

Yayınlanan çok sayıdaki roman, deneme, röportaj, öykü ve şiir kitabıyla edebiyat dünyasında derin izler bırakarak aramızdan ayrılan Yaşar Kemal’in ölümünün ardından on yıl geçti. Ölüm yıldönümünde, her yıl olduğu gibi bu yıl da, onun edebi ustalığı ve eserlerinin değeri, hak ettiği övgülerle pek çok yerde çeşitli yönleriyle ortaya kondu, anlatıldı. Yaşar Kemal’in edebiyattaki yeri üzerine söylenenlere eklenecek çok fazla bir söz kalmadı. Ancak Yaşar Kemal’i sadece edebi değeri kapsamında değerlendirmenin de eksik olacağı kanaatindeyiz. Çünkü, edebiyatın dev çınarlarından biri olan Yaşar Kemal, eserleriyle yalnızca edebiyat dünyasına değil, aynı zamanda toplumsal hafızamızın oluşmasına da önemli katkılar yapmış bir anlatıcıdır. Onun romanlarında başta uçsuz bucaksız Çukurova, geçit vermez Toroslar olmak üzere Anadolu ve bu toprakların insanları destansı bir dille hikayeleştirilmiş, benzersiz bir edebi ustalıkla anlatılmıştır. Ancak onu, Balzac, Zola gibi eserleri kuşaklar boyunca okunacak yazarlar arasına katan özelliği, edebi ustalığının yanı sıra bir dönemin toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarını ve bu koşulların insanlar üzerindeki etkilerini titizlikle eserlerine yansıtmasıdır da.
Yaşar Kemal, içinden çıktığı toplumun yapısını, toplumsal ilişkilerini ve bunlardaki dönüşümlerin özellikle emekçilerin yaşamında yarattığı etkileri hassasiyetle ve muazzam bir dille bütünlüklü biçimde anlatmıştır. Onun romanlarında Anadolu topraklarındaki kapitalistleşmenin, tepeden devrimin yarattığı değişimin izlerini sürebilir, eski düzenin çözülüşüyle birlikte büyük toprak sahiplerinin, tüccarların, yeni sermaye sahiplerinin devletin koruyuculuğunda yükselişlerini ve köylülerin, küçük üreticilerin büyük acılar çekerek yoksullaşmasını görebiliriz. Onun eserleri, bu yönleriyle bir dönemin ruhunu anlamak için vazgeçilmez kaynaklardır. Aynı zamanda bugünün egemenlerinin ve emekçilerinin tutumlarının nerelerden köklendiğini anlatarak günümüz toplumunu daha iyi anlamamızı da sağlarlar. Yaşar Kemal, çağının olaylarını, toplumsal değişimlerini ve bireylerin iç dünyasını analiz edip romanlarında etkileyici bir kurguyla bizlere aktarmıştır. Onun eserleri, özellikle Anadolu’nun toplumsal ve kültürel birikimine dair önemli bilgileri içerir. Anlattığı dönemlerdeki emekçilerin hayatını, üretim süreçlerini, sömürü mekanizmalarını ve egemen sınıfın gaddarlığını gözler önüne sererek tarihsel bir belge niteliği kazanır. Bunları anlatırken de, tarafsız olma gibi bir saçmalığa prim vermez ve ezilen emekçilerin sesi olmayı amaçlar. “Benim romanlarım, ezenle ezilenin, açla tokluğun, haklıyla haksızın savaşımını anlatır” der. Yaşar Kemal güçlü bir halk hikayeleri anlatıcısı ve bir toplumsal bellek taşıyıcısıdır.
Yaşar Kemal’in romanlarında, Anadolu’daki toplumsal dönüşüm süreçleri ele alınırken, yeni burjuvazinin doğuşu önemli bir tema olarak işlenir. Yeni burjuvazinin oluşumunu, artık sadece tarımla değil, ticaret ve sanayi ile de zenginleşen toprak sahiplerinin devlet desteğiyle semirmelerini, ticaret ağlarını genişletmelerini, mülk gasplarını, küçük üreticilerin yaşamlarını altüst etmelerini okuruz pek çok romanında. Toprak ağalarının kır yoksullarını sömürürken devletle de işbirliği yaparak büyük bir ekonomik ve siyasi güce ulaşması, sömürü, yolsuzluk ve iktidar ilişkileri ekseninde anlatılır. Elbette bunlarla birlikte işleyen bir süreçte, kır emekçilerinin yaşadıkları eziyetleri, ağır yoksullaşmalarını ve geçinemedikleri için şehirlere göç etmek zorunda kalan köylülerin işçileşme süreçlerinin sancılarını da.
Mesela, Demirciler Çarşısı Cinayeti romanının merkezinde, eski toplumsal düzenin kalıntılarından birisi olan kan davası yer alır. Hikâye, iki düşman ailenin yıllardır süregelen kan davası etrafında şekillenir. Ancak kan davası, bu iki ailenin birbirleriyle hesaplaşmasından daha fazlasının, eskinin çöküşünün, yerine yeni bir toplumsal yapının doğuşunun anlatımı için kullanılan bir araçtır. Romanın arka planında, büyük toprak sahibi eski ağaların birbirleriyle ve devlet bürokrasisinin desteğiyle yükselen yeni mülk sahipleriyle nüfuz mücadelesi anlatılır. Tüccarların ve büyük toprak sahiplerinin kendi çıkarlarını korumak için nasıl hareket ettikleri işlenir. Ankara’daki yüksek mevki sahibi tanıdıklarla, jandarmayla, Adana mebuslarıyla aralarından su sızmayan ağaların kirli oyunları, yağmacılıkları, köylü ve emekçiye yaptıkları zulüm, yani güçlü olanın haklı olduğu bir düzen içinde, insanların hayatta kalabilmek için nelere başvurabileceği anlatılır. Devletin ve egemenlerin toplumun nasıl yönetilmesi gerektiğine dair kadim yaklaşımları çarpıcı cümlelerle ifade edilir.[1]
Toprak beyleri, sanayileşme ve ticaretin gelişmesiyle birlikte değişime zorlanır. Eskiden sadece toprak ve onu işleyen insan gücüyle servet kazanan bu kesim, artık ticaret yaparak, mal alıp satarak sermaye biriktirmeye başlamıştır. Bu süreç, eski yapının çözülmesiyle birlikte yeni ekonomik düzenin doğuşunu gösterir. Eski düzenin çöküşü, köylülerin artık eski üretim biçimleriyle geçinememelerine neden olur. Tarımda makineleşme ve büyük toprak sahiplerinin etkisiyle küçük üreticiler geçim sıkıntısı çekmeye başlar.
Romandaki karakterler, kendilerine dayatılan toplumsal normlar ve gelenekler nedeniyle büyük çıkmazlar içindedir. Kan davaları gibi geçmiş toplumsal yapının törelerinin baskısı altında olan insanlar, ekonomik dönüşüm nedeniyle de belirsiz bir geleceğe sürüklenmektedirler. Yaşar Kemal, işte bu toplumsal dönüşümü zengin karakterler ve güçlü bir anlatımla işler. Bu yüzden bu roman, sadece bir kan davası hikâyesi değil, aynı zamanda Türkiye’deki toplumsal değişimin, kırsal hayattaki dönüşümün ve ekonomik güçlerin mücadelesinin derin bir analizidir.
Yaşar Kemal’in romanlarının çoğu Çukurova’da geçer. Çukurova, Türkiye ekonomisinin kapitalistleşmesinin, zamanla sanayileşmesinin başladığı birkaç yerden birisidir. Amerika İç Savaşı sırasında dünyada sorun haline gelen pamuk temini, Çukurova’nın “bereketli toprakları üzerinden” sağlanmaya başlanınca, bu bölgedeki verimli geniş arazilerde pamuk üretimi ve ona dayalı bir sanayileşme süreci başlamıştır. Bu durumun yarattığı koşullarda muazzam bir sömürü çarkı işlerken, kapitalistleşen üretim ilişkileri etrafında yaşanan çatışmalar üzerinden toplum altüst olmuştur. Bu bakımdan Çukurova, Türkiye’deki dönüşümün pek çok boyutuyla en iyi gözlenebileceği, anlaşılabileceği bir bölgedir. Yaşar Kemal de birçok romanında, Çukurova’daki bu gelişmelerin emekçilerin yaşamlarındaki etkilerini, küçük köylünün kendi toprağında tutunamayıp büyük kentlere göç etmelerini ya da büyük toprak sahiplerinin topraklarında çalışarak işçileşmesini önemli bir toplumsal gerçeklik olarak işlemiş, onların çaresizliğini, yoksulluğunu ve sömürülmesini derin bir toplumsal eleştiriyle birlikte ustaca anlatabilmeyi başarmıştır. Bu romanlar bu nedenle Türkiye’de kapitalizmin gelişme sürecinin toplumda yarattığı etkileri anlayabilmenin anahtarlarını da verir okuyucularına.
Dağın Öte Yüzü üçlemesinin birinci kitabı olan Ortadirek’te de, köylülerin geçim sıkıntısı nedeniyle pamuk toplamak için Çukurova’ya çileli bir yolculukla göç etmeleri anlatılır. Toros Dağlarından gelen yoksul köylüler, pamuk tarlalarında ağır şartlar altında çalışmak zorunda kalır. Uzun saatler boyunca, çok az bir ücretle çalışarak işçileşen bu insanlar, mevsimlik tarım işçiliğinin zor koşullarına mahkûm olurlar. İş bulamama ve açlık riskinin baskısı altında, berbat barınma koşullarında ayakta kalmaya çalışırlar. Romanda, Uzun Ali ve ailesinin ekonomik zorluklar karşısında nasıl çaresiz kaldıkları, geçinebilmek için mevsimlik tarım işçiliğinin zorluklarına nasıl mecbur bırakıldıkları ve daha iyi koşullarda çalışmak için çaba gösterdiklerinde karşılarına hangi güçlerin çıktığı güçlü bir anlatımla ele alınır.
Köylüler, kendi topraklarında üretim yaparak geçinememekte, büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların eline düşmektedir. Büyük toprak sahiplerinin emekçileri ağır koşullara mahkûm etmesine aracılık eden, onları kandıran, zorlayan da köyün muhtarıdır. Toprak sahibi ve muhtarla ters düşerlerse aç kalmaktan korkan köylüler onlara karşı büyük öfke duysalar da seslerini çıkaramamakta, kaderlerine boyun eğmektedirler. Romanın ana kahramanı Uzun Ali’nin muhtara artık Delice Bekir Ağa’nın belirlediği tarlayı sürmek yerine daha fazla kazanacakları ve kendi istedikleri bir tarlayı sürmeye karar verdiklerini söylemesi üzerine, muhtarın köylüyü tehdit ederken söyledikleri, yasaların ve dinin egemen sınıf tarafından emekçilere karşı nasıl kullanıldığının açık ifadeleridir.[2]
Pamuk tarlalarına ulaşmak için yapılan uzun ve çileli yolculuk, köylülerin çaresizliğini ve sistemin onları nasıl zorladığını gözler önüne serer. Yaya olarak, ağır yükleriyle birlikte, güneşin altında büyük bir mücadele verirler. Çukurova’ya geldiklerinde de buradaki çalışma düzeninin yıkıcı koşullarıyla başbaşa kalırlar. Uzun Ali gibi artık tarım işçisi haline gelmiş köylüler, geçinebilmek için büyük toprak sahiplerinin ya da tüccarların belirlediği koşulların insafına kalmışlardır. Uzun Ali ve ailesinin yaşadıkları, sadece onların bireysel hikâyesi değil, aynı zamanda tüm Anadolu köylüsünün yaşadığı tarihsel ve toplumsal dönüşümün bir ifadesidir. Yaşar Kemal, bu süreci büyük bir ustalıkla anlatırken, eski sistemin nasıl yerini kapitalist tarıma bıraktığını ve bunun emekçiler bakımından nasıl yıkıcı biçimlerde gerçekleştiğini gözler önüne serer. Bu nedenle Orta Direk, sadece bir göç ve yoksulluk hikâyesi değil, aynı zamanda Türkiye’de kırsal kesimin yaşadığı toplumsal dönüşümün derin bir eleştirisidir.
Yaşar Kemal sadece Çukurova’da yaşananlar üzerinden de anlatmaz bu dönüşümü. Mesela onun Deniz Küstü romanı, İstanbul’daki balıkçılar ve büyük sermaye sahipleri arasındaki çatışmayı anlatır. Burada yeni burjuvazi, büyük şirketler ve devlet destekli sermaye sahipleri tarafından temsil edilir. Romanın arka planında, İstanbul’daki balıkçıların büyük sermaye ve devlet destekli tekeller karşısında nasıl ezildiğini, geleneksel balıkçılığın yok oluşunu ve küçük üreticinin büyük sermayeye karşı çaresizliğini gözler önüne serer.
Romanın başkahramanı Selim Balıkçı, denizden geçimini sağlayan bir balıkçıdır. Ancak İstanbul’da balıkçılık artık eski düzeninde değildir. Büyük sermayeye sahip balıkçılar, trollerle avlanarak denizi kurutmakta, geleneksel yöntemlerle çalışan küçük balıkçılar ise giderek iş yapamaz hâle gelmektedir. Yaşar Kemal bunu çok çarpıcı cümlelerle anlatır.[3] Selim ve onun gibi küçük balıkçılar, bu duruma karşı koymaya çalışsalar da büyük sermayenin gücü, onun yanındaki devletin baskısı yüzünden başarılı olmaları mümkün değildir. Küçük balıkçılar var olma mücadelesi içinde oradan oraya savrularak kendilerine yollar bulmaya çalışırlar, bireysel olarak mücadele etmeye, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. Ancak bu tür çabaların hepsi nafiledir. Büyük şirketler, rekabete dayanması mümkün olmayan küçük balıkçıları çaresiz bırakır. Balıkçılar, büyük teknelerde işçi olarak çalışmaya başlarlar. Selim’in, küçük balıkçı teknelerinin yok oluşunu izlerken hissettiği çaresizlik, bu dönüşümün en çarpıcı anlatımlarından biridir. Ona göre deniz artık “küsmüş”, yani eski ruhunu kaybetmiştir. Selim de, büyük sermaye sahibi Halim Bey Veziroğlu’nu öldürerek yaşadıklarının hesabını sormanın peşine düşer.
Çukurova’daki ya da İstanbul’daki bu dönüşümler kaçınılmazdır şüphesiz. Kapitalizm her yere yayılıp kendi suretinden bir dünya yaratırken Türkiye’nin bunun dışında kalabilmesi elbette mümkün olamayacaktır. Ne var ki kapitalist dönüşüm emekçilerin hayatlarında ağır yıkımlara yol açmadan gerçekleşemez. Bu yıkımlara maruz kalanların yürekleri de öfke duygusuyla ve isyan etme arzusuyla dolup taşar.
Yaşar Kemal romanlarında düzene başkaldırı, genellikle toplumsal adaletsizliklere, zulme ve sömürüye karşı çıkan bireylerin mücadelesi olarak karşımıza çıkar. Bu başkaldırı bireyseldir ama aynı zamanda yoksul emekçilerin duygularını da ifade etme niteliği taşır. Yaşar Kemal’in kahramanları, ezilenlerin ve yoksulların temsilcisi olarak düzene karşı gelirler. Onun romanlarında düzen genellikle ağalar, beyler, devlet yetkilileri veya sermaye sahipleri tarafından temsil edilir. Roman kahramanları bu adaletsiz düzene karşı çıkarak, hakkını arayan ve zulmün hesabını sormaya cesaret eden kişiler olur. Örneğin, İnce Memed serisinde Memed, ağalık sisteminin zulmüne karşı duran bir halk kahramanına dönüşür. Yaşar Kemal’in başkaldıran kahramanları, Çukurova’nın toprak ağalarına, İstanbul’un rantçılarına, sömürücü kapitalist sistemin dişlilerine karşı mücadele eden bu karakterler, emekçilerin duygularının ifadesi haline gelir.
Yaşar Kemal’in romanlarındaki kahramanlar, adaletin olmadığı bir dünyada düzenin karşısına dikilen, destansı figürler olarak anlatılırlar. Bu başkaldırı öfkeyle birlikte zalime karşı mücadele azmini de içinde barındırır. Ancak egemenlerin gadrine karşı mücadele eden kitleler yoktur bu romanlarda. Bunun da nedenleri anlaşılmaz değildir. Anadolu’da yaşanan gerçekliğin romanlara yansımasıdır bu durum. Kitleleri pasif konuma iten, onlara kendi kahramanlarını, bireysel isyankârlarını yaratmaktan başka bir imkân vermeyen tarihsel prangaların belirlediği koşulların ürünüdür. Çünkü yüzyıllar boyunca reaya olarak, yönetici sınıfın kulları olarak var olmuş yoksul köylüler, tepeden devrimin işçi sınıfı mücadelesinin gelişme koşullarına karşı amansız baskılar uyguladığı, sermaye sınıfının gelişmesi, yükselmesi içinse her olanağı seferber ettiği koşullarda işçileşmeye başlamışlardır. Yeni işçileşen emekçiler uzun yıllar boyunca örgütlenmenin, kitlesel mücadele etmenin imkânlarını yaratamamışlardır.
Yani Elif Çağlı’nın işçi sınıfının bugünkü durumunun tarihsel nedenlerini anlamamız için önemle vurguladığı böyle bir gerçeklik vardır Anadolu’da: “Osmanlı döneminde saraya dayanan bir devletlû sınıf ve bir de esasen tarımda onun emri altında vergiye tâbi reaya vardı. 1923’te kurulan Cumhuriyet bu yapıyı devraldı, sarayın yerine tek parti egemenliğine dayanan «devlet cumhuriyeti»ni geçirdi. Kapitalistleşmeyle birlikte reaya Avrupa’da yaşanan devrimci altüslükleri yaşamadan kuşak-kuşak köyden kente göçerek işçi oldu. Bu kapitalist yapılanma, Osmanlı döneminin Asyatik üretim tarzının ürünü olan egemen devlet zihniyetini bir biçimde dünden bugüne taşıdı. Geçmişin reayası Batı’daki gibi halk kitlelerini ayağa kaldıran büyük devrimleri yaşamadan işçileşti.”[4] Osmanlı’dan devralınan merkeziyetçi ve devletçi zihniyet, kapitalistleşmeyle birlikte yeniden şekillenmiş, ancak özü varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu tarihsel süreklilik, günümüzde de işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele olanaklarını kısıtlayan en temel engellerden biri olarak varlığını sürdürmektedir.
Yaşar Kemal, zorluklar içinde isyana yönelen kahramanlarına içten bir sevgi duyar, onları çok iyi anlar, öfkelerini yüreğinde hissederdi. Ancak emekçilerin kitlesel devrimci mücadelesi olmadan bu düzenin değişemeyeceğinin de bilincindeydi. Nitekim Türkiyeli emekçilerin sınıf bilincine ulaşmasını engelleyen tarihsel prangaların etkisinin kırılmaya başladığı 60’ların ilk yıllarından itibaren TİP üyesi oldu ve uzun yıllar bu partide çeşitli görevler aldı, çalışmalarına aktif olarak katıldı. Hayatı boyunca sosyalist fikirleri ve değerleri savundu. Bir söyleşisinde “emekçilerin yanında, ölünceye kadar onların hakları için, onların yönetime gelmeleri için sonuna kadar çalışacağım. Benim bütün derdim emekçi sınıfın bizatihi, yüzde yüz yönetime gelmesidir. Sosyalizm, yalnız ve yalnız budur, işçilerin adına herhangi bir tabakanın, bölüğün yönetime el koymasını kabul etmiyorum” diyordu.
Edebi değerleri tartışılmaz romanlarında işçi sınıfının mücadeleci unsurlarının tarih bilinci edinmesine önemli katkılar sunan tarihsel gerçeklerin aktarıcısı, yüreği hep emekçilerle birlikte atan büyük bir yazar olarak aramızdan ayrıldı. Ölümünün ardından Marksist Tutum’da yazdığımız gibi: “Her zaman emekçi insanların tarafında duran, onları çok iyi tanıyan ve anlatan Yaşar Kemal’in eserleri, sosyalistler için, içinde yaşadıkları toplumun çelişkilerini, tarihini, mücadelelerini ve ruhunu anlamak için çok değerli kılavuzlar olmayı sürdürecektir. Anadolu emekçileri haksızlıklara ve zulme başkaldıran İnce Memed’in büyük yazarını yitirmiştir ama onun eserleri ve anısı emekçilerin mücadelesinde her zaman yaşayacaktır.”
[1] “Evet efendim, her milletin bir karakteristiği vardır, bizim hamurumuz da sopayla yuğrulmuştur. Herhangi bir millete, bunun yüzde, binde, milyonda biri kadar sopa çek, değil otorite, değil faşizm, Nazizm, değil diktatörlük, yıkar geçerler. Bizim millet kadar sopaya mütehammil bir millet yoktur. Mütehammil değil, sopadan zevk alan ... Bir yıl bu milletin sırtından sopayı eksik kıl, biz toptan delirir, zıvanadan çıkarız Yüzbaşım. Bu gerçeği sizin gibi kabiliyetli vatansever idare amirleri bilmeliler ve sopayı elden düşürmemeliler. Ne için olursa olsun bu milleti döveceksin ... Sebep aramayacak, yaratmayacak, sebepsiz döveceksin ki, dövme dövme gibi dövme olsun Yüzbaşım. Sopayla kurulmuş binamız bizim ... Ve ol sebepten soylu idare amirlerimiz bu milleti yedi yüz yıldır döverler. Cumhuriyet devrinde de bunun ilmi bir şekilde şuuruna vardığımızdan sopa dozunu on misline yüz misline çıkardık. Bu hakikati büyük paşalarımız görmeselerdi, bu vatan çoktan batmıştı. Dünya öküzün boynuzunda değil, Türkiye sopanın boynuzunda durur.” Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti, YKY (2016), s.486
[2] “Demirgırası olmayan yerde, söz birliği olmayan yerde hiç bir dirlik düzenlik olamaz arkadaşlar. Ve de hiç bir zaman milletin beli doğrulamaz. Bir işte demirgırası olacak ki belimiz doğrulacak. Size deyim ki, ve de efendime söyliyeyim ki, bu Uzun Alinin arkasına gitmeyiniz. Ve de o, demirgırası düşmanlığı yapıyor. Hepiniz hükümet nazarında cunhalı düşersiniz. Ve de ben de sizi kurtarmam. Muhtara karşı koymak, ve de bir köyün büyüğüne ve de köy kuruluna... Delice Bekir Ağa akıllı, ve de cin gibi bir adamdır. Ve de çok ömür görmüştür. Seferberlikte Alaman arkadaşları, Bekirce demişler ona, Türk ordusunun tüm askerleri senin gibi olsa, bu millet yeryüzünde toprak koymaz zapteder. Ne Alaman kor, ne de İngiliz. Ve de al sana, Bekirce, bir sandık ilaç, hediyemiz olsun. Götür köyüne. Götür de hastalık sayrılık uğramasın yanlarına. Delice Bekir Ağadan çok Çukurova beylerinin dilinden kim anlar içimizde? Onları ondan daha iyi kim kafese kor? Elin adamı on kuruştan toplarsa, pamuğu, biz on birden toplarız. Ve de kar ederiz. Ve de Delice Bekir Ağanın sayesinde. Ve vatandaşlarım, ve sevgili köylülerim, siz Demirgırasiye ezelden gönül vermişsiniz. Delice Bekir Ağa ezelden beri size çiftlik bulur. İyi, verimli pamuğu olan tarlalar bulur. El bir dönümlük tarladan elli kilov toplarsa, biz yüz kilov toplarız. Ve de Bekir Delice Çavuşun sayesinde. Demirgırasiyi bozmak, ona aykırı bir hareketlerde bulunmak alimallah günahtır. Ve de adam cehennemin içinde, tam gözünde yanar. Ve de cehennemin gözünde durmak ne gayri mümkündür.” Yaşar Kemal, Ortadirek, Toros Yay. (1991), s.59-60
[3] “Halim Bey Veziroğlu bir gemi almış Avrupadan, beş, on gemi, gemi değil fabrika... Avrupadan balıkçı reisleri getirmişler. Vapur denizleri yutuyor. Denizlerin iliğini kurutuyor. Vapurlarda göz göz radarlar var. Vapurların gözleri denizlerin tekmil diplerini tarıyor. Dur hele Selim balıkçı dur! Dur be dur. Her bir radar bin, on bin, bir milyon insan gözü gücünde. Nerede, hangi kuytuda, hangi kulaçta balık var, ayan beyan radarlar görüyor. Balıklar denizin dibinde kara bulutlar gibi çırpınıyorlar üst üste. Vapurların milyonlarca yeşil, ışıltılı, ustura, keskin gözleri balık sürülerinin üstünde, dur Selim balıkçı dur, dur oğlum dur... Vapurlar kocaman ağlarını açmışlar, balıklar sürüyle giriyorlar vapurların ağzından, öte yandan konserve kutuları olarak çıkıyorlar. Milyon gözlü gemiler yutuyorlar, sömürüyorlar denizleri... Konserve kutuları, boyalı, parlak, her birisinin üstünde bir balık resmi... Gemiler balık yutuyor, denizleri yutuyor, konserve kutuları kusuyor, kutular tepelerce yığılıyor kıyıya. Kamyonlar, trenler, vapurlar konserve kutuları taşıyorlar dünyanın uzak ülkelerine... Dur Selim dur! Marmarada tekne yok, balıkçı yok, olta yok, kayık yok. Denizler bomboş, bomboş! Dur Selim balıkçı dur! Binlerce gözlü konserve gemileri, denizler öldürülmüş. İliği kurutulmuş, kanı boşaltılmış denizlerin, dur Selim balıkçı dur!” Yaşar Kemal, Deniz Küstü, Adam Yay. (1997), s.384-385

link: Selim Fuat, Yaşar Kemal’i Anarken, 31 Mart 2025, https://en.marksist.net/node/8485
Trump’ın Üniversite Saldırıları ve Gençlik