Son haftalarda Suriye’de yaşanan dramatik gelişmeler konusunda emekçiler ağır bir düzen propagandasına maruz kalıyorlar. Egemenler kitlelerin zihinlerini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için hummalı bir çalışma içindeler. Bir yandan büyük korkuları var, diğer yandan ağızlarının suyu akıyor. Korku ve ganimet iştahı onları bu dev yalan makinesini tam mesai çalıştırmaya itiyor.
Akbabalar gibi Suriye’nin üzerine üşüşen emperyalist ve kapitalist güçler Suriye’nin etini didikliyorlar. Giriştikleri yağmanın üzerini örtmek, ülkenin kaderinde daha fazla söz sahibi olmak için akla gelmedik dolaplar çeviriyorlar. Bunu yapanların başında Türkiye’nin egemenleri olduğu için bu konu Türkiye’deki emekçiler açısından çok daha büyük önem taşıyor.
“Biz kendi işimize bakalım, Suriye bizi ilgilendirmez” diye özetleyebileceğimiz zihniyet tümüyle yanlış ve geçersizdir. Suriyeli göçmenler sorunundan tutun, Türkiye’nin ve bölgenin kangrenleşmiş Kürt sorununa, içeride faşist rejimin sürdürülmesi çabalarına, ekonomik durum üzerindeki etkilerine kadar birçok sorunla bağlantısı bulunmaktadır Suriye meselesinin. Ama en önemlisi, emekçilerin Suriye’deki gelişmeler dolayısıyla, sömürücü ve baskıcı sınıf düşmanıyla bir olup, fetihçi emperyal bir gurur havasına sürüklenmesi tehlikesidir. “Halep’i aldık, Şam’ı aldık, Kudüs’ü de alacağız” söylemleri havada uçuşuyor. Nitekim bizzat rejimin tepesindeki Erdoğan’ın ağzından bu niyetler net biçimde dökülüyor: “Halep’te, Şam’da, Hama’da, Humus’ta, Dera’da, Münbiç’te özgür Suriye bayrağıyla ay yıldızlı bayrağımızı yan yana gördükçe şad oluyoruz.”
HTŞ’nin iktidara gelişine dair temel gerçekler
Esad iktidarının yıkılıp yerine HTŞ’nin iktidarının gelmesini çok olumlu ve hayırlı bir gelişmeymiş gibi sunma gayretinin çeşitli nedenleri var. En başta bunun esas olarak bir İsrail-ABD-İngiltere yapımı olduğunun gizlenmesi gelmekte. Bu durumun olumlu olarak sunulmasının kolay olmadığı aşikârdır elbette. Bunu örtmeyi başaramazsanız Siyonizmin başarılarına davulla zurnayla seviniyor konumuna düşersiniz. Rejim sözcüleri, jeostrateji uzmanları ve medyası bunun için canhıraş bir kampanya yürütüyorlar. Bir gaza ruhu içinde sanki Suriye’yi fethetmişler gibi arsızca kentlere plaka numaraları bile dağıttılar.
Bu doğrultudaki propaganda süreklileştikçe ve baskın oldukça hafıza körelmekte ve yalanlar gerçeğin yerini almaktadır. O nedenle fetihçi emperyal propagandaya maruz kalan emekçiler açısından propagandanın hangi argümanlar üzerinden yürütüldüğünü sergilemek ve temel gerçekleri ısrarla hatırlatmak gereklidir.
Esad rejimi HTŞ’nin yürüttüğü destansı bir savaşla yıkılmadı. HTŞ’nin tüm yaptığı emperyalistlerin ve Türkiye’nin sağladığı büyük silah, teçhizat, istihbarat vs. gücüyle sadece İdlib’ten yürüyüşü başlatması oldu. Esad rejimi deyim yerindeyse tek kurşun atmadan bir kumdan şato gibi çöküverdi. Bu nasıl oldu? Herkes gayet iyi farkında ki, rejim, 2011’den bu yana ABD-İngiliz emperyalizminin, İsrail Siyonizminin ve Türkiye’nin çok yönlü saldırısı altındaydı. Bu küresel ve bölgesel güçlerin örgütlediği çeşit çeşit İslamcı çetelerle Suriye’nin eti o yıllardan beri didiklenmektedir. Esad rejiminin bu denli büyük bir emperyalist kampanya karşısında direnebilmesi mümkün değildi. Bunca yıl ayakta kalabilmesinin temel nedeni İran ve Rusya’nın yardıma koşması oldu. Nitekim Suriye’deki Kürt hareketinin etkili olduğu bölgelerden rejimin savaşmaksızın çekilmesi, oralarda yönetimi Kürt hareketine bırakması, onun askeri açıdan kapasitesinin sınırlılığının bir göstergesiydi.
Diğer yandan Suriye Batılı emperyalist güçlerin ağır ekonomik ambargo ve yaptırımlarına maruz kaldı. Bir yandan bu ambargolar, diğer yandan ülkenin yakılıp yıkılması, ekonomik açıdan ağır bir yıkım tablosu oluşturdu. İran ve Rusya’nın desteği bu ekonomik yıkımı telafi edecek denli güçlü olmadı hiçbir zaman. Onlar da aynı emperyalist güçlerin benzer ambargo ve yaptırımları altındaydı. İran bölgesel nüfuzunu ayakta tutabilmek için gitgide zayıflayan ekonomisinin daha az bölümünü kullanabiliyordu ve bu durum bu nüfuzun bölgedeki dayanakları olan hareketlerin beslenme kaynaklarını sınırlandırıyordu. Özetle İran’ın “Direniş Ekseni” olarak adlandırdığı güçler dizisi zayıflamaktaydı.
Rusya ise Ukrayna’daki savaşa önemli ölçüde gömülmüş durumdaydı. Yaşadığı sıkıntıların en çarpıcı dışavurumlarından birisi Ukrayna’ya karşı savaşmak üzere Kuzey Kore’den bile asker getirmek zorunda kalmasıydı. Rusya’nın bu müşkül durumu onun da, sadece ekonomik açıdan değil askeri açıdan da Suriye’de Esad rejimine daha fazla destek vermesini zorlaştırıyordu.
Ama tüm bu gidişatı asıl zirve noktasına çıkaran ya da tamamına erdiren gelişme, İsrail’in yaklaşık son bir yıl içinde Gazze’den başlayarak yürüttüğü bölgesel askeri taarruz harekâtı oldu. İran’ın doğrudan Tahran’da vurulmasına varıncaya kadar bu geniş kapsamlı saldırı kampanyası, bölgedeki dengeleri tümüyle değiştirdi. İran’ın neredeyse tüm nüfuz dayanakları ağır darbeler aldı. Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Suriye’de İran bağlantılı milis güçleri ya büyük bir gerileme yaşadılar ya da silinme noktasına geldiler. Yemen’deki Husiler de şimdilik kısmi kayıplar yaşadılar. Dahası doğrudan İsrail’in saldırılarına maruz kalan İran hiçbir surette etkili bir yanıt veremeyerek zayıflığını ortaya koydu. Ama Suriye açısından özellikle önemli olan, İsrail’in Gazze ve Lübnan’la meşgul olduğu sırada bile ara ara Suriye topraklarına hava bombardımanları yapmasıydı. Bu bombardımanlar Suriye’de rejimin ve Hizbullah savaşçılarının askeri açıdan enikonu takatsiz bırakılmasını hedefliyordu. Bunda başarılı olundu. Böylelikle HTŞ’nin Şam’a doğru askeri yürüyüşü için dikensiz gül bahçesi hazırlandı. İsrail’in Lübnan’da ateşkes ilan ettiği günün ardından HTŞ’nin operasyonunun başlaması manidardır.
İşte Esad rejiminin direnmeksizin çöküşü çok özet olarak vermeye çalıştığımız bu arka plan üzerinde gelmiştir. Bütün bu süreç İsrail’in koçbaşılığında ABD-İngiliz emperyalizminin yürüttüğü saldırı kampanyasıyla mümkün olmuştur. Tüm süreci hazırlayıp planlayan da esas olarak bu güçlerdir. HTŞ iktidara geldikten sonra İsrail Suriye topraklarındaki birçok noktayı bombaladığı halde HTŞ bunlara sesini çıkarmadı. Dahası, sonraki günlerde HTŞ lideri Golani ses çıkarmamanın ötesine geçerek İsrail’le bir dertlerinin olmadığını ve onunla savaşmayı istemediklerini açıklamıştır. Bizdeki Erdoğan rejiminin sözcüleri ikiyüzlüce de olsa hiç olmazsa lafzen İsrail’e karşı sözler edebilmektedir. Ama HTŞ ve Golani lafzen dahi olsa saldırgan İsrail’e karşı söz etmemektedir. Bu “duyarlılık”, Türkiye’deki rejim propagandistlerinin aksine, Golani’nin iktidarını asıl olarak hangi efendilere borçlu olduğunu bildiğini mükemmelen göstermektedir.
Peki Türkiye’nin nasıl bir rolü olmuştur bu süreçte? HTŞ güçlerinin İdlib’te yıllar içinde o denli teçhizatlandırılıp güçlendirilmesi Türkiye’nin dahli olmaksızın elbette düşünülemez. Denize kıyısı olmayan bu daracık bölgenin Suriye dışına tek bağlantısı Türkiye’dir. Ancak bu teçhizatlandırma Türkiye’nin kendi başına yaptığı bir şey olmayıp, esasen Batılı emperyalist güçlere ortaklık ve aracılık ettiği bir süreç olmuştur. Elbette bu rolünün ona getirdiği bazı yükler olduğu gibi bazı avantajlar da olmuştur. Yıllar içinde Rusya’nın baskısına direnebilmek için ciddi ekonomik, askeri ve siyasal tavizler vermiş, yalpalamıştır. Ancak ABD ve Avrupa emperyalizminin bu konudaki kararlı desteği sayesinde, İdlib’in Rusya’dan korunabilmesinde ve cihatçı paralı asker ordularının elinde tutulabilmesinde kilit rol oynamıştır. Burada Batılı emperyalist güçlerin desteği esastır. Bu destek sayesinde Türkiye Astana sürecinde Rusya ve İran’a verdiği sözlerin gereğini yerine getirmemeyi başarmıştır.
Türkiye bu süreçte bölgeye toplaşan bilumum İslamcı güçleri etkilemeye ve kendi çıkarları doğrultusunda örgütlemeye çalışmıştır. Doğrudan kendisinin kontrolünde örgütlenen gruplar olduğu gibi, içine unsurlar sızdırdığı ve yönlendirmeye çalıştığı gruplar da olmuştur. ÖSO-SMO çatısı altında birleştirdiği kendi kontrolündeki gruplardan bazılarının sonradan HTŞ’ye katılması, Türkiye’nin kontrolünün sınırlarına dair bir işaret vermektedir. Ayrıca Batılı emperyalist güçlerle Türkiye’nin Suriye’de Esad iktidarının yıkılışına giden süreçteki güçlerine dair bir karşılaştırma yapmak için, SMO’nun Şam yürüyüşünden dışlanmasını da örnek olarak verebiliriz. Diğer taraftan SMO’ya kuzeyde Kürtler karşısında belli bir hareket alanı açıldığı da açıktır. Daha önce PYD kontrolünde olan Fırat’ın batısındaki bazı bölgelerin bu son süreçte SMO’ya geçmesi bu olguyu somutlamaktadır.
Bir halk isyanı ya da devrim mi?
Suriye’deki iktidar değişimine dair birçok efsane imal ediliyor. Ortada gerçek anlamda bir halk isyanı olmadığı için işçi-emekçi kitlelerin zihinleri efsanelerle, yalan dolanlarla doldurulmaya çalışılıyor. Öncelikle söylem değiştiriliyor. Resmi olarak “terör örgütü” diye ilan edilmiş HTŞ’nin mensupları asiler/isyancılar hatta devrimciler olarak bir estetik operasyona tabi tutuluyorlar. Bu sadece Türkiye’de değil tüm Batı merkezli dünyada yapılıyor. Bin bir türlü vahşete bulaşmış bu eli kanlı çeteler “ılımlı” güçler olarak pazarlanıyor. Ve buna paralel olarak dünyanın dört bir yanında ikiyüzlü emperyalist-kapitalist efendiler HTŞ’yi terör listelerinden çıkarmaya hazırlanıyor.
Burjuva devletlerin “terör” tanımları ve listeleri elbette bizim için bir ölçü değildir. Bu tanım ve listelerin burjuva düzenin ve devletlerin somut çıkarları doğrultusunda ikiyüzlülükle ve keyfilikle belirlendiğini biliyoruz. Ancak başka birçok örnekte de olduğu üzere buradaki ikiyüzlülüğe dikkat çekmek emekçilerin aydınlatılması açısından önemlidir.
HTŞ’yi genel olarak dünyaya cici göstermek üzere yapılan makyajlar söylem değişikliğinden ibaret değil. Liderinin verdiği mesajların akıllı uslu devlet adamı mesajları gibi olması bir yana, dış görünüşü bile enikonu elden geçirilip dünyaya sunuluyor. Dört başı mamur bir PR çalışması yapılıyor.
Bugün iktidarı ele geçiren HTŞ’nin savaşçılarının önemli bir bölümünün dünyanın farklı ülkelerinden getirilmiş cihatçı savaşçılar olduğu biliniyor. Emperyalistlerin ve Türkiye’nin örgütleyip beslediği bu uluslararası savaşçılar güruhu, destekleyicileri çekildiği için çöken Esad rejiminin yerine iktidara çöreklenmiş bulunuyor. Ortada bir Suriyeli halk hareketi yoktur. HTŞ’nin bileşiminde dahi Suriyelilik oranı tartışmalıdır. Kurulmakta olan yeni ordunun birçok üst düzey konumuna HTŞ savaşçısı yabancıların atanması da bu noktaya ışık tutmaktadır.
Halk isyanı konusu bir başka noktadan da ele alınmayı hak ediyor. 13 yıla yakın zamandır süren emperyalist savaşsürecinde milyonlarca Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bu kitlelerin önemli bölümünü rejime muhalif olanlar oluşturuyordu. Ülkede kalan kitleler her ne kadar önemli oranda Esad rejimine karşı olanları içerse de kısmen Esad rejimini ehveni şer olarak görenler ile İslamcı çetelerden duyulan korku nedeniyle onu destekleyenleri içeriyordu. 2011’deki ilk isyan sürecinin bir yandan kanla bastırılması, bir yandan emperyalistler ile bölge güçlerinin desteğindeki İslamcı güçlerin süreci hızla bir silahlı mücadele mecrasına sürüklemesi nedeniyle kitleler geri çekilmişti. Yıllar içinde bu İslamcı güçlerin Esad rejimine rahmet okutacak baskı ve vahşet pratikleri ve büyük göç nedeniyle geride kalan mevcut nüfus bileşiminin İslamcılar için pek de makbul olmadığı söylenebilir.
Tam da bu nedenle iktidardaki HTŞ’nin açıkladığı “geçiş süreci” hiçbir makul ölçüye sığmayacak denli uzundur. Buna göre seçimler “en iyi ihtimalle” ancak dört yıl sonra yapılacaktır. Suriye’de HTŞ ve öncüllerinin yıllar içinde yaptıkları olsun, yaşanan demografik dönüşüm ve genel yıkım olsun, bitap düşürücü bir etki yaratmıştır. O nedenle HTŞ iktidarı aldığında sanki büyük kitlesel sevinç gösterileri yapılıyormuşçasına yapılan haberler de manipülatiftir. Bu haberlerin ülkede bir devrim ya da halk isyanı yaşanıyormuş izlenimini vermek üzere köpürtüldüğü ortadadır. Gerçekten de Suriye halkı 13 yıldır süren çok boyutlu ve ağır yıkım sürecinin etkisi altında bitap düşmüş durumdadır. Halkın büyük bölümü ne olacağına dair tedirgin bir ruh hali içindedir. Diğer yandan maruz kaldıkları saldırılar ve uğradıkları muamele nedeniyle Alevilerin ve Hıristiyanların yeni iktidara karşı kitle gösterileri olmuştur. Bu tablonun bir devrim ya da halk isyanı tablosu olmadığını söylemeye gerek yoktur.
Dehşet verici görüntülerle HTŞ’yi aklamak
Manipülatif propaganda kampanyasının bir yönünü de, HTŞ’nin geçmiş suçlarını aklamak ya da unutturmak için, yıkılıp gitmiş Baas rejiminin şeytani kötülüklerine dair sayısız kurmaca öykünün dolaşıma sokulması oluşturuyor. Bu kapsamda dehşet öyküleriyle örülü bir Sednaya Hapishanesi efsanesi dolaşıma sokuldu özellikle. Bu hapishanenin beş kat yeraltına uzanan bir insan mezbahası olduğuna dair anlatılar tüm dünya medyasında servis edildi. Dehşet verici videolar ve başka görsel malzemeler eşliğinde bu öykülere inandırıcılık kazandırılmaya çalışıldı.
Her sömürücü sınıf iktidarı ve hele de özellikle olağanüstü baskı rejimi niteliği taşıyan iktidarlar gibi, Esad iktidarının da muhaliflerine karşı işlediği ağır suçlar olduğuna şüphe olamaz. Baba Esad döneminden beri var olan bir askeri hapishane olarak Sednaya Hapishanesinde elbette türlü baskı ve işkenceler yapıldı. Ancak şimdilerde adeta oraya bir film stüdyosu kurularak bire bin katılan öyküler yazılıyor. Geçmişte Saddam Irak’ına emperyalist saldırı ve işgali meşrulaştırmak üzere uydurulan “kıyamet topu”, “nükleer silah” efsanelerinde olduğu gibi, Sednaya öykülerinde de bir kurgu ve abartı olduğu birçok bağımsız kaynak tarafından ortaya çıkarılmıştır. Birçok durumda kullanılan görsel malzemelerin başka zaman ve ülkelere ait olduğu ya da doğrudan mizansen kurularak oluşturulduğu bu kaynaklar tarafından ortaya konmuştur. Tüm bunların özellikle Suriye’yi yıllardır insan mezbahasına çevirmiş İslamcı cihatçı çetelerin suçlarını unutturmak ve bunlara çiçek çocuklarmış gibi bir meşruiyet kazandırmak için yapıldığını asla gözden kaçırmamak gerekiyor.
Öte yandan hatırlatmak gerekiyor ki Sednaya efsaneleri yazanlar her nedense Esad diktatörlüğünün Suriye Kürt halkına karşı yaptığı zulümlerden pek bahsetmiyorlar. Varsa yoksa geçmişte İslamcı muhalefete karşı yapılan zulümler. Bu seçmeci tutum manidardır. Halbuki Suriye Kürt halkı Esad diktatörlüğünün büyük acılarını çekmişti. Kürtlerin birçoğuna kimlik bile verilmemiş, vatandaş sayılmamışlardı. Kürt halkı birçok evladını Esad diktatörlüğünün zulüm makinesine kurban vermişti.
Suriye ve Aleviliğe dair manipülasyonlar
HTŞ’nin ve onu destekleyen Erdoğan rejiminin hem Suriye ve Türkiye’de hem de tüm dünyaya yönelik olarak yürüttüğü propagandanın bir yönünü de Alevi düşmanlığı oluşturuyor. Burada en yakın amaç hiç kuşkusuz Suriye ve Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünni kitleleri manipüle etmektir. HTŞ’nin halk tabanının zayıf olduğunu örtbas etmek ve bu tabanı güçlendirmek, bu manipülatif kampanyanın en dolaysız amacını oluşturuyor. Bu propagandanın temel ayaklarından biri olarak Esad rejiminin bir “Alevi diktatörlüğü” olduğu fikri işleniyor. Böylelikle geçmişte Esad rejiminin yaptığı bütün kötülüklerin Aleviliğin hanesine yazılması, bunların Alevilikle özdeşleştirilmesi mümkün hale getirilmeye çalışılıyor. Bunun sadece Suriye’deki Aleviler açısından değil Türkiye’deki Aleviler açısından da çok tehlikeli bir çaba olduğu ortadadır. Zira bu gayret, bir Alevi nefreti dalgasının tetiklenmesine zemin oluşturacak niteliktedir. Tüm bölge emekçilerinin bu tür dinsel, mezhepsel, etnik kışkırtma çabalarına karşı uyanık olması hayati önem taşımaktadır.
Esad rejiminin bir Alevi ya da Nusayri diktatörlüğü olduğu iddiası temelsizdir. Rejim memuru olmayan aklı başında tüm bölge uzmanları bu gerçeği açıklamaktadırlar. Bu rejim bir burjuva demokrasisi rejimi değildi, aksine baskıcı bir tür Bonapartist burjuva diktatörlüktü. Ama bu rejimin özel bir dinsel ya da mezhepsel rengi olduğu söylenemez. Çizilmeye çalışılan tablonun aksine Baas Partisinin iktidarda olduğu bu rejimin egemenleri arasında Sünniler çoğunluktu. Suriye’de nüfus tabanı oldukça dar olan Aleviliğe dayanmak zaten hiçbir rejim için akıl kârı olmayan bir yaklaşımdır. Ve Baas rejimi de bunun gayet bilincindeydi. O kadar ki anayasaya başkanın Sünni inançlı olması gerektiği şartını bile eklemişlerdi ve bu doğrultuda baba Esad tarihi Emevi Camiinde namaz kılarak bu şarta uygunluğunu ilan etmişti. Baba Esad da oğul Esad da kurdukları hükümetlerde bakanların çoğunluğunu Sünnilerden seçiyorlardı. (Bkz. Faik Bulut, Alevilikten ayrılan bir cemaatin Esad rejimiyle hazin hikâyesi, Independent Türkçe)
Bölgeyi yakından bilen uzmanların, gazetecilerin söylediklerine göre, Baas rejimi sistematik bir dinsel/mezhepsel ayrımcılık ve baskı politikası gütmüyordu. Baas Partisinin ideolojik kökenleriyle de bağlantılı olarak, Baas Suriye’si genel hatlarıyla laik bir rejim tesis etmeye ve seküler bir toplumsal hayat oluşturmaya çalışmıştı. Ancak bu rejim her türlü politik muhalefeti acımasızca bastırmasıyla ünlüydü. Sosyalistlerden tutun, sıradan burjuva demokrasisi isteyen liberallere, İslamcılara kadar tüm muhalifler bu baskı makinesinin zulmüne uğruyorlardı. Nitekim geçmişte Müslüman Kardeşlerin Suriye’de birkaç kez giriştiği silahlı isyan hareketi örneğinde olduğu gibi, böylesi hareketler kanlı biçimde bastırılmıştı.
Diğer yandan eksiksiz bir laiklik ve seküler bir toplumsal hayat olmasa da, bu şartların, azınlık konumundaki Aleviler için hayati önem taşıdığı ve rejime genelde destek verdikleri de doğrudur. Ancak bu durum Alevi kitlelerin başka açılardan sorunları olmadığı ve bu temellerde şikâyet ve itirazları olmadığı anlamına gelmemektedir. Geçmişten bu yana rejim muhalifleri arasında birçok Alevinin olması, bunların eziyetlere uğraması ve birçoğunun yurtdışına kaçmak zorunda kalması bir gerçektir. Suriye’de 2011’de başlayan isyan sürecinin ilk dönemlerinde Aleviler de protesto gösterileri yapmış, baskılara uğramışlardı. 2013’te muhalif Aleviler Kahire’de toplanarak bir bildiri yayınlamışlar ve Esad rejiminin Alevileri temsil etmediğini duyurmuşlardı. Bu ve benzeri olgular Suriye’deki Esad rejiminin bir Alevi diktatörlüğü olarak tanımlanamayacağını ortaya koymaktadır.
Aleviliği hedef alan nefret propagandasının güncel örneğini de rejim trolleri tarafından son haftalarda piyasaya sürülen “Siyasal Alevilik” kavramı oluşturuyor. Bununla amaçlanan şey, Alevilere karşı yapılan ve yapılacak zulümlerin hedefinin Alevilik ya da genel anlamda Aleviler değil, “Siyasal Alevilik” diye tarif edilen şey olduğu düşüncesini telkin etmektir. Böylece İslam şeriatına dayalı baskıcı dinsel rejimler kurma amacını güden hareketlere karşı olanların yıllardır kullandıkları “siyasal İslam” kavramının karşısına adeta misilleme olarak bu kavramı çıkarmış oluyorlar. Emekçileri birbirine düşürecek ya da birbirine karşı düşmanlaştıracak bu tür tuzaklara karşı uyanıklığı elden bırakmamak gerekiyor.
Suriyeli emekçiler için tek çıkar yol
Suriye konusu önümüzdeki dönemde de başlıca gündem maddelerinden biri olmaya devam edecek. Suriye başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri için de doğrudan sonuçlar doğurmuş ve daha da doğuracak olan bir ülke. Dahası tüm dünyadaki süreçleri belirleyen küresel emperyalist güç kapışmasının önemli sıcak noktalarından birisi. Büyük acılar çekmiş Suriye halkı için şimdi yeni bir sayfa açılmış durumda ve bu yalanlara karşı uyanık olmak temel bir başlangıç noktasıdır. Türkiye’nin egemenleri Suriye’deki Kürtleri ezmek, onların tüm bu çalkantılı süreçte elde ettikleri kazanımlarını yok etmek ve Suriye’de boylarını aşan pay kapmak istediler, istiyorlar. Fakat karşılarında Ortadoğu’da kendi planlarını yürütmek için bölge ülkelerine ayar veren bir emperyalist koalisyon var.
Suriyeli emekçiler açısından bakacak olursak, onlar için tek gerçek ve güvenilir yol kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda kendi örgütlülükleri ile mücadele etmektir. Dinsel-mezhepsel ayrımların emekçileri bölmesine karşı etkin bir mücadele yürütülmelidir. Bu tür ayrımları temel alan yapılanmalara hapsolmak bölgede hiçbir zaman işçi sınıfı ve emekçilere fayda getirmemiştir. Aksine geniş mezhepsel gettolara bölünmüşlük içinde kendi cehennemini yaşayan topluluklardan oluşan bir manzara ortaya çıkmıştır. Suriye için hiç kuşkusuz bu ayrımları aşan sendikal örgütlenmelerin ve sınıf temelli sosyalist siyasal örgütlerin oluşması önem taşımaktadır. Ancak böylesi örgütlülükler olursa, Suriye’de yeni rejimin şekillenmesinde işçi sınıfının ve geniş emekçi yığınların bir sözü olabilir. Yeni Suriye’nin tümüyle dinsel gericiliklerin, emperyalistlerin ve açgözlü bölge güçlerinin kendi aralarındaki çekişmelerin insafına kalmamasının yolu buradan geçiyor.
link: Levent Toprak, Suriye’ye Dair Yalanlar ve Gerçekler, 14 Ocak 2025, https://en.marksist.net/node/8418
Rejimin “Suriyeliler Geri Dönüyor” Propagandası