“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; hem akıl çağıydı, hem aptallık; hem inanç devriydi, hem de kuşku; aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı; hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu...” İngiliz romancı Charles Dickens’ın bu sözleri, tıpkı kendi dönemi gibi, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemi de çarpıcı biçimde ifade etmektedir. Mesela İsrail’in Filistin’de tüm dünyanın gözü önünde yürüttüğü savaş ve katliam düşünüldüğünde insanlığın adeta bir umutsuzluk kışı altında olduğunu düşünmek işten bile değildir. Ama sürüp giden katliamın yarattığı öfkeyle İngiltere, ABD başta olmak üzere çeşitli ülkelerde sokaklara dökülen, kampüsleri mücadele alanına dönüştüren gençlerin varlığı adeta umut baharının havasını solutur.
İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırıma karşı en büyük protestolar, siyonist İsrail devletinin en büyük destekçisi olan devletlerde, İngiltere ve ABD’de emekçi sınıflar tarafından gerçekleştirildi. Bu eylemlerde özellikle gençler öne çıktı. Özellikle ABD’nin seçkin üniversitelerinden başlayıp Kanada ve Avrupa’ya sıçrayan öğrenci protestoları dünyanın gündemine oturdu. Bu eylemler İsrail, ABD ve Avrupa burjuvazisinde yalnız şaşkınlık değil dehşet de yarattı. Şüphesiz burjuvazinin korku ve tahammülsüzlüğünün haklı nedenleri var. Çünkü burjuvazi, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte onyıllardır gençleri bireysel kurtuluş propagandasına maruz bırakıyor, toplumcu fikirleri karalıyor, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğu yalanlarıyla gençleri zehirliyor. Bu çabasıyla genç kuşakları kapitalizme ve sonuçlarına karşı mücadeleden uzak tutmayı umuyor. Ama gelin görün ki hem Filistin’e uzak, hem de İsrail yanlısı propagandanın arşa vardığı İngiltere ve ABD gibi kapitalizmin merkez ülkeleri eylemlerle sarsılıyor. Gazze’de yaşananlara karşı duyarlılık göstermeyeceği, üniversitelerde parlak geleceğine hazırlandığı düşünülen gençlerin Filistin halkına destek eylemleri şüphesiz kapitalizmin zehirli propagandalarının artık eskisi gibi işlemediğini gösteriyor. Acımasız gerçekler bu zehrin panzehiri işlevini görerek gençleri uyandırıp harekete geçiriyor. İsrail, ABD, Kanada ve İngiltere egemenlerinin, bu egemenlerin hizmetindeki akademi yöneticilerinin bu eylemleri dehşet verici bulmasının ardında bu gerçek yatıyor.
Egemenler ve onların hizmetindeki kesimler, önlerinde sözümona parlak bir kariyer, parlak bir gelecek olan bu öğrencilerin nasıl olup da dünyanın öte yanındaki bu savaş karşısında sessiz kalmadığına şaşıyorlar. Devletin kolluk kuvvetlerinin atlarıyla, coplarıyla, mermileriyle üniversitelere girmesine rağmen öğrencilerin nasıl olup da geri çekilmediğine hayret ediyorlar. Oysa aslında bugün, tarihte pek çok kez yaşanan şey tekrar ediyor. Kapitalist sömürü ve haksız savaş karşısında defalarca öne atılan gençlik, bir kez daha öne atılıyor ve öfkesini, farklı bir dünyada yaşamak istediğini, mücadele azmini ortaya koyuyor.
Burjuva ideolojisi gerçeklerin duvarına çarparken…
Marksizm toplumların yazılı tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söyler. Bu tarih, sınıfların sadece belirli zamanlarda karşı karşıya gelmesiyle ilerlemez. Sınıflar arasındaki bu savaşım farklı araçlarla ve farklı biçimlerle ama kesintisiz olarak devam eder. İnişli çıkışlı bir seyir izleyen bu savaşta egemen sınıfın kendi düşüncelerini egemen düşünceler halinde tutabilmesi, konumunu koruyabilmesi bakımından son derece önemlidir. Güçlü olduğu dönemlerde egemen sınıf toplumun geneline kendi ideolojisini görece daha rahat bir biçimde hâkim kılabilir. Fakat kimi koşullarda bunu sağlamak o kadar kolay değildir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik canlanma ve SSCB’nin varlığı koşullarında gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvazi emekçi kitleleri ancak tavizler vererek kontrol altında tutabilmiştir. Fakat bu da en fazla 20 yıl kadar sürmüş, 1960’ların ortalarından itibaren hem işçi eylemlerinde hem de devrimci mücadelede ciddi bir yükseliş gerçekleşmiştir. Çünkü burjuva ideolojisinin propagandaları ne kadar sistematik, güçlü ve etkili olursa olsun gerçeğin kendisi kadar güçlü değildir ve eninde sonunda o gerçeklerin duvarına toslar.
Fransa’dan başlayıp dünyanın diğer ülkelerine yayılan, tarihe 1968 hareketi olarak geçen devrimci dalga yükselmeden önce dönemin egemenleri genç kuşağın kendilerine sorun çıkarmayacak, kolay yönetilecek bir kuşak olduğundan bahsediyorlardı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı dehşetin geride kalması, ilerleyen yıllarda görülen ekonomik büyüme, iki kutuplu dünyada gençlerin düşleyebileceği demokrasi ve özgürlükleri kapitalist dünyanın temsil ettiği şeklindeki şişirilmiş propaganda burjuvazinin kendine güvenini arttırıyordu. Oysa rüzgâr kısa zamanda tersine döndü. 68’de başlayıp dalga dalga farklı ülkelere yayılarak 80’lere kadar süren bir toplumsal canlanma dönemi yaşandı. Gençlerdeki uyanışın işçi sınıfındaki uyanışın işaret fişeği olduğu görüldü. Bu dönem boyunca iyi üniversitelerde okuyan öğrenci gençler, daha mütevazı ailelerden gelen, mütevazı okullarda okuyan gençler, fabrikalarda çalışan gençler genel olarak toplumcu değerlere, dünyayı değiştirme idealine yöneldiler. Üniversiteyi iyi dereceyle bitirip parlak bir kariyer sahibi olma hayalleri yerine toplumcu düşüncelerle devrimci mücadeleye katılmak, bu uğurda ter akıtmak gençler arasında yaygınlaştı. Fransa’dan Yunanistan’a üniversite işgalleri dalgası, ABD’de Vietnam savaşına karşı gerçekleşen kitlesel protestolar o dönemin gençler bakımından nasıl bir dönem olduğunu anlatan en iyi örneklerdir. Türkiye de ‘68 rüzgârından derinden etkilenmiştir. O yıllarda gençlerin devrimci fikirlere yönelmesi, sosyalist örgütlerde yer alması, bedelini göze alarak Filistin’e savaşmaya gitmesi, üniversite işgalleri dalgası vs. dünyadaki genel yükselişten, dönemin atmosferinden bağımsız düşünülemez. Arka planı son derece muhafazakâr olan gençler dahi bu hegemonyanın etkisiyle solculaşıyor, sosyalistleşiyordu. Mesela Harun Karadeniz’in Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabının girişinde şu cümle dikkat çekicidir: “Biz, 1960 sonrasının gençleri başlangıçta kafa yapısı olarak sağcıydık. Yurt sorunlarıyla ilgilendik sadece. Fakat o sorunlar bizi aldı ve yoğura yoğura sosyalist yaptı.”
Burjuvazi yıllar süren bu yükselişi durdurmak için Türkiye de dâhil kimi ülkelerde darbelere, en kirli yöntem ve propagandalara başvurdu. SSCB’nin çökmesiyle ise gökte aradığını yerde buldu. Bu çöküş burjuvazinin davul zurnayla sosyalizmin yenilgisini ve kapitalizmin ebedi zaferini ilan etmesine imkân verecek, ona moral üstünlük sağlayacaktı. Çünkü SSCB, sosyalizmle alâkası olmasa da kapitalizmin karşısında alternatif bir toplumsal formasyonun mümkün olduğunun bir kanıtı olarak görülüyordu. SSCB’nin çöküşünün yarattığı hayal kırıklığı, burjuvazinin sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadelenin boş bir hayal, modası geçmiş bir heves olduğu, kapitalizmin alternatifsiz olduğu yalanlarını daha etkili kıldı. Böylelikle burjuvazi gençlere birey olarak “rakipleri” arasından sivrilmek, büyük şirketlerde pozisyon kapmak, başarılı bir kariyer sürdürmek, ayrıcalıklı bir yaşam sürmek için kendilerine odaklanmalarını ve siyasetle, dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenmemelerini salık verdi. Bu çabasının sonucunda sosyalizm düşüncesi geriledikçe geriledi, örgütlü mücadele itibar kaybetti. Fakat aradan geçen yıllarda burjuvazinin yalanlarının etkisi kırılmaya ve gerçekler yavaş yavaş kendini ortaya koymaya başlayacaktı.
Gençlerin sosyalizm fikrinden ve idealinden uzaklaşmasının sebebi, kapitalist düzenin onlara gerçekten de parlak bir gelecek, mutlu bir yaşam sunması değildi, olamazdı da. İdeolojik bombardımana muazzam kaynaklar ayıran, her türlü yalanı envai çeşitte araçla yayan burjuva düzenin, gençlerin, insanların, toplumun esenliğini sağlayacak ne fıtratı ne de potansiyeli vardır. Nitekim daha çöken SSCB’nin enkazı kaldırılmadan kapitalizmin insanlığın ulaştığı en iyi sistem olduğu iddiasının koca bir yalan olduğu açığa çıktı. Milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizm adeta ifşa oldu. Sosyalizm karşısında zaferini ilan eden kapitalist sistem milenyumla birlikte içine girdiği tarihsel sistem krizinde debeleniyor. Ekonomik ve siyasal krizler birbiri ardına patlak veriyor. Hegemonya kavgasına tutuşan emperyalist güçler bu çatışmayı Üçüncü Dünya Savaşı boyutuna taşıyarak dünyayı kana bulamaya devam ediyorlar. Yüz binlerce insan savaşlarda ölmeye, yüz milyonlarca insan göç yollarına düşmeye devam ediyor. Doğa kapitalizmin bağrında açtığı yaraları kapatamayacak noktaya doğru ilerliyor. Tüm toplumsal sorunlar küresel kriz boyutuna yükselmiş bulunuyor.
Buna karşılık 2000’lerin başından bu yana işçi sınıfının, gençliğin ülkeden ülkeye sıçrayan, emperyalist metropolleri de sarsan isyanlarına tanık oluyoruz. Kapitalizmin zaferine inanmak ve başka bir sistemin mümkün olmadığını düşünmek için nesnel bir neden olmadığı yeterince açıkken bu isyanlar kapitalizmin ne pahasına ayakta durduğunun kanıtlarını sunmaya devam ediyor. Çürümüş kapitalist düzenin kendini ayakta tutabilmek için her alanda saldırganlığı, baskı ve zorbalığı arttırdığı, gerçekler kendini dayattıkça bu gerçekleri gizlemek için daha büyük manipülasyonlara başvurduğu, korkunç bir propaganda makinesini durmaksızın çalıştırdığı görmek isteyen gözler için açıktır. Kapitalizmin yarattığı çelişkiler öylesine keskinleşmiş durumda ki işçi sınıfının, emekçilerin bu acı verici çelişkilere sessizce boyun eğmeyeceği de açıktır. Tarihsel olarak süpürülme sırası kendisine gelmiş olan burjuvazi bunu engellemek için yalanları da zorbalığı da akıl almaz biçimde büyütmeye devam ediyor. Marx’ın kapitalizme ve işçi devrimine ilişkin görüşlerini revize ettiğini savunan çeşit çeşit “teorisyenler” türüyor. Cennetten arsa satan kilisenin iktidarına son veren burjuvazinin kendisi hâlâ üstelik bu dünyada cennet satmaya çalışıyor. Ama üzerine çöktüğü toplumu boğuyor, kasvet ve umutsuzluğu besliyor. Vaatlerinin alıcı bulması çoktan imkânsız hale geldiğinden zaman zaman kendisi de gerçekleri itiraf etmek zorunda kalıyor. Yarattığı yeryüzü cehennemi öylesine korkunç ki, burjuva ideologlar kapitalizmin bu şekilde sürdürülebilir olmadığını, bir çözüm bulmak gerektiğini tekrar tekrar söylüyorlar. Kendi efendilerinin hali pür melalini itiraf etmek zorunda kaldıkları bir sistem gençleri nasıl topyekûn zapturapt altında tutabilir?
Bu düzenin gençlere bir gelecek sunamayacağının alâmetleri o kadar çoğaldı ki, komünizm karşıtı propagandanın çok yoğun bir şekilde yapıldığı ve bu bakımdan diğer ülkelerden bariz bir şekilde ayrılan ABD’de dahi son yıllarda gençlerde kapitalizm karşıtlığı giderek artıyor, sosyalizme ilgi büyüyor. ABD’de 2016 ve 2020 seçimleri döneminde Demokrat Parti tabanında yaşanan değişim, gençlerin örgütlenmesi ve enerjik bir çaba sergilemesiyle ortaya çıkan Sanders fenomeni tam da bu durumun bir sonucuydu. Sosyalizm karşıtı kirli propagandanın en yoğun uygulandığı ülke olan, fırsatlar, özgürlükler ülkesi diye pazarlanan ABD’de gençlerin sosyalizme yönelmesi nedensiz de değildir tesadüf de. Ülkede gençlerin pek çoğu üniversite masraflarını karşılayamayacakları için üniversitelere başvurmuyor. Öğrenim kredileriyle, burslarla üniversite okuyan gençlerse mezun olduklarında on binlerce hatta yüz binlerce dolar borçla karşı karşıya kalıyor. Borçlu oldukları için ev ya da araba kredisi alamıyor. Toplu taşımanın çok yaygın olmadığı ülkede arabası olmayan bir gencin iş araması, iş bulunca işe gidip gelmesi neredeyse imkânsız hale geliyor. İş bulabilen gençler ağır borç yükü altında ezildiğinden yaşamını devam ettirmekte zorlanıyor. Bu durumda olan milyonlarca gençten biri yaşadıklarını “ucunda ışık görünmeyen cehennem tüneli” olarak adlandırıyor. “Seçkin” üniversitelerde “parlak” geleceklerine hazırlandığı söylenen gençlerin ezici çoğunluğu bu türlü kaygılarla boğuşuyor. Depresyon gençler arasında hızla yayılmaya devam ediyor. Sonuç olarak bu gençler kapitalizm altında kendilerine güzel bir gelecek olmadığını görüyor. Toplumsal sorunlara daha duyarlı hale geliyor, Gazze’deki İsrail katliamı karşısında sessiz kalmayı reddediyor. Gazze’de bebeklerin, gençlerin, kadınların öldürülmesine, kapitalizmin kötülüklerine öfkesi büyürken, kampüsüne giren atlı polislere direnme gücünü bu öfkesinden alıyor.
Kapitalizm çürüyor, gelecek sosyalizmde!
Vurgulamak gerekirse burjuvazi bir yandan kendini kurtarmak için dünyayı felâkete sürükleyen politikalara başvuruyor; diğer yandan emekçilerin tepki göstermemesi için de daha fazla yalan ve sahte imaj üretmek zorunda kalıyor. Böylece bu psikolojik savaş burjuvazi için her geçen gün daha zor, daha fazla efor isteyen bir savaş haline geliyor.
Çürüyen bir toplumsal formasyon sonuna doğru ilerlerken baskı ve zorbalığı arttırdığından geniş kitleler nezdinde çok güçlü, ebedi görünebilir. Bunda tefessühün, yozlaşmanın sadece egemen mahfillerde sınırlı kalmamasının önemli bir etkisi vardır. Burjuvazi emekçilerin ezildikleri, sömürüldükleri kapitalist sisteme karşı birlikte mücadele etmelerini engellemek için her zaman dayanışma, paylaşma, birlik ve mücadele gibi olumlu değerlerin yerine bireycilik, çıkarcılık, bencillik, kayıtsızlık tohumlarını ekmiştir. Bunun başarılı olabilmesi için aynı zamanda da kitleleri aptallaştıracak araçları çok yetkin bir şekilde kullanmıştır. Fakat herhalde hiçbir zaman bu kadar yaygın ve güçlü ideolojik aygıtlara sahip olmamıştır. Bu koşullar artan tefessühün ve yabancılaşmanın görünürlüğünü de arttırıyor. Öyle ki, normalde bu durumdan rahatsız olan, kapitalist düzenin değişmesini arzulayan, bunun için mücadele eden insanlarda bile bu tablo umutsuzluğa yol açabiliyor. Oysa Marksizmin diyalektik yöntemini kavrayanlar, ne belirli bir dönemde ortaya çıkan baskın gerici tabloyu kalıcı bir durum olarak değerlendirirler ne de tersine her olumlu değişikliğe, gelişmelere boyundan büyük anlamlar yüklerler. Her şey karşıtıyla birlikte vardır. Sömürü ve baskı varsa, buna karşı mücadele de vardır. Zulüm varsa başkaldırı da vardır. Savaşların, korkunç bir eşitsizliğin ve talanın olduğu bir sistemi kitlelerin gönüllüce desteklemesi mümkün değildir. Hoşnutsuz kitlelerin her zaman sessiz kalması mümkün değildir. Tüm gençlerin bir meslek, bir ev veya araba için bütün ömrünü vereceğini, insanlığın geri kalanını düşünmeden yaşayıp gideceğini, kendini topyekûn bu zavallı hale düşüreceğini zannetmek büyük bir yanılgıdır. Elif Çağlı’nın dediği gibi;
“Emekçi kitlelerin geçmişte olduğu gibi paçavralar içinde yaşamadığından veya bir lokma kuru ekmek peşinde koşmadığından hareketle, artık devrimci duyguların nesnel temelinin ortadan kalkmış olduğunu düşünenler fena halde yanılıyorlar. Zira canlıları ortak paydada birleştiren en basit ve zorunlu ihtiyaçların tatmini mücadelesinden daha yüksek moral ihtiyaçlara geçiş, insanın evrim sürecinde kat ettiği yolun göstergesidir. İnsani ihtiyaçları ve insan soyunu mutlu edecek araçları en geri halkalarda tasavvur ederek akıl yürütenler, eğer düşünce fukarası değillerse kötü niyetlidirler.”[*]
Kimsenin kuşkusu olmasın ki gençler için devrimci duyguların nesnel temeli giderek daha belirginleşecek, giderek daha fazla sayıda genç kapitalizme karşı mücadeleye atılmanın, devrimci örgütlenme gereğini yerine getirmenin, sosyalizm idealine bağlanmanın onurunu yaşayacaktır. Gençlerin devrimci mücadele yolunu seçmesi burjuvazinin dehşetini, insanlığın ümidini büyütecektir. Mehmet Sinan’ın söylediği gibi, Gelecek Sosyalizmindir!
link: Suphi Koray, Kapitalizmin Gerçekleri ve Gençliğin Mücadelesi, 23 Ağustos 2024, https://en.marksist.net/node/8339
Gençlik Sınıfının Safında Yer Almalıdır
Ücret Artışları ve Enflasyon