Kapitalizmin küresel ekonomik krizi tüm tahripkâr etkileriyle birlikte derinleşerek devam ediyor. Yoğunlaşan kitlesel işten atmalar sonucu katlanarak artan işsizlik, düşen ücretler ve yaşam standartları gitgide ağır bir karabasan gibi dünya işçi sınıfının üzerine çökmekte. Kapitalizmin sözcü ve ideologları bir yandan gözden saklanamayacak kadar belirgin hale gelmiş gerçekler karşısında mızrağı çuvala sığdıramamanın sancısıyla kıvranmaktalar. Bir yandan da düzelme alâmeti olarak pazarlanacak olgu bulma çabasından vazgeçmemekteler.
İster saklansın ister utangaçça kabul edilsin, tüm veriler mevcut krizin kapitalizmin tarihinde ender görülen cinsten derin bir kriz olduğuna işaret ediyor. Aslında gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır ki, bu kriz uzun yıllardır ertelenen, bu nedenle de derinliği ve şiddeti olağanüstü boyutlar kazanmış bir krizdir. Bu bakımdan belirtilerin işaret ettiği gibi, kapitalist ekonomide güçlü bir çöküntü biçimini almaktadır. Adları bile adeta salavatla anılan çok sayıda dünya devi şirketin birbiri ardına batması ya da batma noktasına gelmesi, kapitalist çevrimin sıradan krizlerinde rastlanacak türde olgular değildir. Kısa bir zaman aralığında gerçekleşen böylesi çok sayıda ve devasa batışlar ancak derin çöküntü dönemlerini işaret eden türde olgulardır.
Geçmişte durumu hep tozpembe gösterme gayretinde olmuş IMF bile, dünya ekonomisinin 60 yıldır ilk kez bu yıl küçülme yaşayacağını açıklamak zorunda kaldı. Üstelik Çin gibi yüksek büyüme hızlarına sahip “dünyanın yeni atölyesi” konumundaki ülkelere rağmen tablo budur.
Ama zaten ciddi ölçekte devlet müdahalelerinin gündeme gelmesi de kendi başına krizin ciddiyetini göstermektedir. Sıradan krizlerden farklı olarak büyük krizlerde işler piyasanın kendiliğinden işleyişine asla bırakılmaz. Burada “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” liberal söylemi yalanıp yutulur. Nitekim baktığımızda çeşitli ülkelerin devreye soktuğu ya da sokacağını ilan ettiği paketlerin toplamı şimdiden 13,5 trilyon dolara dayanmış durumda. Bu rakam akıllara durgunluk verici bir rakamdır. Toplam dünya gayri safi hâsılasının aşağı yukarı dörtte birine tekabül etmektedir.
Krizin çöküntü boyutlarındaki büyüklüğü tabii düzen cephesinden önemli bazı itiraf ve ifşaatları da beraberinde getiriyor. Bu tür itiraf ve ifşaatlar, uzun yıllar Marksistlerin kuruntusuymuş gibi alay edilen iddiaların ne denli gerçek olduğunu ortaya koymaktadır.
Bugüne kadar düzen sözcülerinin tutumunun genel seyri şöyle oldu. Önce krizin varlığını inkâr etmeye çabaladılar, sonra da bunu isteksizce kabullenip bu kez boyutlarını inkâr etmeye yöneldiler. Bu son durakta da sürekli olarak artık krizin sonuna gelindiğini ve yükselişin başlamak üzere olduğunu söylediler. Kötü bir ekonomik veri ya da haberin olmadığını düşündükleri tek bir hafta geçse bunu yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar. Bu noktaya özellikle dikkat çekiyoruz ve çekmeye devam edeceğiz. Zira sözümona objektif bilimsel analizler kılığında burjuva iktisatçılar ve ideologlar tarafından sunulan görüşler özünde tümüyle ideolojik karakterdedirler. Yani gerçeği anlamak ve ortaya koymak amacıyla değil, egemen sınıfın çıkarlarını korumak saikiyle ileri sürülürler. Bu saikle, kapitalist düzeni emekçi sınıfların gözünde meşrulaştırmaya ve sonuçta onların gazabından korumaya gayret ederler.
Bugünkü kriz sıkça 1930’lardaki krizle karşılaştırılmaktadır. Biz egemen sınıfın kriz konusundaki söylem ve tutumu açısından benzerliklere işaret edelim. Buhran 1929’da patlak verdiğinde ABD başkanı Hoover uzunca süre krizin boyutlarını küçümseyici bir söylem ve politika tutturmuştu. Ama bir süre sonra bunu sürdürmek imkânsız hale gelince, bu kez “krizden çıkışın yakın” olduğu söylemine dayalı bir tutuma geçmişti. Tabii, ikinci kez aday olduğu 1932’deki başkanlık seçiminde ağır bir yenilgi almıştı. Ama Hoover bitse de ideolojik tutum konusundaki benzerlikler bitmiyor. Sonraki yıllarda namı çok yürümüş olan yeni başkan Roosevelt daha göreve başlama konuşmasında, “ekonominin temelinin aslında sağlam” olduğunu, “hatanın sebebinin namussuz para tacirleri” ve “kendi çıkarının peşine düşenler” olduğunu ilan ediyordu. Bütün bunlar bugünlerin revaçtaki söylemine ne kadar da benziyor…
Ertelenmiş bir kriz: Can simidi ve kısır döngü olarak kredi
Kapitalist düzeni aklama yönündeki tüm ideolojik çabalara rağmen bir gerçek var ki, kapitalizmin ideolojik olarak o mağrur görüntüsü bozulmuştur. Ve ideologların tüm argümanları da artık son çeyrek yüzyıldır hüküm süren o kibirli havadan uzak, savunmacı nitelikte argümanlardır. Bu gelişmeyi net bir şekilde tespit etmek gerekiyor. Özellikle SSCB’nin çöktüğü 1990 dönemecinden itibaren bu ideolojik muzafferiyet havası doruğa çıktı. Bu çöküşle birlikte açılan yeni pazar ve yatırım alanları sayesinde, aslında 70’lerden beri kapitalizmin yaşadığı uzun dönemli yavaşlama eğilimini gözlerden saklayabilmişlerdi. Elbette bunun yanı sıra işçi sınıfının kazanımlarına karşı yürüttükleri saldırılarda elde ettikleri başarıların ve bazı teknolojik atılımların da bir rolü vardı. Sonuç olarak bu zafer sarhoşluğu içinde kapitalizmin artık krizlerden kurtulduğu yolundaki bayat terane de yeni bir diriliş yaşadı.
Oysa yalnızca, biriken çelişkilerin zorunlu kıldığı kriz erteleniyordu. Üstelik ertelendiği için derinliği ve şiddeti daha da büyük bir kriz mayalanıyordu. Nitekim 2000’lerle birlikte yeni bunalım dönemine girildiği açıkça görülmeye başlandı ve dünya ölçeğinde bakıldığında kabaca 2007’den itibaren de muazzam bir dünya ekonomik krizinin sarsıcı dalgaları kendini göstermeye başladı. Ve o günlerden bu yana kriz zaman zaman dibe doğru yeni atılımlar yaparak derinleşiyor. Aslına bakılacak olursa dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya bütün 90’ların başından 2003’e kadar süren bir durgunluk yaşadı ve iki yıl süren cılız bir toparlanmanın ardından tekrar düşüşe geçti. Şimdi ise büyük bir daralma yaşayacağı açıkça görülüyor. Yani Japonya aslında krize çoktandır girmiş durumdaydı. Üstelik Japonya, ekonomisinin toparlanması için bütün bu yıllar boyunca bugünlerde tüm dünyada açıklanan tedbir paketlerine benzer biçimde akıllara durgunluk verecek miktarlarda paralar akıtmasına rağmen tabloyu değiştiremedi.
Sistemi sarsacak nitelikte bir krizin ertelenmesi olgusuna Elif Çağlı 2003 tarihinde şöyle işaret etmişti: “1971 yılında Bretton Woods sistemi çökmüş ve dolar yerine bir başkası konmadan uluslararası eşdeğer rolünü yitirmiştir. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin içine girdiği sıkıntılı dönemin dışavurumudur. Buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir kriz ileriki yıllara ertelenebilmişse, bunun en önemli nedeni, dünya burjuvazisinin işçi hareketinin zayıflığı yüzünden kazandığı ekstra fırsatlardır. Fakat her ne olursa olsun, son tahlilde kazanılan fırsatların ve zamanın da bir sınırı vardır.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, s.56)
Krizlerin ertelenmesinde kapitalizmin temel mekanizması kredidir. Tıkanan sermaye birikim sürecinin önü krediyle, yani borçla açılmaya çalışılır. Ancak bu ertelemeye yarayan araçlar sonunda başa belâ olur. “Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir. Sanayi üretimindeki görece düşüşe rağmen sermaye piyasalarında hızlanan spekülatif hareketler nedeniyle hayali bir sermaye şişkinliği gerçekleşir ve şişirilmiş bu balon eninde sonunda büyük bir patlamaya yazgılıdır. Belirli bir süre boyunca ekonomik canlanmayı sürdürmeye hizmet etmiş olan borçlar, biriken faizleriyle birlikte muazzam yekûnlara ulaştığında, gerek borçlarını ödeyecek olanlar ve gerekse alacaklarını tahsil edemeyenler açısından başlı başına bir problem haline gelir. Kapitalist ekonominin tekrar görece bir dengeye kavuşabilmesi için, birikimli krizin sonuçları itibarıyla yaşanması gerekir.” (age, s.56)
Kapitalizm kendi tarihi içinde kredi mekanizmasına gitgide çok daha yoğun biçimde başvurmuş ve sonuçta ortaya akıllara durgunluk veren borç tabloları çıkmıştır. Aşağıda verdiğimiz grafik bu olguyu çarpıcı biçimde göstermektedir. Bu grafikte dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’de devletin, şirketlerin ve şahısların toplam borcunun 1920’lerden bugünlere gelişimi gösterilmektedir. 1950’lerin başlarında, yani İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra, bu borç toplamı ABD’nin yıllık GSYİH’sinin yüzde 130’u düzeyindeyken, sonraki yıllarda sürekli olarak artmış ve 2008 yılına gelindiğinde yüzde 350 düzeyine gelmiştir. Ama daha dikkat çekici olan, borç düzeyinin asıl hızlı yükselişinin 1980’lerle başladığıdır. 25 yılda yüzde 160’lar düzeyinden yüzde 350’ye varan bir yükseliş söz konusudur.
İşte bu olağanüstü borçlanma sayesinde nefes alabilen kapitalist sistem bugünlere gelebilmiştir. Ancak yukarıda belirtildiği gibi kredi ve borç yoluyla ekonomiyi canlandırmanın bir sınırı vardır. Esasen kapitalizm elindeki tamir araçlarını kullandıkça onların etkinliğini azaltmaktadır. Nitekim zamanla borcun ekonomik büyümeye katkısı azalır olmuştur. Aşağıda vereceğimiz ikinci grafik de bu olguyu açık biçimde göstermektedir. Buna göre, 1966 yılında toplam borçtaki her 1 dolarlık artışın büyümeye katkısı 80 cent civarında iken bu rakam zamanla azalmış ve 2007’de 20 cent civarına düşmüştür.
Bu grafik aynı zamanda aşırı üretim krizinin bir resmi niteliğindedir. Kapitalizmin doğası gereği sermayenin büyüme hızı daima pazarın (yani satın alma gücünün) büyüme hızını geride bırakır. Bu yüzden sermaye, üretken yatırıma isteksizleşmekte, buna mukabil artan ölçüde finans oyunlarına, spekülasyona, borsaya yönelmektedir. Bu temelde şişen balonlar da eninde sonunda patlamaktadır. Son dönemin verileri finans oyunlarına giden paranın üretime giden paranın 5 katı olduğunu ortaya koymaktadır.
Kapitalizm nereye?
Birçok ülkede burjuva hükümetler toplamda trilyonlarca doları bulan tedbir paketleriyle, birçok yerinden kopan ve çökme noktasına gelen kredi ve finans sistemini kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak bu devasa boyutlu tedbir paketlerine rağmen henüz bir sonuç alabilmiş değiller. Birçok burjuva uzman dahi bunların yetmeyeceğini açıkça söylüyor. IMF şefi, akıtılan paraların sanki “güneş görmüş kar gibi” eriyip gittiğini söylüyor. Bu yüzden çeşitli devlet sözcüleri ve düzenin önde gelen uluslararası figürleri yeni bir uluslararası ekonomik düzenleme yapılması ve eş güdümlü hareket edilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Sözgelimi Çin gibi ülkeler bir “dünya parası” oluşturulması gerektiğini savunurken, eski IMF şefi ve şimdiki Almanya cumhurbaşkanı Köhler, Birleşmiş Milletler çatısı altında yapılandırılacak yeni bir uluslararası mali sistem oluşturulması gerektiğini söylüyor. Aynen İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve 70’lerin başında çöken Bretton Woods sistemi gibi. Zaten Köhler önerisini “İkinci Bretton Woods” olarak isimlendiriyor.
Bu durum kapitalizmde üretici güçlerin gelişiminin ulusal sınırları çoktan aşmış olması ile sermayenin dayanmaktan vazgeçemeyeceği ulusal devletler ve çıkarlar arasındaki çelişkinin bir ifadesi aslında. Özellikle büyük kriz dönemlerinde bu çelişki kendisini daha amansız biçimde ortaya koymaktadır. Şimdi büyük ve orta boy kapitalist güçlerin oluşturduğu ve G-20 sıfatıyla anılan toplantılarla yeni bir ortak yapı oluşturmaya çalışıldığı söyleniyor. Zaten yukarıda Köhler’in ve aşağıda aktaracağımız IMF başkanının mesajları da bunu sağlamaya yönelik mesajlar.
1930’lardaki kriz sırasında da aynı kaygılar temelinde büyük güçler arasında toplantılar yapılmış (1933 Londra Konferansı) ama bir anlaşmaya varılamamıştı. Ardından korumacı, ulusalcı-egoist politikalar büyük bir itilim kazanmış ve kriz dünya ölçeğinde daha da derinleşmişti. Birçok burjuva ekonomist de zaten bu tarihsel gerçeği hatırlatıp, “maazallah” korumacı politikaların hortlatılmasından ve böylece krizin daha da derinleşmesinden korktuklarını dile getiriyorlar.
Nitekim günümüz gerçekleri korkularının boş olmadığını gösteriyor. Macaristan, Romanya gibi doğu Avrupa ülkeleri batma noktasına gelmelerine ve üyesi oldukları AB’den destek almak için yalvarmalarına rağmen AB’nin zenginleri tınmadılar. Yine bir başka örnek olarak, Çin’in “dünya parası” önerisi ABD tarafından (bizzat Obama’nın ağzından) derhal reddedildi. Çin’in önerisi bir ulusal para olan doların fiilen dünya parası olarak kullanılmasının yarattığı çıkar çatışmasını ifade ediyordu. Fiili bir dünya parasının ulusal patronu olmanın sefasını süren ABD’nin bu konumdan gönül rızasıyla vazgeçmesi mümkün değildir.
Kapitalizm o tür anlaşmaları ancak büyük bir savaşın ardından yapabildiğini göstermiştir. Bretton Woods anlaşması, içine düştükleri çöküntü ve yıkım karşısında ABD’nin ezici hegemonyasına kimsenin karşı çıkamayacağı, aksine can simidine sarılır gibi sarılacağı dünya savaşı sonrası koşullarda imzalanabilmiştir. Şimdi ise bir hegemonya krizi vardır. ABD’nin halen en büyük güç olduğu tartışmasız olsa da, karşısında hemen herkesin tartışmasız biat edeceği hegemonik bir güç yoktur. ABD’nin diğerleri karşısında üstünlüğü ve dayatma gücü artan ölçüde aşınmaktadır.
İşte bu da bizi IMF şefi Strauss-Kahn’ın geçtiğimiz günlerde sarf ettiği ve Marksistlerin temel perspektiflerini doğrulayan sözlere getirmektedir. Kahn işsizliğin çok dramatik sonuçlar doğurabileceğini, toplumsal ayaklanmalar baş gösterebileceğini, “demokrasinin” tehlike altına gireceğini ve hatta işin savaşlara varabileceğini söylemiştir. Kahn’ın bu sözlerinin aynı zamanda somut olarak Nisanın ilk haftasında yapılacak G-20 toplantısına dönük bir mesaj amacı taşıdığı da biliniyor. Krizin daha da derinleşmemesi için derhal yeni bir uluslararası mali sistemin oluşturulması ve faaliyete geçirilmesini buyuruyor. Niyet ne olursa olsun bunun mevcut durumda bir savaştan zararlı çıkabilecek ve göze alamayacak olanlara en güçlülerin iradesini kabul edin mesajı anlamına geldiği açıktır. Yine de bu “uyarıların” işe yarama ihtimali pek yoktur. Kapitalizm bir kurtlar sofrasıdır ve “aklıselim” denen şey özünde bu kurtlar sofrasının mantığına aykırıdır. Yukarıda verdiğimiz 30’lu yıllar örneğinde olduğu gibi, kapitalizmin tarihi bunun güçlü bir tanığıdır.
Tabii esas dikkat çekici nokta, IMF şefinin de kapitalizmin büyük krizlerinin ister istemez savaşı gündeme getirdiğini itiraf etmesidir. Tüm ciddi krizler özünde aşırı-üretim krizleridir ve nihayetinde sermayenin değersizleşmesi ve üretici güçlerin tahrip edilerek zeminin temizlenmesi gereğini gündeme getirir. Bu son tahlilde savaş demektir ve esasen bu savaş zaten başlamış durumdadır. Afganistan ve Irak’a yapılan emperyalist saldırılar ve işgal esasen uzun bir emperyalist savaş sürecinin başlaması anlamına gelmektedir.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinden başka çıkış yok
Kapitalizmin yarattığı yıkım her geçen gün gözlerden daha da saklanamaz hale gelmekte ve emekçi kitlelerin tepkileri de giderek artmaktadır. Oluşan yıkım ve açık başarısızlık tablosu kapitalizmin ideologlarının son çeyrek yüzyıldır sürdürülen ekonomik politikaları aynı kibirli havayla savunmalarını güçleştirmiştir. Diğer taraftan bu durum alternatif politikalar savunanların da bitini kanlandırmıştır. Esasen Keynesçi politikaları, devlet müdahalesini, içe kapanmayı, küreselleşmeye karşı “ulusal ekonomi”yi vb. savunanlar haklı çıktıklarını söylemekte, çözüm için de kendi alternatif politikalarını öne sürmektedirler. Sendikalar da çoğunlukla bu görüşlere yakın durmakta ve işçilere çare olarak bu reçeteleri sumaktadırlar.
Devrimci işçi sınıfının krizlere, “ekonomi politikalarına” ve bu tür ulusalcı-devletçi-reformist perspektiflere ilişkin yaklaşımı konusunda daha önce yazdıklarımız bugün de geçerliliğini aynen korumaktadır. Bu tür perspektiflere sahip olanlar, soruna işçi sınıfının bakış açısından değil, burjuva ya da küçük-burjuvanın “ulusal çıkar” perspektifinden bakmaktadırlar. Proleter devrimci yaklaşım işçi sınıfının uğrayacağı yıkıma ve faturayı kapitalistlere çıkarmak için mücadele yollarına odaklanırken, milliyetçilikle malûl bu kafa devletin ve yerli burjuvazinin çıkarlarına odaklanır.
Krizler ve çalkantılar kapitalizmin tahripkâr doğasını açığa vururlar. Bunlar arızî olgular değildirler, sürekli olarak tekrarlanırlar. Bunlardan şu ya da bu “iktisat siyasetini” uygulayarak kurtulmak söz konusu değildir. Bu tür yaklaşımlar sol kılıklı olsalar bile birer aldatmaca olmaktan öteye gitmezler. Hele hele milliyetçi, devletçi, kalkınmacı, bürokratik planlamacı, otarşi (kendi kendine yetme) eğilimli, üçüncü dünyacı programlar işçi sınıfı için hiçbir surette çıkış yolu değildir. Bunların hepsi işçi sınıfının ücretli kölelik konumunun devamını varsayan özde burjuva programlardır. Burjuva oldukları gibi, birçok halde tarihin tekerini geri çevirmeye çalışan gerici bir nitelik de taşırlar. İşçi sınıfının programı tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak küresel kapitalizmi yıkmayı ve küresel düzeyde sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen ilerici, devrimci, enternasyonalist bir programdır.
link: Levent Toprak, Kapitalist Kriz Derinleşiyor, 1 Nisan 2009, https://en.marksist.net/node/2089
Sermaye Elini Suyumuzdan Çek!
Bu Köhnemiş Sistem Elbette Yıkılacaktır