Pörsütülüp boğulan devrim
KP’nin de bir parçası olduğu geçici hükümetin ilk icraatlarından biri çok düşük bir asgari ücret belirlemek oldu. Üstüne üstlük belirlenen asgari ücret sadece 6 işçiden fazla çalıştıran işyerleri için geçerli oldu. Bunun üzerine pek çok küçük işletme işçi sayısını 6’ya indirmek için işten çıkartmalara gitti. İşçilerin bu ücrete cevabı yine grev oldu. Asgari ücret nedeniyle işten çıkarmalara girişen iki fabrikayı işçiler işgal etti ve üretim patronsuz olarak devam ettirildi. Daha sonra bu işgaller genelleşecekti. KP lideri bakan Cunhal Portekiz ekonomisinin %70’inin 1 ilâ 5 işçi istihdam ettiğini ve bu artışları karşılayamayarak iflas edeceğini iddia ederken, cuntanın başı Spinola ise gerekirse grevlere şiddetle karşılık vermekten çekinmeyeceğini ilan ediyor, böylece KP grev karşıtlığında burjuvazi ile birleşmiş oluyordu. Faşist rejime güvenerek Portekiz’e fabrika kuran yabancı şirketlerin hevesleri devrim süreci nedeniyle kursaklarında kalırken, bu süreci sona erdirecek planlar yapmaya girişiyorlardı.
Takip eden aylarda tüm sektörlerde grevler gerçekleşti. 8400 işçi Lisnave tersanesini işgal etti. İşçiler daha yüksek asgari ücret, faşist sempatizanların tutuklanması, işçi denetimi ve sosyalizm talep eden komiteler kurdu. Timex saat fabrikası işçileri Haziran’da greve giderek faşizm döneminde 1973’te başlattıkları mücadelelerini sürdürdü ve iki hafta sonra 25.000 haberleşme işçisi greve giderek posta ve telefon hizmetlerini felce uğrattı. Gazeteler ele geçirilmişti ve sayfalarını partilerin manifestoları dolduruyordu. Hükümetin tüm reformist politikalarına rağmen işçiler faşizmden arta kalan meslek sendikalarını tuzla buz ediyor, büyük fabrikalarda işçi komisyonları oluşturuyordu. Stalinizm ise tepeden kendi seçtiği liderlerden oluşan bürokratik bir sendikal merkezileşmenin peşindeydi. Yıllar boyu sendikaların içinde faaliyet yürüten KP sendikalarda daha etkindi. Diktatörlük döneminin korporatif sendikalarının içinden doğan ve KP’nin etkili olduğu sendikalar birliği (Intersindical) hızla örgütlendi ve işgücünün %80’ini birliğe kaydetti. SP ve KP’ye on binlerce yeni üye katıldı. Kendilerini siyaseten ifade etme gereğini hisseden işçiler ilk önce eski geleneksel örgütleri kanalıyla bunu gerçekleştirmeye yöneliyordu. Ancak bu partilerin önderliklerinin kapitalizm sınırları içinde bir “ileri” burjuva demokrasisinin ötesinde bir programı yoktu.
Cunta liderleri de bir taraftan “sivil özgürlükleri hayata geçirme” sözü verirken diğer taraftan halkı sükûnete davet ediyor, geçici askeri iktidara destek çağrısı yapıyordu. Stalinistlerin karşı çıkmasına, reformist partilerin sükûnet çağrılarına ve hükümetin tehditlerine rağmen işçiler grevlere devam ettiler.Kitle iletişim kanalları aracılığıyla grev dalgasına kara çalınıyor ve grevlerin “kabadayı aşırı sollar” yüzünden gerçekleştiği iddia ediliyordu. Öte yandan hükümet ortağı KP ve SP temsilcileri iktidara geldiklerinde önlerinde hiçbir engel olmamasına rağmen burjuva çıkarları gözetiyor, hala temel demokratik görevleri olan Afrika’daki sömürgelerden derhal ve koşulsuz olarak çekilme görevinden kaçınıyorlardı. Sömürgelerle bağımsızlık anlaşmaları Karanfil Devriminin ancak 8 ila 15. ayında imzalandı.
Bu sırada burjuvazi sahne arkasında geri dönüşe hazırlanıyordu. Devrim sürecinde sol partilerin ve sendikaların merkezlerine terör saldırıları düzenlemek için komplo kuracak, solcu militanları öldürecek, eski PIDE ajanlarından ve aşırı sağcı güruhtan oluşan silahlı milisler örgütleyecek ve İspanya faşizmini Portekiz devrimine müdahale etmeye, kan dökmeye ikna etmeye çalışacaktı.
Temmuz ve Eylül 1974 arasında işçilerin devrimci mücadelesini önlemek amacıyla burjuvazinin bir dizi teşebbüsü gerçekleşti. Temmuzda hükümeti düşürmek amacıyla başbakan ve 4 bakan istifa etti. Soares ve Cunhal istifa eden bakanları Spinola’ya şikâyet ediyordu. Halbuki Spinola onlarla işbirliği içindeydi. Halen düşük işçi ücretleri ve enflasyonla boğuşan işçiler bu hükümet düşürme girişimini sokağa dökülerek püskürttü. Böylelikle kitle basıncı etkisiyle MFA’nın da sol eğilimli subayları daha etkin konuma geldi, hükümette sol eğilimlerin ağırlığı arttı. İşçiler hâlâ yoksuldu, yoksul köylü hâlâ çocuklarını beslemek için çiftliğini terk edip göç yollarına düşmek zorunda kalıyordu. Gençler hâlâ sömürge savaşlarında savaşmak üzere dört yıllık askerliğe çağrılıyordu. Ama işçi sınıfının kendi gücüne güveni artmış, yüz binlerce işçi kapitalist sistemin toplumsal sorunları çözme yeteneğini sorgulamaya başlamıştı.
Ağustosta SP ve KP’nin yazımında rolü olduğu, grev hakkının resmen tanındığı bir yasa kabul edildi, ancak bu içerdiği kısıtlamalarla adeta grev karşıtı bir yasaydı ve burjuvaziyle ittifakın nasıl içler acısı bir savrulmaya yol açacağının başlardaki göstergelerinden oldu. Grevlere ancak “MFA programının ruhuna uygun” olduğu takdirde izin veriliyordu. Tüm grevlerde oylama yapılması ve 30 günlük bir bekleme süresi olması gerekiyordu. Temel hizmetlerde hiçbir greve izin verilmiyor ve siyasi grevler, dayanışma grevleri ve işgaller yasaklanıyordu. KP ve SP liderleri grev ve işgalleri “aşırı sol maceralar” ve hatta “emperyalist komplolar” olarak kınamaya devam ediyordu. Yasanın çıkmasıyla hemen ordu güçleri devlet havayolu şirketini işgal eden işçilerin üzerine sürüldü ve emirlere uymayan işçiler tutuklandı.
Devrim süreci ilerledikçe, tekeller ve uluslararası sermaye giderek daha fazla telaşlanıyordu. Spinola paramiliter faşist grupların ve sağ eğilimli subayların yanı sıra küçük-burjuvaziyi ve özellikle de siyasi olarak geri kalmış kuzeydeki köylü küçük mülk sahiplerini bir araya getirmeye, Lizbon ve diğer şehirlerde kendi tabiriyle “sessiz çoğunluk” ile bir mitinge ve ardından bir darbeye hazırlanıyordu.[1]
Paramiliter grupların Lizbon’a silahlar getirdiği bilgileri yayılmaya başladığında 26 Eylülde Ulaştırma İşçileri Sendikası mitinge karayolu veya demiryolu ile insan taşımayı reddetti. Bunun üzerine mitingin organizatörleri göstericileri kamyonla nakletmekle tehdit etti. Bu girişim de yola bariyerler yerleştirilerek boşa çıkarıldı. Lizbon yakınlarında faşist gruplar toplaşmaya başlamıştı. Ancak pek çok işçi silahlanmıştı ve hatta bazı askerler kendi tüfeklerini işçilere vermişlerdi. KP lideri Cunhal ise hâlâ organizasyonun elebaşı Spinola’ya “sağın” yükselişini bastırma çağrısı yapmakla meşguldü. Spinola, başbakan ve SP’li bakanı başkanlık sarayına çağırtarak tutuklattı. Tüm yetkileri kendinde toplayacak bir olağanüstü hâl ilan etmeyi denedi. Ancak kitleler harekete geçti, mitingin yapılacağı Lizbon merkezine giden yollara barikatlar kurdu. Devriye gezen askerler bu barikatlara müdahale etmeyi reddetti. Tüm halkı piknik yapmaya davet eden radyo anonsları yapıldı. Pek çok askeri birlik ve hatta seçme komando birliği bile emirlere uymadı. Birliklerin ilerlemesi ve radyo ve televizyon istasyonlarını ele geçirmelerine barikatlarla karşılık veren işçiler darbe girişimini ezdiler. İki saatin sonunda caddelerde 40 bin işçi zafer yürüyüşü yapıyordu.
Orduda Spinola yanlıları tasfiye edildi. Ancak Spinola’nın elini kolunu sallayarak evine gitmesine de izin verildi. Devrim süreci bu olay sonrası daha da sola kaydı. Enflasyon %30-35 civarındaydı ve işsizlik hızla yükseliyordu. Enflasyon kitlelerin bir kat daha belini bükerken büyük kapitalist işletmeler ve bankalar pasif direnişe devam ediyordu. Yatırımları ve üretimi düşürmüşlerdi. Tüm bunlar olurken KP’nin Ekimdeki kongresinde sadece demokratik talepler ve “ekonomik gelişimde tekellerin tasfiyesi” gibi her anlama gelebilecek muğlak ifadeler ileri sürülüyordu. Kasım 1974’te kapitalistlerin düşük kapasite çalışma veya sermaye kaçırma gibi “ekonomik sabotaj” ihtimaline karşı devlete müdahale yetkisi veren yasa çıkarıldı. Şefler ve gizli polis tarafından korkutulup uysallaştırılan eski işçiler artık yoktu. Fabrikalardaki gizli polisler kovulmuş, şefler ise ya kovulmuş ya da hizaya getirilmişti. Korporatist meslek sendikalarının tasfiyesi gerçekleşiyor, sendikalar ilericileşiyor ve merkezileşiyordu. İşyeri komiteleri gibi mahalle komiteleri de yaygındı. Çoğunluğu spekülasyon ve piyasa kontrolü amacıyla kasten boş bırakılan konutları mahalle komiteleri tespit edip kullanıma açıyordu. Kitlelerin politik bilincinde muazzam bir sıçrama yaşanıyordu.
Bu dönemde Timex, devlet havayolu işletmesi TAP, Lisnave tersane işçileri ve diğer şirketlerden işçilerin kurduğu bir işçi komiteleri federasyonu (Inter-Empresas) oluşturuldu. Bu oluşumun ilk eylemlerinden biri tatbikat için Lizbon limanlarına gelen NATO gemilerini protesto etmek oldu. Fakat işçi kitlelerin bağrından çıkan bu eylem KP ve SP’den destek görmedi. “NATO ile zıtlaşmanın gericiliği tetikleyeceği” gerekçesiyle tüm gösterileri yasakladılar, KP eylemin örgütleyicilerine saldırdı. KP’den kopmuş ve KP karşıtı olan Maoist MRPP, işçilerin eylemini anarko-sendikalist bularak kınadı. Buna rağmen gösteriye 40 bin işçi katıldı.
İşçi iktidarı hedefinden yoksun önderlikler işçi sınıfının öz-örgütlülüklerinin aldığı inisiyatifleri desteklemiyor, onları yalnız bırakıyordu. Büyük fabrikaların ve sanayilerin tümünde olmasa da birçoğunda işyeri temsilci komiteleri işe alma ve işten çıkarma gücünün büyük bir kısmını elinde toplamıştı. Her ne kadar bu komitelerde sahneye çıkan küçük sol partilerin katkıları olsa da bu siyasi oluşumlar birbirleriyle ve KP’lilerle didişiyordu. Taban inisiyatifinin önünün merkezi olarak açılması embriyo durumundaki bu özyönetim organlarının önünü açabilir ve gelişmesini sağlayabilirdi ancak KP’nin buna niyeti yoktu. KP’nin tercihi bürokratik atama gibi anti-demokratik uygulamalar ve sendikal tasfiyecilikti. MFA bile işçilerin ve rütbesiz askerlerin hareketiyle daha da sola kayarken, KP komutanların seçimle işbaşına gelmesini ve devrimi savunmak üzere işçilerin silahlandırılmasını talep etmek, yüzünü işçilere ve sıradan askerlere dönmek yerine sola kayan rütbeli subaylara yöneliyor ve yeni bir bürokratik rejimde kendilerine ayrıcalıklı bir konum yaratmak için onlarla ittifak kurmaya çalışıyordu.
Öte yandan konumu zayıflayan SP liderleri, KP’nin uygulamalarına muhalefet olarak demokrasi çağrıları yapmaya başlamıştı. Tabii ki onların bu çağrısı işçi egemenliğine dayalı bir işçi demokrasisi değil, egemenliğin banka ve sanayi kapitalistlerinin elinde olduğu bir demokrasi çağrısı idi. Devrim sürecinde SP tabanı da radikalleşti. Soares SP’nin Marksist bir parti olduğunu iddia ediyordu. SP’nin Aralık 1974’teki ilk kongresinde delegeler birbiri ardına söz alıyor, sanayinin ve bankaların devletleştirilmesi, demokratik işçi denetimini ve sosyalist bir üretim planını savunuyor, hatta bir delege kapitalizme derhal son verilmesini talep ediyordu. Ancak Soares’in Marksist retoriği sadece laftaydı ve pasiflikleriyle burjuvaziye güç toplama fırsatı veriyorlardı. Nitekim partinin sol kanadı süreç içinde tasfiye edilecekti.
İşçi sınıfının iktidarına odaklanmak yerine birbiriyle rekabet eden SP ile KP arasındaki rekabet giderek keskinleşti ve öyle bir boyuta ulaştı ki, ikisi de birbirine karşı mitingler organize etmeye başladı. Ocak 1975’te KP hegemonyasındaki hükümet, tek bir merkezi sendika yasasını geçirdi. Sendikalarda etkin olan KP bu yasayı savunuyor ve bu tek sendikaya tek başına hâkim olma hesapları yapıyordu. SP ve pek çok sol grup bu yasaya karşı çıktı. Neredeyse yarım asır sürmüş faşizmin toplumda bıraktığı etki nedeniyle bu hamleler işçiler arasında huzursuzluğa yol açıyor, tek sendika politikasına karşı miting düzenleyen SP’nin içi boş şekilsiz “demokrasi” çağrıları işçiler arasında karşılık buluyordu.
Şubat 1975’te devletleştirmeleri içermesine karşın mevcut üretim ilişkilerine dokunmayan ve güçlü ve bağımsız özel sektörü desteklemeye yönelik devlet müdahalelerini içeren 3 yıllık ekonomik plan kabul edildi. Ancak işçiler bunun kendilerine yönelik bir saldırı olduğunu fark etti.
Spinola Mart 1975’te bir darbeye daha yeltendi. Bu darbe de kitlelerin gazabına uğradı. Darbenin ardından yine kitleler fabrikaları boşaltarak sokaklara döküldü, işçiler askerlerle birlikte silahları ellerine alarak kontrol noktaları ve barikatlar oluşturdu, polis karakollarını kuşattı ve askerlere saldıran darbeci paraşütçü askerlerin etrafını sararak onları püskürttüler. Darbe saatler içinde boşa çıkarıldı. Silahlı işçiler kontrol noktaları oluşturdu ve 3 gün boyunca sokakları terk etmediler. Spinola bu sefer Brezilya’ya kaçtı. Her bir karşı-devrim hamlesi emekçilerin kitlesel tepkisiyle boşa çıkarılıyordu. Sokaklardan gelen muazzam baskı, hükümeti işçi sınıfını kontrol altına almak için bazı adımlar atmaya zorladı: asgari ücret arttırıldı ve toprak reformu sözü verildi. En zengin 7 ailenin üyeleri de dâhil olmak üzere darbenin arkasındaki pek çok işadamı tutuklandı (ancak akabinde tümü serbest bırakıldı).
Bu süreçte topraksız emekçiler özellikle ülkenin orta ve güneyinde büyük toprakları kendi doğrudan eylemleriyle kolektifleştirdiler. İşverenlerinin darbeyi nasıl finanse ettiğini öğrenen banka çalışanları bankaları işgal ettiler. Sermaye transferine engel olmak amacıyla tüm banka işlemlerini durdurdular. Bankaların kamulaştırılmasını talep ettiler, ama KP ve SP buna karşı çıktı ve sorunun çözümünü belirsiz bir geleceğe ertelemek istedi. Ancak banka çalışanları muğlak vaatlere kanacak gibi değillerdi ve işgali sürdürdüler. Hükümet devletleştirmelerin bedelsiz olup olmaması konusunda tereddüt ederken, Plessey işçileri şirketin devletleştirme için hazırladığı fahiş fiyat teklifini ifşa edecekti. Nihayetinde banka işçilerinin işgali sayesinde bankalar bir hafta içinde büyük kapitalistlere bedel ödenmeksizin devletleştirildi.[2]
Devletleştirilen bankalar şirketleri de kontrol ettikleri için geniş çaplı devletleştirmelerin sonucunda ağır sanayi, gazeteler, sigorta şirketleri, oteller, inşaat şirketleri ve başka sektörlerdeki pek çok şirket dâhil olmak üzere ekonominin %70-80’inin kontrolü doğrudan ve dolaylı olarak devletin eline geçmiş oldu. Fakat devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyet anlamına gelmemektedir. İşçi sınıfının ihtiyacı olan şey kapitalist devletleştirmeler değil, bir işçi iktidarıdır. Oysa Portekiz’de KP ve SP hükümette yer alsa da, ekonomik güç ve devlet gücü hâlâ burjuvazinin elindeydi. Ek olarak devletleştirmeler özel girişimcilere daha istikrarlı bir ekonomik ortam ve altyapı hazırlamıştı.
Egemen sınıf, 11 Marttaki girişimlerinin yenilgiye uğramasının ardından yatırım yapmama, sermaye kaçışı gibi uygulamalarla ekonomide büyük çaplı bir boykot başlattı. Ticaret açığı ve enflasyon fırladı, ulusal para birimi değer kaybetti. Egemen sınıfın bundan muradı karşı-devrim için daha geniş bir toplumsal temel yaratmaktı. Ancak bu girişimler ters tepecek ve fabrikalarda işçiler tarafından seçilen komiteler aracılığıyla işçi yönetiminin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Ama KP ve ve onun güdümündeki sendikalar grevleri “sorumsuz” ve taleplerini “imkânsız” olarak kınadı ve Lizbon’da grevlere karşı bir gösteri düzenledi, Timex grevini kırmak için ordu güçleri gönderildi. Paramiliter örgütleri ve faşist partiyi finanse eden burjuva örgütler ile KP aynı dilden konuşuyordu.
Kurucu Meclis seçimleri
Nisan 1975’te yapılan “Kurucu Meclis” seçimlerinde KP %13 oy alarak %38 alan SP ve %26 alan PPD’nin ardından üçüncü parti oldu. KP’ye yakın bir general devlet başkanı olsa da KP beklemediği bu sonucu adeta yok sayarak tasfiyeci ve anti-demokratik uygulamalarına hız verdi. 1975’in 1 Mayıs gösterilerinde Soares 1 Mayıs alanına alınmadı. SP kontrolündeki Republica gazetesi KP tarafından basıldı ve el kondu. Bu olay büyük bir etki yarattı. SP tepki olarak KP’nin olayların gerisinde kaldığını ilan eden bir miting düzenledi. KP liderliği Mart darbesinden sonra tekar yükselişe geçen sınıf hareketini yerel konseylerde ve sendikalarda kendi konumunu bürokratik olarak sağlamlaştırma fırsatına çevirmeye yöneldi. KP işgalleri “anarşist” olarak nitelendiriyor ve gelecekteki tüm işgallerin –aslında büyük ölçüde kendi kontrolünde olan– sendikalar tarafından kontrol edilmesini öneriyordu. İşçilerin desteğini alan SP ile KP’nin oy toplamı %50 iken, birbirleriyle didişen bu iki parti, bu potansiyeli sınıfın çıkarları doğrultusunda yönlendirecek vasıfta değildi. Bunda Stalinist SSCB bürokrasisinin direktiflerinin payı olmadığı düşünülemez. KP’nin bürokratik dayatmacılığını fırsata çevirmek adına burjuvazinin ve SP liderlerinin arkasına saklandığı demagojik “demokrasi” kampanyasını boşa düşürecek olan şey, geri çağırma hakkı, hiçbir yöneticinin ortalama bir işçinin ücretinden fazlasını alamaması, işçi milislerinin örgütlenmesi gibi doğrudan demokrasi hamlelerinin savunusu olurdu. Ama buna asla yeltenilmedi.
1975’in yazına doğru tekrar bir hareketlilik dönemi başlıyor, devasa miting ve grevler gerçekleştiriliyor, işçi komisyonları, mahalle komisyonları büyüyor ve ordu içinde isyan dalgası gelişiyordu. Bu dönem devrimin zirve noktasıydı. Yüzlerce işyeri –kimisinde ücretler alınamadığı için, kimisinde de patronu terk ettiği için– işçilerin yönetimindeydi. İşçi yönetimindeki bazı işletmeler devletten kredi de almaya başladı. Devlet aygıtının hızla çürümesi karşısında işçi bölgelerinde ortaya çıkan işçi iktidarının başlangıç örgütlenmeleri konut dağıtımını, spor ve kültür merkezleri kurmayı vb. üstlendi. Ordu içinde egemen sınıfın tahakkümü ortadan kalktı; subaylardan gelen emirler asker meclisleri tarafından tartışılıyor sorgulanıyor ve oylanıyordu. Ordu içindeki karşı-devrimci komplolara karşı mücadele etmek için askerler kendi devrimci örgütlerini kurdular (Askerler İrade Birliği-SUV). Bu mücadelenin büyütülmesi gereken kritik bir momentti. Sosyalist devrimin zaferi için koşullar olgunlaşmıştı ancak eksik olan şey yine devrimci önderlikti. Gerçekte Portekiz’de nüve halindeki işçi iktidarıyla onun karşısındaki son derece zayıflamış bir burjuva devlet arasında ikili bir iktidar durumu söz konusuydu. Ekonominin büyük bölümü zaten devletin elindeydi, fabrikalarda, mahallelerde ve kışlalarda işçi demokrasisinin/doğrudan demokrasinin organlarını yaratmak için adımlar atılmıştı. Ancak bunlar başlangıç formunda kaldı ve onları ilerletebilecek ve merkezileştirebilecek bir devrimci liderliğin eksikliği nedeniyle tam olarak gelişemedi. Portekiz’deki bu süreç devrimci bir önderlik olması durumunda kuşkusuz devrimin zaferiyle sonuçlanacak bir dönemdi. Tüm dünyada olduğu gibi Portekiz’de de ekonomik krizin etkisi hissedilirken, kitleler ayaktayden ve devrim sürecinin zirvesine doğru gidilirken KP sosyalist devrimi gerçekleştirmek yerine işçilere daha çok üretmeyi ve iş disiplinini salık veriyordu.
Aynı süreçte, Temmuz ve Ağustos aylarında köylülüğün daha yaygın olduğu görece geri bölgeler olan kuzey bölgelerinde sendikalara ve KP bürolarına burjuvazinin tertiplediği saldırılar başlamıştı. Bir dönem sınıfın beklentileri doğrultusunda KP’nin daha solunda sloganları öne çıkarmış olan SP ise Soaresin önderliğinde sağa dümen kırmış, bu da parti içi çatlak ve bölünmeleri tetiklemişti. KP her ne kadar düzen içi milli demokratik devrim programını benimsiyor olsa da SSCB’nin etki alanında olduğu için, burjuvazi nezdinde SP daha makul bir müttefikti. 1975 Temmuz ortalarında doğru SP ve PPD hükümetten istifa etti, böylece KP ve müttefikleri artık devlet ve bakanlıkları fiilen kontrol ediyordu. SP mitingler düzenleyerek muhalefete başladı. Kendini tek parti diktatörlüğüne karşı olan ve demokrasiyi savunan bir parti gibi sunuyordu. KP, gücünü tahkim amacıyla MFA bileşenlerinden FUR adında bir ordu grubu kurdu. Maoist-Stalinist, gerillacı ve Troçkist 70 kadar grup KP’yi destekliyordu. Başlıca Troçkist gruplardan Mandelci Birleşik Sekreterya ile bağlantılı LCI, bağlı olduğu merkezin KP’ye desteğini sonradan çekmesine rağmen KP’yi destekliyordu. Cliff’çi SWP bağlantılı PRP ise bir yandan silahlı isyan çağrısı yapıyor, diğer yandan KP’yi destekliyordu. KP’den kopma MRPP ve diğer bazı Maoist gruplar SP’yi destekliyordu. BöyleceTroçkist grupların neredeyse tamamı bağımsız bir devrimci sınıf çizgisini takip etmeyip/edemeyip devrimi yolundan saptıran iki cepheden birini destekleme noktasına savruluyordu.
Ağustos 1975’te MFA’da SP yanlısı bir grup rütbeli asker (Melo Antunes önderliğindeki Dokuzlar Grubu) sosyal demokrat bir manifesto yayınladı. Bu manifesto yerel işçi demokrasisinin fabrika ve mahallelerde güçlendirilmesini içeren tumturaklı aşağıdan demokrasi vurgularına karşın kapitalist özel mülkiyete dokunulmayacağını, sosyalizmi savunmadığını özellikle vurguluyordu. “Totalitarizmi” ve “aşırı solu” reddettiğini söylerken, Avrupa tipi çoğulcu bir demokrasiyi savunuyordu ancak yerel demokratik birimlere üretimin kontrolü görevini bırakmıyordu! Kısmi devletleştirmeler, kötü yönetilen bazı büyük toprakların alınması ve yabancı yatırımını arttırma çağrısı yapıyordu. Bu program SP, Hıristiyan Demokrat Parti ve yarı-faşist PPD tarafından desteklenirken, KP’nin artan hegemonyasından ve anti-demokratik uygulamalarından rahatsız olan MFA üyelerince de olumlu karşılandı. Söz konusu program MFA genel kurulunda kabul edildi ve KP önderliğindeki hükümet bunu onaylamak durumunda kaldı. Akabinde KP’nin çoğunluğu kaybetmesiyle hükümet düştü. Son kurulan geçici hükümet SP hegemonyası altında kuruldu. Hükümet derhal özel sektörü canlandırmak, devlet sektörünü yeniden yapılandırmak, silahlı sivillerin cezalandırılmasına yönelik yasalar çıkartmak, MFA’nın silahlı kolu COPCON’u dağıtmak ve solcuların etkisi altındaki askeri birlikleri tasfiye etmek için kolları sıvadı. Eylülde tüm radyo istasyonları ordu tarafından işgal edildi. Küba Stalinizminden etkilenen bir grubun görece daha etkin olduğu COPCON, bu hamleye karşı işçileri savunacağına yemin etse de etkili olamadı.
Ekim 1975’te burjuvazi “anarşi” karşıtı bir miting çağrısında bulundu. Ancak 800.000 işçi ve genç buna sosyalist devrim sloganlarını haykırdıkları büyük bir mitingle karşılık verdi. Portekiz işçi sınıfı tersanelerden, metal ve inşaat sektörlerinden sokaklara döküldü ve 48 saat boyunca Meclisi kuşattı. Sonunda hükümet geri adım atmak zorunda kaldı ve işçileri durdurmak için %45 ücret artışını kabul etti. Bugüne kadarki işçi eylemlerinin hep karşısında duran KP, son kurulan hükümette artık gücü azalınca bu sefer işine geldiği için işçi muhalefetini destekliyordu. Fakat devrimci tarzda değil KP bürokrasisinin hedefleri doğrultusunda. Önderliksiz işçilerin avcunun içine aldığı burjuva Meclis paçayı kurtararak çalışmaya devam etti.
Bu olaylar bağlamında 25 Kasımda SP ağırlıklı hükümete sol kanattan bir darbe girişimi oldu. Ancak bu darbe, işçi sınıfının kafasını karıştıran ve onu hazırlıksız yakalayan bir maceraydı. Sadece tersane işçileri ayaklanmayı destekledi. Sonuç olarak darbe izole oldu ve başarısızlığa uğradı. Hükümet bu darbe girişimini bahane göstererek olağanüstü hal ilan etti ve karşı-devrimci bir süreç başladı. Sol görüşlü subaylar görevden alındı veya tutuklandı, sol eğilimli askeri örgütler dağıtıldı. Ordu, barikatları dağıtmak, işçileri ve askerleri silahsızlandırmak için harekete geçti ve işçi-emekçi kitlelerden ve ordu içinden neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadı. Bağımsız radyo ve gazeteler devlet kontrolüne alındı.
Sonrasında artık fabrika işgalleri olmadı ama işçi yönetimindeki işyerleri ve tarım kooperatifleri birkaç yıl daha devam etti. 1978’de 60 bin kadar işçi halen işçi yönetimindeki fabrikalarda ve tarım kooperatiflerinde çalışıyordu. Burjuvazi, işçilerin kontrolündeki fabrikalarda, tarlalarda ve mahallelerde kontrolü kademe kademe, ama kesin olarak geri aldı. Ocak 1976’da gıda fiyatları yüzde 40 oranında arttı. Nisan 1976’da ülkede sosyalizmi gerçekleştirme sözünü kâğıt üstünde veren, devletleştirmeleri ve toprak işgallerini kalıcı ilan eden yeni bir anayasa kabul edildi. Parlamento seçimleri bir yıl önceki seçimlerle benzer oy oranlarıyla SP’nin zaferiyle sonuçlandı ve derhal IMF’nin yapısal uyum programı uygulamaya kondu. Yıllar geçtikçe burjuvazi devrim sürecinde vermek zorunda kaldığı ödünleri bir bir geri aldı. Portekiz, 1986’da AB’nin öncülü AET’ye girdi ve bundan sonra yabancı yatırımlar artmaya başladı. SP reformizmle dahi bağlarını tamamen kesen, kemer sıkma politikalarına onay veren bir burjuva partiye dönüştü.
Sonuç
Kuşkusuz egemen sınıf içindeki çözülme ve çatışmaların da Portekiz faşizminin yıkılmasında önemli rolü olmuştur. Ancak bugünün dünyası 70’lerin dünyasından oldukça farklı. Bugün kapitalizmin tarihsel krizinden, hegemonya krizinden, Üçüncü Dünya Savaşından ve otoriter-faşist eğilimlerin giderek yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu koşullarda dünyadaki burjuva denge ve eğilimlerin faşizmle mücadelede işçi sınıfına faydası olmayacaktır. ABD ve Avrupa Portekiz faşizmini alttan alta desteklemişti. İspanyol devriminde Franco yanında saf tutan, Güney Amerika, Afrika, Türkiye ve tüm dünyadaki askeri-sivil faşist rejimlerle uzlaşan emperyalist ülkelerden demokrasiyi emekçi kitleler lehine desteklemelerini beklemek boşunadır. Bu durum 2015 dönemecinden bugüne Türkiye’de halen süren totaliter rejim için de geçerlidir. 1970’lerin Portekiz’indekine benzer anti-faşist bir liberal burjuvazi Türkiye’de bugün bulunmamaktadır, dolayısıyla bugünkü sistem krizi koşullarında Türkiye’deki burjuvaziden anti-faşist bir tutum beklemek hayaldir. Çağlı’nın belirttiği üzere dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinde merkez sağ ve merkez sol arasında artık fark kalmamıştır, iç ve dış politikada finans kapitalin hizmetkârlığını paralel biçimlerde yapmaktadırlar.[3] Türkiye’deki burjuva muhalefetin faşizm safında hizalanmasının kökeninde, gerçek anlamda liberal bir burjuva hareketin Türkiye’de hiç kurulmamış olması; burjuva siyasetin devlet ile organik ilişkisinin belirgin olması; ekonomik krizin gerektirdiği zoraki siyasal istikrar ihtiyacı yatmaktadır. Ama bunların yanı sıra Türkiye kapitalizmi bu ileri emperyalist ülkelerin gelişmişlik düzeyine yaklaştıkça ekonomi-politikteki gidişatın burjuva siyasi kutupların aynılaşma eğilimine yol açması eklenebilir.
Ek olarak Portekiz’de tıpkı İspanya’da olduğu gibi ciddi bir devrimci işçi hareketi geleneği mevcuttu. Böylesi bir geleneğin varlığı çok önemlidir ve bugün Türkiye’de bu eksiktir. Var olan olan miras da ne yazık ki 12 Eylül darbesiyle harap olmuştur. Bugün yeni bir devrimci işçi mücadelesi geleneği yaratmak gereklidir. Dolayısıyla işçi-emekçi kitleler önderliklerinin izinde kendi göbeğini kendi kesmelidir. Karanfil Devriminde Portekiz işçi sınıfı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Ama dönemin reformist ve Stalinist işçi önderlikleri devrimi ilerletecek nitelikte değildi ve devrimci Marksist önderlik eksiği devrimin daha ileri kazanımlarla sonuçlanmasını ve devrimin ilerlemesini engellemiş ve işçi hareketi düzen içi sınırlara hapsolmuştur. Bir diğer husus şudur: Faşizm dönemleri seçim sandığı ile son bulacak dönemler değildir. İşçi sınıfı içinde bir çalışma yürütülmeden, örgütlü bir işçi hareketi yaratılmadan, örgütlü işçilerin devrimci mücadelesi olmadan faşizm yıkılamaz. Ne kadar uzun sürerse sürsün umudu sürdürmek, örgütlenmeye devam etmek gerekir. Kitlelerin faşizme karşı örgütlülüğü ve mücadelesi eninde sonunda meyvesini verir.
Karanfil Devrimi bize bıraktığı derslerle yenildi ancak emekçi kitlelerin derinden farkına varmış olduğu gücünü ve potansiyeli ortadan kaldırmadı. Yenilgiden sonra uzun yıllar işçi hareketi toparlanamamış olsa da, dünya egemenleri bir devrimi daha savuşturdukları için rahat bir nefes almış olsa da, bugün Avrupa’da ve dünya genelinde olduğu gibi Portekiz’de de işçi hareketinin yükseldiğini görüyoruz. 2008 krizinde mücadeleyi yükselten Portekiz işçi sınıfı yine 2023’te ülke çapında kitlesel grevlerle sahneye çıkmıştır. Öte yandan bu eğilime faşizmin yükselmesi de eşlik ediyor: 2023 seçimlerinde faşist parti Chega 3. parti oldu. Dünyada önderlik krizinin halen hüküm sürdüğü koşullarda Portekiz ve dünya işçi sınıfı, finans-kapitalin silahı faşizme yenik düşmemek, iktidarı alabilmek için devrimci önderliğiyle buluşmayı bekliyor.
[1] Ülkenin orta ve güney bölgelerinde ücretli tarım emekçilerinin oranı %90’lara ulaşırken kuzeyde bu oran 27’lere düşüyordu. Kuzey küçük-burjuva köylülüğün yaygınlığı nedeniyle burjuva propagandaya daha açıktı.
[2] Sadece bedelsiz devletleştirme sonucunda ekonomik sıkıntı çekecek küçük hissedarlara ödeme yapıldı. Ancak üç uluslararası banka devletleştirilmedi.
[3] Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, marksist.net
link: Derviş Ergin, Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele /2, 10 Ekim 2024, https://en.marksist.net/node/8361