Mısır’da yaklaşık iki yıl önce Mübarek’in devrilmesiyle doruk noktasına ulaşan halk isyanı, inişli çıkışlı bir sürecin ardından yeniden yükselişe geçti. Bu yükselişi tetikleyen temel etken, Müslüman Kardeşler (İhvan) mensubu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin, kendisini her türlü yargı denetiminden azade kılan bir kararname yayınlaması oldu.[1] İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından üstlendiği arabuluculuk rolünü kullanarak “kahraman” pozları takınan Mursi, bu kararnameyi tam da ateşkesin ertesi gününde, 22 Kasımda yayınladı. Mursi’nin anayasa hazırlanması sürecinde yargı bürokrasisinin olası engelleme hamlelerine karşı “devrimi korumak” adına yayınladığını iddia ettiği bu kararnameyi “firavunluk kararnamesi” olarak adlandıran yüz binlerce insan o günden itibaren sokaklara dökülerek Tahrir’i yeniden isyan meydanı haline getirdi. Müslüman Kardeşler’den ve onlardan daha radikal İslamcı olan Selefilerden oluşan Kurucu Meclis’in[2] 30 Kasımda onayladığı ve 15 Aralıkta referanduma sunulacağını açıkladığı yeni anayasa ise protestoları bir üst düzeye sıçrattı.
Mursi’nin “firavunluk yasası”nı çıkarması aslında siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kritik bir sürece denk düşüyordu. 20 Kasımda, İhvancı hükümetle IMF arasında 4,8 milyar dolarlık bir borç anlaşması imzalanmıştı. Bir hafta sonra da hükümet bunun gereği olarak, bütçe açığını azaltmak üzere kesintileri öngören bir ekonomik saldırı programını onayladı. Mursi, vergilerin arttırılması, ekmek ve akaryakıt gibi temel ihtiyaç ürünlerinde sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirmelerin hızlandırılması, ücretlerin düşürülmesi gibi saldırıları içeren bu programın işçi ve emekçi sınıflarda yaratacağı tepkiyi bastırmaya yönelik bir hazırlığın zorunlu olduğunu elbette çok iyi biliyordu. Aynı dönemde, Mübarek rejiminin kalıntısı olan yargı bürokrasisinin egemenliğindeki Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’in ve Şura Konseyi’nin[3] feshine dair kilit önemdeki bir davayı sonuçlandırması da bekleniyordu ve kararın fesih yönünde çıkması beklentisi hayli yüksekti. Bu durumda İhvan’ın iktidarı sallantıya düşeceği gibi, yeni anayasa süreci de kesintiye uğramış olacaktı. İşte Mursi tam da böylesi bir dönemde söz konusu kararnameyi çıkararak, hem işçi ve emekçilerin uygulamaya konacak saldırı programına olası isyanı karşısında sert önlemler alma yetkisiyle donandı, hem de Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’i feshetme yetkisini ortadan kaldırmış oldu. Bunun yanı sıra anayasa sürecini hızlandırarak, Şubatta tamamlanması beklenen taslağı iki ay önce referanduma hazır hale getirtti. Ancak Mursi Mübarek döneminin uzantısı olan yargı bürokrasisinden beklediği tepkinin çok daha fazlasını halk kitlelerinden gördü. 22 Kasımdan itibaren Kahire ve İskenderiye başta olmak üzere pek çok kentte meydanları terk etmeyen ve Başkanlık Sarayını kuşatma altına alan kitleler, alanları “halk rejimin yıkılmasını istiyor”, “devrim tekrar geri geldi”, “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” sloganlarıyla inlettiler.
Tüm bunlar olurken, Mahalla el-Kubra kentindeki binlerce işçi ve emekçi, bir kent konseyi oluşturma girişiminde bulundular ve kent giriş çıkışlarında yol kesme eylemleri de dahil olmak üzere çeşitli eylemler yaptılar. Bilindiği gibi, militan bir mücadele geçmişine sahip olan Mahalla tekstil işçileri, gerçekleştirdikleri kitlesel grevlerle Mübarek’in devrilme sürecinde de önemli bir rol oynamışlardı. Bu kez de binlerce tekstil işçisi sokaklara dökülerek Mursi’nin gerici adımlarını protesto etti. İşçilerin “firavun kararnamesi”ne ve anayasa taslağına yönelik tepkileri bununla sınırlı değildi. 12 gazete ve 5 televizyon kanalında çalışan işçiler, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve sivil hakları savunmak için bir günlük grev gerçekleştirerek meydanlara indiler. Devlet radyo ve televizyonlarında çalışan işçiler de hükümetin baskılarına ve yayın içeriğine müdahale etmesini iş bırakarak protesto ettiler. Havayolu çalışanları da pek çok havaalanında iş bırakarak greve giden işçiler arasındaydı. Bağımsız sendikalar, “yeni firavunu reddediyoruz, şehitlerin kanı üzerinden tacirlik yapanları reddediyoruz” diyerek işçileri hareketi desteklemeye ve işçi düşmanı yasalara karşı çıkmaya çağırdılar.
Ne var ki devrimci bir örgütlülük ve önderlikten yoksun halde isyana katılmak durumunda kalan işçi sınıfı, kendi sınıf kimliği ile sürece damgasını vurabilecek bir etkinlik gösteremedi. Protestoların başlamasının hemen ardından, Nasırcıların, liberallerin, bazı sol grupların ve Mübarek rejiminin kimi kalıntılarının da aralarında olduğu 15’i aşkın parti ve grubun oluşturduğu burjuva muhalefet güçleri, Ulusal Kurtuluş Cephesi adı altında bir oluşum örgütlediler. İsyanın kitlesini işçiler ve emekçilerin oluşturmasına rağmen, hareketin komuta kademesi işte bu burjuva güçlerin elinde kaldı. Nasırcı Partinin lideri Hamdin Sabbahi, Arap Birliği eski genel sekreteri Amr Musa ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Muhammed Baradey’in başını çektiği bu cephe, kararnamenin geri çekilmesi ve referandumun iptal edilerek yeni bir anayasa hazırlanması çağrısında bulunurken, bir yandan da kitleleri dizginleme rolünü üstlendi.
Mursi yandaşlarının ve karşıtlarının yüz binler halinde sokağa dökülmesi, keskin bir toplumsal kutuplaşma yaşandığını alenen gösterirken, Mursi’nin protestolar karşısındaki tepkisi Mübarek’ten hiç de farklı değildi. Polisi vahşice kitlelerin üzerine salan Mursi, protestoları “Mübarekçilerin, dış güçlerin ve Siyonistlerin komplosu” olarak nitelerken, protestocuları da “eski rejimin kalıntıları tarafından beslenen hainler, çeteler” olarak lanse ediyordu. Hatta işi o raddeye vardırdı ki, muhalefet liderlerinden Sabbahi, Musa ve Baradey’in yanı sıra, Mursi’nin attığı adımları protesto ederek referandumdaki gözetim görevini yerine getirmeyeceğini açıklayan Yargıçlar Kulübü’nün başkanı hakkında “casusluk” soruşturması başlatıldı.[4] “İslam geri dönüyor” sloganıyla sokaklara çıkan ve laik muhalefeti “eski rejimin kalıntısı olmak” ya da “İslama karşı olmak”la suçlayan İhvancılarsa, protestocu kalabalığa polisle işbirliği halinde saldırdı. Yaşanan çatışmalar sonucunda en az 8 kişi ölürken, yüzlerce insan yaralandı, yüzlercesi de tutuklandı. Bunlar yetmezmiş gibi, Mursi’nin Başkanlık Sarayı, İhvancılarla polisin elbirliğiyle yakaladıkları protestocuları işkenceli sorgulara tâbi tuttukları bir karargâha dönüştürüldü.
Mursi’nin “devlet kurumlarını eski rejimin artıklarından temizleme”yi amaçladığını iddia ettiği kararname, Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’i ve Şura Konseyi’ni feshetmesini olanaksız hale getirmesinin yanı sıra, mevcut başsavcıyı görevden alan Mursi’ye yeni başsavcı atama yetkisi de veriyordu. Mursi bu kararname sayesinde, “devrimi, ulusal birliği ve ulusal güvenliği koruma” bahanesiyle istediği yasayı çıkarma yetkisiyle donanırken, aldığı kararları da yargı denetimi dışında bırakıyordu. Kararname, yeni parlamento seçilene kadar yürürlükte kalacak şekilde çıkarılmıştı. Ne var ki, Mursi, protesto gösterilerinin giderek yayılması ve kitleselleşmesi üzerine, kısa süre içinde geri adım atmak zorunda kaldı ve kararnamenin anayasa referandumu sonuçları açıklanana kadar geçerli olacağını duyurdu. Ancak bu da sorunu çözmeye yetmedi. Muhalefet güçlerinin söz konusu kararname lağvedilmeden ve referandum ertelenmeden diyalogun da olmayacağını açıklayıp protestolara devam etmeleri üzerine Mursi kararnamenin iptal edildiğini ancak referandumun tarihinde yapılacağını duyurdu. Protestolar devam edince de, “anayasa oylaması sonuçları açıklanana kadar” gösterilere müdahale etme ve sivilleri tutuklama yetkisi verdiği orduyu devreye soktu.
Devrimi kimden koruma yasası?
“Devrimi korumak” adına kendisini firavun yetkileriyle donatırken, o “devrim”i ancak onu gerçekleştiren kitlelerin koruyabilecekleri gerçeğini gizlemeye çalışan Mursi, bu kararnameye dayanarak bir de “Devrimi Koruma Yasası” çıkardı. Bu yasa Halk Savcılığı adı altında yeni bir savcılık birimi kurulmasını öngörüyor ve mevcut anti-demokratik ceza yasalarıyla yetinmeyerek, söz konusu savcılara, “devrimi koruma” adına ve basın suçu, protesto, grev, “eşkıyalık” vb. gerekçesiyle 6 aya kadar tutuklama yetkisi veriyordu. Kararname geri çekilse de bu yasa yürürlüğe girdi.
Emekçilerin demokrasi talebini yerine getirme vaadiyle iktidara gelen İhvan’ın gerçekte hangi sınıfın temsilcisi olduğu ve işçi düşmanlığı böylece geniş kitleler tarafından daha net görülmeye başlandı. Devrimci durumun bir ürünü olarak hayata gözlerini açan bağımsız sendikalar, bu yasanın işçilerin grev yapmasını bile yasakladığını söyleyerek tepkilerini yükselttiler. Nitekim Mursi, kararnameyi ve “devrimi koruma yasası”nı açıklarken yaptığı konuşmada, bu yetkileri üretimin aksamasını ve yol blokajlarını engellemek için kullanacağını açıkça ifade etmişti. Bu, her türlü grev ve gösterinin aynı bahaneyle yasaklanacağı anlamına geliyordu ki, Mursi’nin son dönemde gerçekleşen grevleri ve gösterileri kriminal olaylar olarak göstermesi bunun bir ifadesiydi.
Mursi’nin kendisini olağanüstü yetkilerle donattığı ve yargı denetimi dışında bıraktığı kararnameyi yayınlar yayınlamaz ilk olarak el attığı yasanın Sendikalar Yasası olması da fazlasıyla anlamlıdır. Tıpkı kendinden öncekiler gibi İhvan iktidarı da, hiç vakit kaybetmeden devlet sendikası olan Mısır Sendikalar Federasyonunu (ETUF) kendi denetimi altına almaya girişmiştir. Burada bir parantez açarak belirtelim ki, eski Sendikalar Yasasını halen değiştirmemiş olan İslamcı iktidar, 2011’deki halk isyanı sürecinde kurulan bağımsız sendikaları halen yasadışı kabul etmekte ve ETUF şu anda Mısır’ın tek yasal sendikası olarak görülmeye devam etmektedir. Tamamen değiştirilmesi gereken Sendikalar Yasasında demokratik hiçbir iyileştirmeye gitmeyen İhvan, bununla da kalmayıp, şimdi bu yasaya sadece ETUF yönetimine kendi adamlarını doldurmak üzere el atmıştır. Son yasal düzenlemeyle, sendika üyeliğine 60 yaş üst sınırı getirilmekte ve Çalışma Bakanına sendika yönetim kurullarının boşalan koltuklarına atama yapma yetkisi tanınmaktadır. ETUF’un fosilleşmiş yöneticilerinin çoğunun koltuklarından olmasını sağlayıp olumlu bir adım attığı izlenimini yaratan İhvan, aslında sendika yönetimlerinin yapısını kendi lehine değiştirme olanağı elde etmiştir. Bu yüzden bağımsız sendikal oluşumlardan biri olan Mısır Demokratik İşçi Konferansı (EDLC), son derece doğru bir şekilde, İhvan’ın “eski rejimin tiranlık, baskı ve yolsuzluk sisteminin köşetaşları olan kurumları dağıtmak yerine onları muhafaza ettiğini, yalnızca onların liderliğini ve kilit karar alıcılarını değiştirdiğini” dile getirmiştir. Sonuçta Mübarekçi kadro gidecek, yerine İhvancı kadro gelecek, devrim arzusuyla sokağa dökülüp Mübarek’in devrilmesinde önemli bir rol oynayan işçi sınıfı ise yine işbirlikçi bürokratlardan kurtulamamış olacaktır.
Aynı şekilde Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu (EFITU) da, işçi sınıfını, Mursi’nin yayınladığı kararnameye ve çıkardığı bu yasaya karşı birlik olmaya, sokaklara çıkmaya ve oturma eylemlerine katılmaya çağırmıştır. “Bizler, grev hakkımızı kullandığımız ve sendikalarımızı kurduğumuz için soruşturmaya uğradık, tutuklandık, açığa alındık, sürgüne ve haksızlığa uğradık. Hükümet sendikal özgürlükler için bir tek yasa çıkarmayıp bunun yerine devrimi koruma adına grevleri ve oturma eylemlerini suç sayan bir yasa çıkarırken, biz neden iki yıl bekledik? Bu kararlar bizim çıkarlarımıza doğrudan bir saldırıdır. Bu yüzden ayağa kalkmak ve mücadele etmek zorundayız” diyen EFITU, 25 Kasım tarihli çağrısında şu talepleri dile getirmiştir: Kararnamenin geri çekilmesi, Kurucu Meclis’in üyelerinin en az %50’si işçi ve köylülerden oluşacak şekilde reforme edilmesi, sendikal özgürlüklerin anayasal ya da yasal güvence altına alınması, işçi haklarını garanti altına alan yeni bir iş kanunu, asgari ve azami ücretleri belirleyen ve bunları fiyat artışına bağlayan bir yasanın derhal yürürlüğe koyulması, işlerini kaybeden tüm işçilerin işe geri dönmesi ve Hişam Kandil hükümetinin istifa etmesi.
Yeni Anayasa ve İhvan’ın oportünizmi
Mısır’da anayasa referandumu, işçilerin, emekçilerin ayağa kalktığı böylesine gergin bir süreçte ve muhalefetin tüm itirazlarına rağmen 15 ve 22 Aralık tarihlerinde iki parça halinde gerçekleştirildi. Sonuçta 50,6 milyon seçmenin sadece 16,4 milyonunun oy kullandığı referandumda, katılım oranı pasif boykot nedeniyle %32,9’da kalırken (parlamento seçimlerindeki katılım oranının neredeyse yarısı) ve gerçekte tüm seçmenlerin sadece %20,8’i yeni anayasaya “evet” oyu verirken, anayasanın %63,8 oyla kabul edildiği duyuruldu. Mısır’ın en kalabalık kenti olan ve doğal olarak en kalabalık işçi nüfusunu barındıran Kahire’de ise “hayır” oyları %57 ile “evet” oylarının bariz bir şekilde önüne geçti. Muhalefetin çok sayıda seçim ihlali yapıldığını açıkladığı ve Mübarek dönemindeki seçimleri aratmadığını ifade ettiği bu referandumun anti-demokratikliğinin en bariz kanıtı, oylamanın birinci yarısı gerçekleşir gerçekleşmez yapılan ve şaşırtıcı bir biçimde kimse tarafından eleştirilmeyen oy sayımıdır. İkinci yarı bir hafta sonra gerçekleşecek olmasına rağmen ilk yarının oy sayımı oy verme işlemi biter bitmez başlatılmış ve bizzat iktidardaki Özgürlük ve Adalet Partisinin (İhvan’ın ve Mursi’nin partisi) resmi sitesinde “tahmini oy dağılımı” olarak duyurulmuştur. Burjuva demokrasisinin normal işleyiş koşullarında kamuoyu anketlerinin sonuçlarının açıklanması bile seçimlerden birkaç gün öncesinde yasaklanabilirken, Mısır’da ikinci yarı seçimler öncesinde hem birinci yarının hem de yurtdışında oy kullananların tercihleri alenen açıklanmıştır.
Gerek hazırlanış yöntemi, gerekse oylanma yöntemi açısından hiçbir meşruluğu olmayan yeni anayasanın içeriği de aynı anti-demokratiklikle malûldür. Kadınların, işçilerin, emekçilerin ve azınlıkların haklarına yönelik ciddi saldırılar içeren ve söz konusu geniş kesimlerin taleplerini karşılamaktan uzak olan gerici ve baskıcı yeni anayasa, tıpkı eski anayasa gibi, şeriatı “yasamanın temel kaynağı” olarak ilan ediyor. Ancak eski anayasadan daha da ileri gidiyor ve şeriatla ilgili tüm konularda El Ezher Camii ve Üniversitesine danışılmasını şart koşarken, Sünni İslam doktrinine yönelik atıflarıyla mezhepçi bir yaklaşıma da dayanıyor.
Yeni anayasanın, şeriat ve El Ezher’le ilgili ilk bölüme atıfta bulunarak özgürlükleri “anayasanın ilk bölümüne aykırı olmadıkça” koşuluyla sınırlandırması, İslamcı iktidarın özgürlük anlayışını da çıplak bir şekilde dışavuruyor. Bu koşul, fikir ve ifade özgürlüğünün otomatik olarak şeriat kurallarına uygunlukla sınırlanmasının yanı sıra, örgütlenmenin, toplantıların, gösterilerin, sanatın vb. önüne de şeriat engelinin dikilmesinin yolunu açmaktadır. Milyonların sokağa dökülüp Mübarek’i devirmeleriyle sonuçlanan devrimci durumu kendi sınıfsal çıkarları uğruna kullanan ve üzerine çöreklenen İhvan, işçi ve emekçilerin demokratik özgürlüklerine yönelik düşmanlığı katmerli bir şekilde sürdürmektedir.
Parti ve dernek kurma özgürlüğünü anayasal güvence altına alan İhvan anayasası, sıra sendikalara, işçi birliklerine ve kooperatiflere geldiğinde bu özgürlüğü yasal düzenlemelere havale etmektedir. Bununla da kalmayıp, “tek mesleğe tek sendika” dayatmasını getirerek, devlet sendikası olan ve şimdilerde yönetimi İhvan tarafından ele geçirilmeye çalışılan ETUF’un örgütlü olduğu herhangi bir meslek kolunda bağımsız sendika kurulmasını fiilen yasaklamaktadır.
Yeni anayasa, Mübarek’in devriliş sürecinde aktif bir rol oynayan kadınların haklarına da kördür. Anayasanın kadınlara ilişkin tek maddesi bulunmaktadır ve orada da ailenin ahlâki niteliği ve değerlerine atıfta bulunularak, kadınların toplumdaki rolü aileye karşı sorumluluklarına bağlanmaktadır. Bu maddeye dayanılarak kadınların eğitim ve iş yaşamlarına yönelik her türlü gerici müdahalenin yapılabileceği açıktır.
Demokratik hak ve özgürlüklere saldırırken ordunun ayrıcalıklarını ve siyasi gücünü güvence altına alan İhvan anayasası, bunun tipik bir örneği olarak, Milli Güvenlik Konseyi kurulmasını öngörmektedir. Türkiye’deki MGK’yla özdeş olan bu konsey, cumhurbaşkanının başkanlığında, başbakan, içişleri, dışişleri, savunma ve maliye bakanları, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve istihbarat örgütlerinin başkanlarından oluşmaktadır. Bu konseye, ulusal güvenlikle ilgili konularda karar vermek, orduya ilişkin yasalara danışmanlık yapmak gibi temel yetkiler verilmektedir. Askeri bütçe de parlamento yerine askerin borusunun öteceği bu konseyde belirlenecek, parlamentonun bu konuda hiçbir dahli olamayacaktır. Böylece mili gelirin önemli bir bölümünü gasp eden ve ekonomide belirleyici bir ağırlığı olan ordunun ekonomik ve siyasi gücü korunmaya devam etmektedir.
Ayrıca Milli Savunma Bakanının asker olma zorunluluğunu da getiren anayasa, “silahlı kuvvetlere zarar verme” bahanesiyle sivilleri askeri mahkemede yargılama yetkisi tanımaktadır. Mağdur ve mazlum pozları kesen İhvan, görüldüğü üzere, bir taraftan iktidarını güvenceye alacak ve gücünü pekiştirecek çeşitli adımlar atarken, öte taraftan tıpkı AKP gibi orduyla uzlaşma yoluna gitmektedir. Bir yandan “askeri vesayet” diye bağırırken, öte yandan askeri bürokrasiyi kendi elleriyle ayrıcalık ve güçle donatmaktadır. Mursi’nin seçilmesiyle sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Marksist Tutum sayfalarında değerlendirirken o dönemde şunları söylemiştik:
“Muhammed Mursi’nin seçimi kazandığı resmen açıklanır açıklanmaz Mursi, twitter hesabından «Mısır’daki seçimleri demokratik bir şekilde koruyan şerefli Mısır yargısı ve askerlere selam olsun. Tüm Mısır halkını kutluyorum» açıklamasını yaptı. Seçim sonuçları açıklanınca verilen ilk mesajın anlamı açıktır. Müslüman Kardeşler sivil-asker bürokrasiye biat etme sözü veriyor. Yeter ki, iktidar koltuğundan kendilerine de yer ayrılsın. Öte yandan Mursi on binlerce kişinin toplandığı meydanlarda farklı bir dil kullanıyor. Kitlelere, cumhurbaşkanlığı yetkilerinden vazgeçmeyeceğini ilan ederek generallere meydan okuyor.
“Müslüman Kardeşler halk ayaklanmasının başından bu yana oportünist bir politika izliyor. Kitle hareketinin ordu bürokrasisini alt edecek ve eski devlet aygıtını parçalayacak bir devrime ilerlemesini asla istemiyorlar. Müslüman Kardeşler şimdiye değin kitleleri birkaç kez sokağa çağırdı. Ancak her seferinde amaç, kitlelerin gazını almak, askeri bürokrasiye gözdağı vermek ve kendisine siyaset sahnesinde alan açmakla sınırlıydı.” (Serhat Koldaş, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Temmuz 2012)
Sol ve liberal muhalefetin örgütsüzlüğünden yararlanarak azınlık oylarıyla iktidar koltuğuna oturan İhvan’ın Mübarek rejiminin temel direği olan orduyla uzlaşmasının en önemli nedeni elbette iktidarını koruma arzusudur. Ancak bunun kadar önemli bir diğer neden de, ayağa kalkan emekçi kitleler karşısında burjuvazinin ortak çıkarlarını temel alarak düzenin bekasını sağlama kaygısıdır. Hazırlanan anayasanın ve çıkarılan yeni yasaların temel güdüsü de budur.
İhvan, devrim korkusu yaşayan Mısır burjuvazisinin bir kesiminin has temsilcisidir. Üstelik bölgeye ilişkin planları açısından ABD için de uygun bir müttefik olduğunu izlediği politikalarla (Suriye, İran ve İsrail’e ilişkin politikalar, neoliberal ekonomik politikalar vb.) kanıtlamaktadır. Şu anda İhvan’la diğer burjuva kesimler (çıkarları eski rejimin devamından yana olanlar, liberaller, Nasırcılar gibi) arasında bir çatışma yaşandığı doğrudur. Ancak bu çatışmanın nedeni, mevcut rejimin yapısında büyük çaplı değişiklikler gerçekleştirip gerçekleştirmeme noktasındaki anlaşmazlıklar değil iktidar savaşıdır. Tüm burjuva kesimler emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınmasının düzene yönelik tehditleri tırmandıracağını bildiklerinden, sadece kendi çıkarlarıyla sınırlı bir değişimle yetinmektedirler. Nitekim Mübarek’in devrilmesini izleyen süreçte şunları söylemiştik:
“Bu güçler ilişkisine ve sürecin somut ilerleyişine bakıldığında, demokratik içeriği güçlü bir anayasanın şekillenmesinin pek mümkün olmadığını görmek zor değil. Marksist Tutum’un daha evvel de söylediği gibi, bu sürecin sonunda ordunun vesayeti altında sınırlı bir burjuva demokrasisi rejimine geçilmesi en yüksek olasılık olarak görünüyor. Egemen burjuva kesimlerin ve emperyalist odakların şu ana kadarki tutumu bu yönde. Bu gidişi bozabilecek tek güç olan işçi sınıfı ve devrimci sosyalist güçlerse, büyük bir uyanış ve canlanış yaşanmasına rağmen henüz son derece örgütsüz durumda. O nedenle özellikle Mısır ve Tunus’taki devrimcilerin önündeki en büyük görev bu yakıcı soruna odaklanmaktır.” (Levent Toprak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Reform Süreçleri, MT, Mayıs 2011)
Proletarya ve devrimci sosyalist güçler açısından söz konusu örgütsüzlük koşulları ne yazık ki bugün de varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, iktidardaki İhvan, bizzat devrimci bir deneyim yaşayan kitleler karşısında eli rahat bir şekilde dilediğini yapamamakta, her aşamada kitlelerin basıncıyla karşılaşmaktadır. Bir burjuva iktidarın, yoksulluktan, baskıdan, işsizlikten bıkan yığınların taleplerini karşılaması mümkün değildir ve bunun sıkışmışlığını yaşayan İhvan, iktidarını ve kapitalist sömürü düzenini otoriterleşerek korumaya çalışmaktadır. Ancak son iki yıllık devrimci kalkışma deneyiminden geçen kitlelerin eskisi gibi boyun eğmedikleri ve eğmeyecekleri açıktır. Korku duvarını aşan yığınları ölüm korkusu ya da polis ve asker terörü de durduramamaktadır. Dolayısıyla Mısır’daki (ve Tunus’taki) devrimci süreç kısa bir tarihsel aralık açısından bile henüz sona ermiş değildir ve bu sürecin dinamikleri tüm canlılığıyla varlığını korumaya devam etmektedir. Komünist güçlerin odaklanması gereken yakıcı sorun da değişmemiştir: kapitalist düzeni yıkma hedefiyle proletaryanın devrimci örgütlülüğünü ve burjuvazinin tüm kesimlerinden bağımsız duruşunu sağlamak!
[1] Asıl gücün ve yetkinin cumhurbaşkanının elinde olduğu bir yarı-başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu Mısır’da, 2012 Haziranında yapılan ve katılım oranı %51,8 olarak açıklanan seçimler sonucunda, İhvan’ın adayı Muhammed Mursi %52 oyla işbaşına gelmişti. “İlk turda Muhammed Mursi 5,7 milyon, Ahmet Şefik 5,5 milyon, Nasırcı Kerame Partisinin lideri Hamdin Sabbahi 4,8 milyon, İslamcı bağımsız aday Abdulmunim Ebu el-Futuh 4,1 milyon, Arap Birliği eski genel sekreteri Amr Musa 2,6 milyon oy almış, en çok oy alan Mursi ve Şefik ikinci tura kalmıştı.” (bkz. (Serhat Koldaş, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, MT, Temmuz 2012)
[2] 2011 Kasımında, anti-demokratik bir seçim yasasıyla ve muhalefete yeterince örgütlenme zamanı tanımadan yapılan parlamento seçimlerini, Müslüman Kardeşler, Selefiler ve Liberal Mısır Bloku dışındaki siyasi partiler boykot etmişlerdi. Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin egemenliğinde oluşan parlamento da aynı şekilde gayrimeşru sayılmaya ve boykot edilmeye devam edildi.
[3] Mısır parlamentosu Halk Meclisi (alt kanat) ve Şura Konseyi (üst kanat) adı altında iki kanattan oluşuyor. Anayasa Mahkemesi, geçtiğimiz yaz başında, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde, bağımsız adayların katıldığı seçimlerdeki usulsüzlükler gerekçesiyle Halk Meclisi’ni feshetmişti.
[4] İhvan bununla da yetinmedi ve Mursi’nin yeni atadığı başsavcı anayasa oylamasının hemen ardından muhalefet liderleri (Baradey, Musa ve Sabbahi) hakkında Mursi’yi devirmek üzere kitleleri kışkırtma ve vatan hainliği suçlamasıyla soruşturma başlattı. Muhalefet, sözde bağımsız yargının bu girişimini, Mübarek rejimindeki uygulamaların şimdi İhvan eliyle devam ettirildiğini ifade ederek tepkiyle karşıladı.
link: İlkay Meriç, Mısır Yeniden Ayakta, Ocak 2013, https://en.marksist.net/node/3179