında en önemli pay %71 ile enerji sektörüne aittir. 23 termik santralin inşaatı devam ediyor, 28 termik santral inşaatı da onaylanmayı bekliyor. Dünya üzerinde muazzam miktarlarda enerji sarfedilen megakentler kuruluyor. İstanbul gibi şehirlerdeki enerji sarfiyatı küçük kentlerdeki sarfiyatın kat be kat fazlasıdır. Dev alışveriş merkezlerinin ışıklandırılmasına harcanan enerjiyi karşılamak için daha fazla termik santral gerekiyor.
Kapitalist devletler küresel ısınmayı engelleyecek önlemleri finanse etmek üzere bir iklim fonu oluşturmuştu. Zengin ülkeler bu fona katkı yapmak konusunda son derece pinti davranıyor. Kimi açgözlü burjuvalar da küresel felâketi fırsata çevirmenin peşinde: Türkiye’yi temsilen Doha Konferansı’nda yer alan TÜSİAD, konferans kapsamında 6 Aralıkta “Türkiye’de Düşük Karbon Ekonomisine Geçiş ve Özel Sektörün Rolü” başlıklı bir etkinlik düzenledi. Sera gazı emisyonlarının uluslararası bir çaba ile azaltılması konusunda “sorumluluk talep eden” kodamanlarımız, nihayetinde ağızlarındaki baklayı çıkarttı. Bütün tarafların sorumluluk alacağı, kapsamlı ve hukuki bağlayıcılığı olan bir iklim düzenini tercih ettiklerini ifade eden TÜSİAD, hemen ardından oluşturulan fondan yararlanma niyetini açıkladı. “Sürdürülebilir kalkınma hamlemizi etkilemeden düşük karbon ekonomisine geçmek ve iklim değişikliği ile mücadele etmek için teknik ve finansal desteğe ihtiyacımız vardır” diyen burjuvalarımız, fondan yararlanmaya duydukları ihtiyacı döne döne anlattılar. Türkiye burjuvazisi yüzsüzlükte sınır tanımıyor, fondan nasiplenmek için taklalar atıyor. TÜSİAD bir taraftan da, AB uyum hedefleri ve iklim değişikliği kapsamında “ciddi bir yükümlülük altında olan” sanayi ve özel sektöre de iş bağlamaya çalışıyor. “AB müzakere ve uyum sürecinde aktif rol tanınmalı ve ülke ve sektörel pozisyonların oluşturulmasında bilgi ve deneyimine başvurulmalıdır” diyen TÜSİAD özetle şunu talep ediyor: Siz bize fondan para verin, küresel ısınmayı engelleyecek biçimde üretim yapmak için kaynak verin (para verin), hatta üretim ihalelerini de bize verin (para verin); biz doğayı tehdit etmeden nasıl üretim yapılabileceğini dünyaya gösterelim! Fırsatçılığın ve açgözlülüğün bu kadarı ancak burjuva sınıfına yakışır.
Felâketten çıkış yolu
2012 yılında küresel karbon salımında yeni bir dünya rekoru kırıldı. Uluslararası iklim konferanslarında ortaya konan küresel ısınmanın 2 derece ile sınırlandırılması hedefi, kapitalizm ayakta kaldığı sürece imkânsızdır. Atmosferin 2 dereceden fazla ısınmasına ilişkin senaryolar ise felâket senaryolarıdır. Dünya Bankası yaptırdığı araştırmalar sonucunda 2060 yılına kadar dünyanın 4 derece ısınacağını açıkladı. Norveçli ve İngiliz bilim insanları ise 21. yüzyılın sonuna kadar atmosferdeki sıcaklık artışının 5 dereceyi bulacağını söylüyor. Kapitalizm yıkılmazsa, nehir deltalarındaki tarım arazilerinin sular altında kalması, doğalmış gibi görünen alışılmadık “doğal felâketlerin” giderek artması kaçınılmazdır.
Daha fazla kâr etmenin en öncelikli kural olduğu kapitalist dünyada doğayla barışmak, karbondioksit salımını azaltarak yaşanabilir bir dünya kurmak sistemin özüyle çelişiyor. Kapitalizm açısından doğa, kullanılıp tüketilerek paraya çevrilecek bir kaynaktır. Düzenin kendi mantığı açısından bu kaynağı arsızca yağmalamak zorunluluktur. Sürekli daha fazla enerji harcamak, öte yandan enerji maliyetini düşürerek sermayenin büyüme ve kârlılık oranlarını yüksek tutmak kapitalizmin önceliğidir. Petrol ve enerji şirketlerinin basıncı bile devletleri en ılımlı (ve son derece yetersiz) tedbirlerin formüle edildiği protokolleri uygulamaktan alıkoyuyor. Savaş ve yıkım araçları için her yıl trilyon dolarlar harcayan dünya kapitalizminin, insan soyunu, gezegenimizi ve üzerindeki tüm canlı yaşamı önemsemesi beklenebilir mi? Dünyayı küresel ısınma felâketinden kurtarmanın yegâne yolu kapitalizme son vermektir. Dünyanın kaderiyle işçi sınıfının kaderi birbirine bağlanmış durumdadır.
Doğayla insanı barıştırmak, maliyet hesabı yapmadan doğayı katletmeyecek teknolojilere yönelmek, kârı değil insanı ve doğayı temel alan temiz enerji kaynaklarına yönelmek, rekabete son vererek dünya ölçeğinde üretimi planlamak… Bunlar elbette hayal değildir. Dünya işçi sınıfı kapitalizmi alt eder etmez tam da böyle bir dünya kurmaya girişecektir. Doğada her canlı türü kendine yönelen tehditler bir ölüm-kalım sorunu haline geldiğinde kendi devamlılığını sağlamanın yollarını arar, mücadele etmeden ölüme teslim olmaz. İnsan türü de kendi soyunun devamını sağlamak için bir ölüm-kalım mücadelesi vermek zorunda kalacak ve bu kavgadan dünya devriminin zaferiyle çıkacaktır.
link: Serhat Koldaş, Küresel Isınma ve Doha’nın Doğası!, Ocak 2013, https://en.marksist.net/node/3178
Hrant Dink Katledilişinin 6. Yılında On Binler Tarafından Anıldı!
Mısır Yeniden Ayakta