

Ülkede meydana gelen felâketler, kazalar ve trajediler birbirini takip ediyor: madenler, tersaneler, fabrikalar, inşaatlar, işçi servislerinin işlediği yollar can pazarına dönüşmüş, üçer beşer, onar yüzer ölüyor işçiler; büyük depremlerde binalar çöküyor, mahalleler ve hatta kentler neredeyse yok oluyor; hemen her yıl değişmez bir kadermişçesine yangınlar ormanları yutup kavuruyor içindeki köylerle, hayvanlarla birlikte; en güvenilir ulaşım araçlarını taşıyan tren rayları bile can alır hale gelmiş durumda. Doğa olayları veya önlenebilir büyük kazalar her seferinde felâketlere dönüşüyor ve emekçileri kavuruyor acılar! Peki istisnalar bir yana, neden çoğu durumda karşımıza genellikle aynı suskunluk, tepkisizlik tablosu çıkıyor? Neden on binlerce insan ölürken bu kurbanları veren emekçiler çok daha güçlü ve kitlesel şekilde ayağa kalkıp “artık yeter!” diyemiyorlar?
Benzer felâketler dünyanın her yerinde yaşanıyor zira kapitalizm kâr hırsına dayalı bir sistem olduğu için dünyanın her yerinde doğa olaylarını ve önlenebilir büyük kazaları felâketlere çeviriyor. Bu açıdan Türkiye kapitalizminin bir özgünlüğü yok; olsa olsa geriden gelip atılım yapmak isteyen Türk burjuvazisinin zalimlikte, doğa ve emek talanında benzerlerinden çok daha fazla gözünü hırs ve kan bürümüş olmasından, bu nedenle çoğu felâkette yaşanan yıkımın boyutlarının büyümesinden bahsedilebilir. Ama toplumlarımız arasında başka bir farklılık sözkonusu: Dünyanın başka kapitalist ülkelerinde yaşanan felâketlere emekçiler çok ciddi tepkiler gösterebiliyor, bu denli suskun kalmayabiliyorlar. Örneğin, Yunanistan’da öğrenciler ve emekçiler daha yakın zamanda, iki yıl önceki tren kazasının yıldönümünde yüz binler olup sokakları doldurdular. Sırbistan’da Kasım ayında bir tren istasyonunun çökmesi ve 15 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından, ülkedeki bütün üniversitelerde aylar süren boykotlar yaşandı, yüz binlerce kişi neredeyse her gün eylemler yaptı ve sonunda hem başbakanı hem de kazanın yaşandığı ilin valisini istifa etmek zorunda bıraktılar. Aynı insani tepkilerin savaşlar, katliamlar, soykırımlar vb. karşısında da yüz binler ve hatta milyonlarca insan tarafından ortaya konulduğuna şahit olabiliyoruz. Milyonlar Londra’da, Berlin’de, Paris’te ve hatta ABD kentlerinde Gazze’deki katliamı protesto ederken, Türkiyeli “Müslüman” emekçiler genellikle öfkelerini içlerine atmakla yetindiler. Üstelik ileri ülkelerdeki savaş karşıtı tepkiler, yalnızca uzaklarda, başka devletler arasında yaşanan savaşlara tepki vermek şeklinde değil, bizzat “kendi” devletlerinin giriştiği haksız savaşlara karşı da kitleselleşebiliyor. Türkiye’de durumun bu olmadığı herkesin malûmudur. Siyasi kutuplaşma nedeniyle savaş gibi son derece yoğun siyasi konularda ortak tepki vermenin zorluğu anlaşılabilir olsa da, dillendirdiğimiz diğer olaylardaki tepkisizlik pek çokları tarafından izaha muhtaç durumdadır.
En kestirme, en yaygın ve en mesnetsiz cevap, “bu milletten bir şey olmaz” şeklindeki teranelerdir. Bunun muadili olan “bu işçilerden adam olmaz” söylemi de aynı kategoridedir. Çeşitli ortam ve sohbetlerde, hele de sosyal medyada sözümona kanıtlar ve örnekler temelinde ispatlanmaya çalışılan bu iddialar, gerçekte mücadele kaçkınlığının örtüsünden ibarettirler; hiçbir bilimsel/sosyolojik değerleri yoktur.
Sorumuzun gerçek yanıtları için elbette hem dönemsel siyasi ve toplumsal koşul ve dinamiklere hem de tarihsel toplumsal temellere bakmamız gerekiyor. İçinden geçtiğimiz döneme baktığımızda esasen faşizm gerçekliğini görmek gerekiyor. Türkiye’de hüküm süren faşist rejim, kendisine bir tehdit oluşturan tüm girişimlere üstelik dozu giderek artan bir şiddetle karşılık veriyor. Bunun yarattığı korkuyu tepkisizliğin nedenleri arasında baş sıraya oturtmamız gerekiyor. AKP iktidarlarının yaklaşık çeyrek yüzyıldır yürüttüğü toplum mühendisliğinin ürünü olarak daha da kökleşip yaygınlaşan kaderci anlayışı, dinin hiç olmadığı kadar suiistimal edilmesini, tarikatlar vb. eliyle tepkinin sürekli olarak bastırılmasını da buna eklemek gerekir. İkinci sıraya emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyindeki muazzam düşüklüğü koymamız gerekiyor. Zira korku duvarlarının yıkılması ancak bunların geliştirilmesiyle mümkündür ve bugün her iki faktör de diplerde seyretmektedir. Ve son olarak da, giderek zayıflasa bile etkisini halen hissettiren, dönemsel değil tarihsel ve kültürel bir öğeden bahsetmeliyiz: Bilhassa devlete yaklaşım konusunda, bu toprakların tarihi ve kültürel yapısının ve devralınan siyasal mirasın alabildiğine bozucu etkileri.
Faşizmin daha da yükselttiği korku duvarı
Bugün emekçilerin yeterli tepkiyi ortaya koyamamalarının nedenlerini kavramanın ilk koşulu mevcut rejimin niteliğini doğru tespit etmektir. Karşımızda duran, adım adım inşa edilmiş bir faşist rejimdir. Faşizm, insanları korkuyla sindiriyor, örgütlü yapıları dağıtıyor ve kendisine tehdit olarak gördüğü her türlü muhalefet odağını bastırıyor. Soma’da 301 maden işçisi katledilmişken acılı ailelerin protestolarına bile tahammül edemeyen, protestocu işçileri uluorta bir markete zorla sokup tartaklayan, yerlerde sürükleyip tekmeleyen bir rejim söz konusudur. Üstelik o tarihlerde otoriterleşme süreci hızlanmış olsa da faşizm henüz iktidara oturmamıştı bile. Yine Soma’nın bir yıl öncesinde Gezi Direnişinde devletin sergilediği terör sonucunda 14 kişinin katledilmesi, geri çekilen muhalif kitlelerde hem büyük bir moral bozukluğu hem de artan bir korku yaratmıştı. Haziran 2015’te HDP’nin seçim mitinginin bombalanması, ardından Suruç’ta onlarca gencin bombayla katledilmesi, takiben Ankara’da, sendikaların başını çektiği barış mitinginin de bombalanarak yüzden fazla insanın katledilmesi gibi olaylar bu korku duvarını daha da yükselterek kitlelerin daha da geri çekilmesi sonucunu doğurdu. 2016’daki “Temmuz darbesi”nin ardından ilan edilen OHAL ve girişilen operasyonlarla, kitlelerde yaratılan korku daha da pekiştirildi. Zindanlara tıkılanların yanı sıra işten atılanlar, meslekten ihraç edilenler, oluşturulan kara listeler sonucunda aileleriyle birlikte toplamda yüz binlerce insan sefalete mahkûm edilmiştir. En büyük korku kaynaklarından biri de budur. Bu dönemde Gülen Cemaatinin yanı sıra Kürt hareketine ve onunla birlikte hareket eden sosyalist örgütlere dönük baskı da alabildiğine arttırılmıştır. Son seçimlerin ardından adeta bir misyonla CHP’nin başına indirilen yeni yönetimin “normalleşme”, “yumuşama” gibi söylemlerle pompaladığı beklentilerin aksine, baskıların dozunun giderek daha da yükseldiğini görüyoruz. Yalnızca Kürt hareketi ve sosyalistler değil, düzen içi muhalefet partileri bile rejimin sindirme operasyonlarının hedefi haline gelmiştir. Belediye başkanlarından gazetecilere ve siyasi parti yöneticilerine, akademisyenlerden TÜSİAD başkanlarına kadar herkes iktidarın hedefi haline gelebiliyor.
Üstelik devlet teröründen nasibini alanlar yalnızca örgütlü çevreler ve unsurlar da değildir. Baskı sokaktaki vatandaşa dönük olarak da sistematik bir şekilde giderek yaygınlaştırılıyor. Sesini çıkaranın içeri tıkıldığı, sokakta röportaj verenin evinin basılıp gözaltına alındığı, işkenceye maruz kaldığı, tutuklandığı bir süreçten geçiyoruz. Bu durumu ifşa eden videoların sosyal medyada yayılması iktidarın teşhirine değil, muhalif kitlelerdeki korkunun daha da artmasına yol açan bir rol oynayabiliyor. 12 Eylül’de polis merkezlerinde ve cezaevlerinde yaşanan işkencenin söylentisi katlanarak topluma yayılmış, o baskı ortamında bu haberler kitlelerde tepkiye değil korkup geri çekilmeye, ailelerde evlatlarına dönük korumacılığın daha da artması sonucuna yol açmıştı. Bugün de gerçek muhalefetin örgütsüz ve güçsüz oluşundan ötürü iktidar bu tür teşhirlerden fazlaca çekinmiyor aslında. Ama gözaltı ve tutuklamalarla genel bir korku iklimi yaratıp kitleleri pasifize etmenin yöntemlerinden birinin de bu olduğunu biliyor ve uyguluyor. “Benim de başıma bir şey gelirse” endişesi, insanları evlerine hapsediyor. Ama eninde sonunda anlaşılacak ki, korkunun ecele faydası yoktur!
Faşist rejimlerin sadece baskıyla değil, çok güçlü hale getirilmiş bir ideolojik propaganda aygıtının yardımıyla ayakta kaldığını biliyoruz. Bu ideolojik propaganda aygıtı, yaşanan felâketleri örtbas etmek, çarpıtmak, kaçınılmaz göstermek, sorumluluğu başkalarının sırtına bindirmek için her an devrededir. Yandaş medya bu iş için hazırda bekler. Bu yalanlara inanmayanların başına neler geldiğini ise imalı şekilde sürekli hatırlatır. Arkası kesilmeyen polis operasyonları, bu operasyonlara canlı katılan medya mensupları bu korkutma girişimlerini güçlü tutmanın yollarından biridir. Hükümetin resmî açıklamaları ve medyanın yalanları dışında ideolojik propagandanın bir diğer aracı da okullar ve elbette ki ibadet yerleridir. Hele de bu sonuncusu, AKP-MHP faşizminin en güçlü ideolojik dayanaklarından biri olan tarikatlar sayesinde tepe tepe kullanılmaktadır. Devletin Diyanet İşleri Başkanlığı, iktidarın hınk deyicisi olarak çalışır ve camilerden verilecek vaazlar bu temelde şekillendirilirken, iktidardan nemalanan tarikatların da sohbetlerinde hep aynı yalanlar anlatılır, aynı temalar işlenir. Bunların başında da, “kaderden kaçınılamayacağı”, “kötülüklerin hayatın fıtratında olduğu”, “devlete ve otoriteye isyan etmenin büyük günah olduğu” gibi egemenlerin çıkarlarına uyarlanmış dini söylemler vardır. Bu söylemlerin giderek daha az kabul görse de halen etkili olduğunu teslim etmek zorundayız. Faşist rejim bu söylemlerle kendine yetecek bir kitle tabanını elinin altında tutmaya devam etmektedir. Ama değişimi de görmek şarttır. Geçmişten farklı olarak, bilhassa da muhafazakâr ailelerin gençliği içerisinde, dini inançların bu denli yoğun şekilde sömürülmesine karşı bir tepki gelişmekte, bunların inandırıcılığı aşınmaktadır. Ona halen “gönülden” biat eder görünen kitlelerin büyük çoğunluğununsa esasen iktidarın sağladığı az ya da çok kırıntılardan nasiplenen bir çıkarcılar güruhuna dönüştüğünü görmek zorundayız. İktidar sallanmaya başladığında bu yalaka çıkarcılar güruhu onun gemisini ilk terk edenler olacaklardır.
Korku duvarının çimentosu: Örgütsüzlük ve bilinçsizlik
İktidarın medya, Diyanet, imam-hatipler, devlet okullarındaki din dersleri ve tarikatlar aracılığıyla dini inançları suiistimal ederek emekçileri baskıya, sömürüye, itaate ve tepkisizliğe mahkûm etmesini engellemenin yolu, işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğünü güçlendirmekten, onun bağımsız bir sınıf bilinci edinmesini sağlamaktan geçiyor. Zira emekçileri tarikatlara sürükleyen dinamiklerden biri de, örgütsüz kalmış bireyler için tarikatların onlara sağladığı koruma, sunduğu dayanışma, yardım olanakları vb’dir. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünün neredeyse sıfırlandığı, sosyalist hareketin ezilip alabildiğine güçsüzleştirildiği 80’li yıllar boyunca tarikatların devletin sağladığı olanaklarla roket hızında yükselişi bir tesadüf değildir. Tersinden bakacak olursak, sendikal örgütlülüklerin hızla büyüdüğü ve devrimci/sosyalist hareketin hızla geliştiği 70’li yıllarda, ne tarikatlar bu denli etkin olabiliyordu ne de insanların dini inançları bugünkü kadar önemli düzeyde kutuplaştırıcı/bölücü bir rol oynayabiliyordu. Tersine, kendini dindar addeden birçok işçi hiç çekinmeden adı devrimci olan sendikalarda (DİSK) örgütleniyor, diğer işçilerle birlikte mücadeleye atılıyordu.
Bugün işçi kitlelerinin yeterli tepkiyi gösterememesine bakarak bu durumu genelleştirenler, bunun sınıfın yapısal özelliklerinden vb. kaynaklandığını ileri sürenler, 60’ların ortalarından itibaren işçi sınıfının tam tersi bir tavır sergileyebildiği gerçeğini atlıyorlar. Nitekim o yıllarda hakiki ve mücadeleci sınıf örgütlerinde birleşmek, yapay ayrımların, burjuva manipülasyonların etkilerini tümüyle ortadan kaldırmasa da onları zayıflatıyor, sınıf bilincini geliştiriyordu. Dayanışma ve örgütlülüğün getirdiği özgüven korku duvarlarının da gerilemesini beraberinde getiriyordu. Bu nedenle de bugün yaşananlara benzer trajediler olduğunda, geniş örgütlü emekçi kitleler tepkilerini sergiliyor; gösteri ve mitingler düzenliyor, zaman zaman iş durdurmalarla da tavırlarını ortaya koyuyorlardı.
70’li yılların ortalarından itibaren daha da yükselen baskılara ve faşist saldırılara rağmen her kesimden emekçiler örgütlenmeye ve hak aramaya girişmişlerdi. Devlet destekli faşist güçler tek tek devrimcilere ve öncü işçilere dönük silahlı saldırılarla örgütlü kitleleri geriletemeyeceklerini anlayınca bu kez kitle katliamları örgütlemeye girişmişlerdi. Amaçları kitleleri korkuyla pasifize edip terbiye etmekti. Bu yöntemle önce ve en başta örgütsüz yığınları pasifize etmeyi, susturmayı ve sindirmeyi başardılar. Egemenler, sıkıyönetim ve devlet terörüyle örgütlü kitlelerin de üzerine gittiler, devrimci hareketi kitlelerden koparacak taktiklerle[1] 12 Eylül’e giden yolu hazırladılar.
Görülüyor ki faşist rejimlerin kendisine bir tehdit oluşturan örgütlü yapıları tasfiye etmeye girişmesinin nedenlerinden biri de örgütlü yapıların insanlardaki korku kültürünü geriletmesidir. Faşist rejimlerin temel özelliklerinden biri dayanışmayı her düzeyde yok ederek insanların tam anlamıyla bireyselleştirilmesi, atomize edilmesidir. Zira atomize olmuş birey aynı zamanda pasifize olmuş bir insandır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin gerçek ve belirleyici bir güç haline gelmesinin tek yolu atomizasyonun kırılıp birliğin sağlanmasıdır. Marx’ın dediği gibi, işçilerin tek başarı öğesi sayılarıdır, “ama sayı ancak güç birliğiyle birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir”. İşte faşizmin geriletilmesi de dayanışmanın ve sınıf örgütlülüğünün geliştirilmesiyle mümkün olacaktır.
Varlığını halen hissettiren tarihsel/kültürel arka plan
Kitlelerin günümüzdeki tepki düzeyinin düşüklüğünü ele alırken, gerek faşizmin baskıları ve yarattığı korku ortamı gerekse de işçi hareketinin mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyindeki gerilik gibi dönemsel faktörlerin yanı sıra, bu durumu daha da kangrenleştiren bir tarihsel/kültürel arka planı da akılda tutmak zorundayız. Asyatik bir imparatorluk geçmişi olan bu topraklarda toplum ile toplumsal düzenin kurucu ve koruyucusu olan devlet arasındaki ilişkinin özgün yanlarını gözden uzak tutamayız. Yüzyıllara uzanan Asyatik kültür içerisinde devlet her zaman itaat edilmesi gereken, onsuz toplumsal yapı ve düzenin dağılıp toplumun yok olacağı bir varlık olarak addedildi. Bu nedenle de devleti yaşatmak her şeyin önüne konuldu. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” vecizinde de dile geldiği üzere amaç insanın refahı değil devletin bekasıdır: “Sözümona Şeyh Edebali tarafından söylendiği iddia edilen bu lâf, resmi tarihçilere göre de Osmanlı devletinin kuruluş ideolojisinin temelini oluşturan bir laftır! Osmanlı’nın devlet inancına göre, devlet insanı (tebaayı, reayayı) koruyup yaşatmalıydı ki, o tebaanın vereceği sütle (artık ürünle) kendisi de ilelebet yaşayabilsin!”[2] Bu zihniyet Türkiye’deki burjuva siyasal partilerin hepsine sinmiş olduğu gibi, “devlet baba” anlayışı toplumda da son derece yaygındır. O, karşı çıkılması gereken ya da karşı çıkılabilecek bir şey değil, kendisinden hem korkulması hem de korunması gereken yüce, ulu bir varlık olarak algılanır.
Yaşanan trajediler karşısında, sıradan insanların, kimi zaman başına bir iş gelmemesi kaygısıyla kimi zaman da samimi şekilde, “Allah devletimize zeval vermesin” diyerek her şeyi kabullenen bir tavır sergilediği bilinen bir gerçektir. Kapitalist gelişim bu “devlet baba” algısının altını oysa bile resmî ideolojinin propagandası temelinde sözkonusu algı sürekli yeniden üretiliyor. Bu algı, ucu doğrudan ya da dolaylı olarak devlete çıkan sorunlarda kitlelerin harekete geçmesini engelleyici bir rol oynuyor.
Ancak “devlet baba” algısını besleyen, kitleleri pasif konuma iten tarihsel/kültürel arka planın işçi sınıfının yakasını bırakmayacağını, ebediyen ayağa kalkmasını engelleyeceğini düşünmek doğru değildir. Nitekim 1960’ların ortalarından itibaren işçi sınıfı hareketinin önemli bir yükseliş kaydettiğini, örgütlülük ve bilinç düzeyinin o güne dek görülmemiş ölçüde yükseldiğini yukarıda anlattık. Bu yükseliş bu toprakların tarihsel/kültürel arka planının etkisinin kırılmaya başladığı bir dönem olmuştu aynı zamanda. Ne var ki yükselen sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelenin önünü kesmek amacıyla yapılan 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle birlikte işçi sınıfı ve sosyalist hareket ağır bir darbe aldı ve o günden bu yana bir daha aynı düzeye erişemedi.
“Devlet baba” algısının kitleler düzeyinde kırılmasının yolu yine mücadeleden geçiyor. En temel talepleri için mücadeleye atılan işçiler bile çoğunlukla devletin polisi ve jandarmasının uyguladığı baskı ve şiddetle karşı karşıya kalıyor. Devletin tüm toplumun ortak çıkarlarının değil, sermayenin çıkarlarının koruyucusu olduğu gerçeği bu durumlarda çok daha görünür hale gelir. Doğru bir önderlik, doğru bir yönlendirme, yaşananların doğru bir tarzda izahı, bu tip durumların işçilerin bilincinde bir dönüşüme yol açması için kilit önem taşıyor.
Tekrar vurgulayarak bitirelim: İşçi sınıfı gelişmiş bir sınıf örgütlülüğüne ve sınıf bilincine sahip kılındığı ölçüde gerçekliği çok daha berrak gördüğü gibi, kapitalizmin yarattığı sorunlara ve bizzat bu sistemin kendisine karşı güçlü bir tepki verebilmekte, aksi durumda ise pasifleşip tepkisizleşmektedir. Temel ve kilit husus budur.
[1] Mehmet Sinan, 12 Eylül’e ilerleyen süreçte Türkiye’de karşı-devrimci bir askeri müdahaleyi hazırlama stratejisinin temel ekseninde, “mezhep ve etnik çatışmalar yaratmak, küçük-burjuva temelde hareket eden sol örgütleri provokasyonlarla kışkırtarak bireysel terör eylemlerinin içine çekmek ve kitleden tecrit etmek, sol içinde bölünmeler yaratmak, sendikal hareket içinde faşist örgütlenmeler oluşturmak ve bunları sol ve devrimci sendikal hareketin (DİSK’in) örgütlenmesinin önünü kesmek için birer saldırı aracı olarak kullanmak” gibi planların yer aldığını belirterek şöyle devam etmektedir: “Esasında bu, bir «iç savaş görüntüsü yaratma» senaryosunun sahneye konmasıdır. Kitleler «iç savaş başlayacak» korkutmasıyla pasifize edilecek ve ardından da «düzen ve huzuru sağlayacak» bir askeri müdahalenin propagandası yapılarak, kamuoyunda bir darbenin psikolojik ortamı yaratılacaktı.” (Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XIV, https://marksist.net/node/2103)

link: Oktay Baran, Mevcut Toplumsal Tepkisizliğin Nedenleri: Faşist Rejim, Örgütsüzlük ve Kültürel Miras, 24 Şubat 2025, https://en.marksist.net/node/8451
“Zor Zamanlar” Romanından: Yalnızca Gerçekler!