28 Temmuz 1914’te, tarihe “Büyük Savaş” ya da “Dünya Savaşı” olarak geçen ilk emperyalist paylaşım savaşı başladı. Avrupa başta olmak üzere tüm dünyayı kasıp kavuran bu savaş, o ana dek tarihin gördüğü en büyük katliamdı. 11 milyonu asker olmak üzere 18 milyona yakın insan yaşamını yitirdi. Milyonlarcası yaralandı. İnsanlığın kültürel birikiminin izlerini taşıyan yüzlerce kent yakılıp yıkıldı. Yerin üstü ve göğün altı yaklaşık 4 yıl boyunca emperyalist savaşın karanlığına hapsoldu. Dünya büyük yıkım ve kayıpların eşliğinde tarifsiz acılara boğuldu. Sadece yarattığı acı değildi savaşı unutulmaz kılan. Savaş, devrimlere ve karşı-devrimlere giden yolu da mayaladı. Mesela Rusya’da Bolşeviklerin öncülük ettiği Ekim Devrimi hem emperyalist savaşa son verdi hem de ilk muzaffer işçi devrimi olarak tarihe geçti. Tüm dünyada emekçi halkların ve ezilen ulusların kaderi değişti. Kısacası evrensel hafızada büyük izler bıraktı savaş. Ve şüphesiz o günden bugüne üzerine yazılıp çizilmeye, çeşitli biçimlerle hatırlanmaya devam ediliyor. Bu noktada burjuva ideolojisinin Birinci Dünya Savaşı özelinde ve genel olarak savaş bağlamında yarattığı manipülasyonları ve yanılsamaları hatırlamak büyük önem taşıyor. Zira bugünün egemenleri de işçi ve emekçilerin yaşamını üçüncü emperyalist paylaşım savaşının alevleriyle cehenneme dönüştürmek için kirli propaganda araçlarını kuşanarak tüm melânetleriyle geniş coğrafyalar üzerinde tepinmeyi sürdürüyorlar. Burjuvazi her zaman ve her alanda olduğu gibi sınıfsal çıkarlarını gizlemek için çeşitli araçlara başvurur. Emperyalist savaş söz konusu olduğunda ise kitleleri manipüle ederek, gerçekte bir cehennemden farksız olmalarına rağmen cephelere güle oynaya gitmelerini sağlamaya çalışır. Gerek savaş öncesi gerekse de savaş anında kitlelere boca edilen kirli propaganda, milyonlarca emekçiyi emperyalist heves ve politikaların en azılı savunucusu yapar. Milliyetçi-militarist söylemin zirveye taşındığı böylesi anlarda kitlelerin yaşadığı akıl tutulmasıdır. Zira genci yaşlısıyla, kadını erkeğiyle, hatta kundaktaki bebeleriyle işçi ve emekçiler, egemenler tarafından en ağır bedeli ödemeye hazır hale getirilir. Sırf kapitalistler nüfuz alanları üzerindeki hâkimiyetlerini korusun ya da yeni nüfuz alanlarını ele geçirsin diye milyonlarca sınıf kardeşi birbirini boğazlamaya girişir. Dünyanın çeşitli ülkelerinden dili, dini, rengi farklı işçiler aynı cephelerin farklı taraflarında birbirlerine düşman kesilir. Kapitalist egemenlerin politikalarıyla zihinler kirletilir, vicdanlar köreltilir. İşçiler kendi ülkelerindeki egemen sınıfın çıkarları uğruna dünyanın dört bir yanında “düşman” avına çıkarlar. Oysa Liebknecht’in veciz ifadesiyle baş düşman içerdedir! Ve kuşkusuz emperyalist ve haksız savaşlara karşı doğru tutumu sergileyen enternasyonalist komünistlerin daima bu gerçeği vurgulaması, dün olduğu gibi bugün de yaşamsal öneminden hiçbir şey yitirmemiştir. Hakikaten asıl düşman içerde olmasına rağmen, burjuvazi ideolojik aygıtlarını devreye sokarak gerçekleri çarpıtır ve tüm toplum aynı safsataların etrafında kenetlenmeye başlar. Burjuva ideolojisinin evrensel düzeyde yarattığı bir çarpıtma olarak, Birinci Dünya Savaşının nedeni denilince zihinlere ilk olarak bir suikastın gelmesi örnek olarak verilebilir. Egemen tarih anlatısının rahle-i tedrisatına maruz bırakılmış zihinlerin bu konuda dünya ölçeğinde fikir birliği oluşturmaları, burjuva ideolojisinin etki alanının hayli geniş olduğunu da gösteriyor. Egemen sınıfın çeşitli biçimlerle zihinlere zerk ettiği anlatıya bakılacak olursa, koca dünya savaşının bütün vebali, onca yıkım ve acının tüm sorumlusu milliyetçi Sırp genci Gavrilo Princip’in omuzlarındadır. Sanki 28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun veliaht prensi Franz Ferdinand eşiyle beraber Princip’in silahıyla öldürülmese dünya savaşı yaşanmayacakmış gibi! Oysa kapitalizmin tarihsel gelişimi ve 1900’lerle birlikte içine girilen konjonktür bir dünya savaşını kaçınılmaz kılmıştı. Levent Toprak’ın savaşın yüzüncü yılı üzerine kaleme aldığı yazısında belirttiği gibi, Engels dünya savaşını yıllar öncesinden öngörmüş, 1890’larla birlikte Avrupa’da büyük bir savaş ihtimali hatırı sayılır bir ilgi konusu haline gelmişti. Peki, neydi savaşı bu denli kaçınılmaz kılan? “O zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaşı adeta bir kaçınılmazlık haline getiren şey tümüyle kapitalizmin kendi gelişimiydi. 20. yüzyılın başlarında kapitalizm serbest rekabet dönemini geride bırakıp, insanlık açısından genelde bir gericilik ve çürüme dönemi anlamına gelen tekelci aşamaya yükselmişti. Mali sermayenin damgasını vurduğu bu tekelci aşama Marksistler tarafından emperyalizm olarak adlandırılmıştı. En gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin yoğunlaşması ve genişlemesinin ulaştığı aşama, dünya kaynaklarının, pazarlarının ve ticaret yollarının ele geçirilmesi konusunda tekelci güçler arasındaki rekabeti kaçınılmaz biçimde askeri boyuta taşıdı.” “Savaş kaçınılmazdı ve dahası çapı daha önceki tüm savaşları geride bırakacak denli büyük olmak zorundaydı. Bunun anlamı bir dünya savaşıydı. Lenin’in dikkat çektiği gibi, dünyanın toprak bakımından sömürgeleştirilmesi tamamlanmış, yeni toprakların ya da nüfuz alanlarının elde edilmesi ancak bir savaşla, bir dünya savaşıyla olabilir hale gelmişti. Dahası sanayinin geldiği gelişme aşamasına paralel olarak, askeri teknolojinin ve sanayinin, yani yıkım araçlarının ulaştığı boyutlar da bunu bir kaçınılmazlık haline getiriyordu. Öte yandan, birikmekte olan çelişkiler, orada burada lokal savaşlara, askeri sürtüşmelere, diplomatik gerilimlere vs. zaten yol açıyordu. Amerikan-İspanyol Savaşı, Güney Afrika’daki İngiliz-Boer Savaşı, Rus-Japon Savaşı ve özellikle de 1911’deki Fas krizi hep bu yeni dönemin çelişki ve alttan alta bastıran eğilimlerinin belirtileriydiler. 1912’de Balkan Savaşlarının patlak vermesi ise bu yolda yeni aşamayı işaretliyordu. Çökmekte olan ve iştah kabartan Osmanlı’nın son aşamaya girdiği bu süreçte iyice belirginleşmişti.”[*] Hem tarihsel koşullara hem de emperyalist-kapitalist güçler arasındaki rekabet ilişkilerine değinerek nesnel durumu resmettikten sonra bu yazı bağlamında da önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyor Toprak. “Tüm bu tabloya rağmen ilginç bir nokta” diyor “tek tek alındıklarında işadamlarının, hatta birçok devlet görevlilerinin ve liderlerin büyük bir bölümünün savaş istememesine rağmen savaşın sökün etmesidir. Kişisel anekdotlar, tanıklıklar, çeşitli resmi ve kişisel arşivler, mektuplar vb. içeren ayrıntılı tarih çalışmaları, ilginç biçimde böylesi bir olguya işaret ediyor. Bu durum tam da savaşın hiç de keyfi ve kişilere bağlı bir şey olmadığını göstermektedir. Gerçek şu ki, etkili konumlarda olan kişiler bile «istemeye istemeye» savaşı hazırlamış ve günü gelince de boydan boya içine dalmışlardır. Hapisteki Princip son günlerinde «dünya savaşı benim yüzümden çıktı» diye üzülmüş müydü bilmiyoruz, ama Franz Ferdinand suikastı olmasaydı bir başka hadisenin tüm cehennem iblislerinin önünü açacak bahaneyi yaratacağını biliyoruz.” Savaşla ilgili dikkat çekilen bu husus, emperyalizmin gerici ve asalak doğasını ortaya sermesi ve burjuva ideolojisinin kuyruklu yalanlarının teşhiri bakımından önemli ipuçları sunuyor. Zira Ferdinand suikastı örneğinde olduğu gibi egemen tarih anlatısının zihinlerde yanılsamalar yarattığı diğer bir örnek de savaşan devletlerin birbirlerine olan düşmanlıkları noktasında karşımıza çıkıyor. Mesela savaş yürüten ülkelerin egemenleri birbirlerinin kanlı bıçaklı düşmanları olarak anlatılır. Hatta bu düşmanlıkların öylesine derin ve belirleyici olduğu söylenir ki, savaşa yol açanın kişilerin nefretle yoğrulmuş kişisel ihtirasları, kinleri, hasetleri ve çılgınlıkları olduğu iddia edilir. Oysa gerçek başkadır. Yaygın kanının aksine Avrupa’da 1914’te savaş başladığında tüm kraliyet aileleri arasında akrabalık ve hısımlık vardır aslında. Farklı ailelere dağılmış ve yakın bağları süren çok sayıda kardeş, kuzen, yeğen, amca, dayı, enişte, yenge vardır. Ama elbette söz konusu olan şey egemenlerin çıkarları olunca düşman safların başını çekmekte beis görmemişlerdir. Evet, savaş yıllarında kraliyet aileleri farklı ülkelerin tepesindeydiler. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşında farklı cephelerde yer aldılar. Onların akraba, kuzen, yeğen, teyze çocuğu vb. olmaları, çıkarları için savaşı kışkırtmalarını engellememişti. Burjuva tarih anlatılarıyla dolan zihinler, devletler arasındaki rekabete ve düşmanlığa aşinadır. Ancak bahsedilen devletlerin sanılandan çok daha yakın ilişki içinde oldukları pek ilgi görmemiştir ya da bilinmez. İngiltere Kralı V. George ile Alman imparatoru II. Kayser Wilhelm dayı çocuğu olarak birinci derece kuzendirler. Aynı İngiltere kralı, Rus Çarı II. Nikola’nın ise teyze çocuğudur. Akrabalık ilişkileri İngiltere Kraliçesi Victoria zamanına kadar gidiyor. Victoria, kuzeni Almanya Prensi Albert ile evlenince dokuz çocuğu oluyor. Kendi adını da verdiği en büyük kızını Almanya İmparatoru III. Frederick ile evlendiriyor. Oğlu Edward’ı ise Danimarka prensesi Aleksandra ile evlendiriyor. Aleksandra’nın kız kardeşi ise (İngiliz Edward’ın baldızı) Rus Çarı III. Aleksander ile evleniyor. Böylece hem hanedanlar birbirine bağlanmış oluyor hem de tahta çıkacak çocukların hepsi birbirinin akrabası haline geliyor. Nitekim 1888’de Alman İmparatoru Wilhelm ölen babasının yerine tahta geçiyor. Böylece tahta ilk geçen o oluyor. Onu altı yıl sonra Rus veliahtı Nikola izliyor. Nam-ı diğer Rus Çarı II. Nikola. Ondan sonra 1910’da ise İngiltere Kralı VII. Edward ölünce yerine oğlu V. George geçiyor. Sonuç itibariyle az önce değindiğimiz gibi İngiltere Kralı ile Almanya İmparatoru ve Rus Çarı kuzen krallar oluyor.