Kapitalizmin tarihinde görülen en büyük ekonomik krizi pandemi gölgesiyle gizlemek isteyen burjuvazi, sınıf hareketini adı konmuş ya da konmamış OHAL uygulamalarıyla ve yasaklarla bastırmaya çalışsa da, kısa bir aranın ardından mücadele yeniden yükselişe geçti. Zira ekonomik krizin yarattığı yıkım ortadan kalkmadığı gibi, sözde çöküşü engellemek adına devreye sokulan uygulamaların patlattığı enflasyon emekçilerin alım gücünü daha da düşürdü. Pandemi döneminde “evrensel temel gelir” gibi yavelerle ve kapitalizmin köklü bir değişim geçireceği lakırdılarıyla boş umutlar pompalayan egemenler, bu sistemin artık hiçbir ciddi reforma takatinin kalmadığını ve gelir dağılımını daha adil hale getirmenin onun ruhuna aykırı olduğunu attıkları her adımda gösterdiler. İşçi sınıfından fedakârlık bekleyenlerin milyarlarına milyarlar kattıkları bu dönemde çelişkilerin ayyuka çıktığı görüldü. Tüm bunlar diyalektik bir yansımayla sınıf mücadelesini keskinleştirdi. Yüz milyonlarca işçinin, grevlerle, yeni sendikalaşma hamleleriyle ayağa kalktığı bu süreçte pek çok ilke de imza atıldı. Krizin tüm yükü sırtlarına yıkılan işçiler kimi sektörlerde ilk kez sendikalaşma çabalarıyla boy gösterdiler ve bunların büyük bir kısmında tarihi başarılara imza attılar. Küresel ölçekte faaliyet gösteren bazı dev şirketleri de ilk kez grevle tanıştırdılar.
Grevlerin sayısının artması ve kazanımla sonuçlanması genelde grevlerin yaşandığı işyerlerinin, hatta sektörlerin ötesine geçen bir etki yaratır. Sınıf hareketinin kesintiye uğradığı pandemi döneminin ardından son iki yılda yaşananlar da bunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Bu noktada Avrupa ve ABD’de yaşanan yükseliş özellikle dikkat çekici yönler içeriyor.
Avrupa
Avrupa’da 2022’de yükselişe geçen sınıf hareketi 2023’te de ivmesini koruyarak ilerledi. En kitlesel mücadelelere sahne olan ülkelerin başında ise Fransa ve İngiltere yer aldı. Macron hükümetinin 2023 Ocağında gündeme getirdiği emeklilik yasasının milyonlarca işçiyi ayağa kaldırdığı Fransa, milenyumun başlarından bu yana yaşanan en kitlesel grevlerle sarsıldı. Emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran bu yasaya karşı ülkedeki 8 sendika konfederasyonunun ortak tavrıyla gerçekleşen grevlerde trenler ve uçaklar durdu, okullar kapandı, enerji işçileri, sağlık işçileri iş bıraktı, rafinerilere giden yollara barikatlar kuruldu ve polisle ciddi çatışmalar yaşandı.
Militan bir mücadele geleneğine sahip olan Fransa, beklenenin aksine sendikalaşma oranının en düşük olduğu Avrupa ülkelerinin baş sıralarında yer alıyor. Bununla birlikte sendikalar, %8’lere inen bu oranı fazlasıyla aşan bir etki gücüne sahipler. Bunda Fransa’da toplu sözleşme kapsama oranının son derece yüksek olmasının da önemli bir rolü bulunuyor. Fakat Fransız devletinin izlediği bu bilinçli politika, sendikal mücadelenin sadece ücret mücadelesine indirgenmesine ve sınıfın edilgenliğine yol açarken, gerçek örgütlü gücü de alabildiğine zayıf bir pozisyonda tutuyor. Buna sendika bürokrasisinin sınıf işbirlikçiliği ve uzlaşmacılığı da dâhil edildiğinde, sonuç, gerçekte örgütsüz olan tabandaki militan dinamiğin hızla massedilip sönümlendirilebilmesi oluyor. Aylar süren militan mücadeleye ve burjuva muhalefetin bile karşı çıkmasına rağmen Macron’un bu yasayı anayasanın istisnai bir maddesine başvurup parlamentoyu devre dışı bırakarak çıkarabilmesinin nedeni de burada yatıyor. Bununla birlikte işçi hareketindeki yükseliş ve mücadeleci bir ruh halinin güçlenmesi, Fransa’da da sendikaların tabandan zorlanmasına yol açarak bu köhnemiş yapının değiştirilmesinin zeminini güçlendiriyor.
Geride bıraktığımız yılda sınıf mücadelesinin en çok keskinleştiği Avrupa ülkesi İngiltere oldu. 2023’e eğitim, sağlık, ulaşım sektörleri başta olmak üzere kamuda çalışan 500 bine yakın işçinin grevleriyle giren bu ülke, 1980’lerden bu yana görülen en kitlesel grevlere sahne oldu. Kamu sektöründe reel ücretlerin son iki yılda keskin bir şekilde düşmesi, mücadelenin özellikle bu sektörde yoğunlaşmasına yol açtı. Uzman, pratisyen ve asistan doktorlar ilk kez birlikte greve çıktı. 2024’ün açılışı da pratisyen hekimlerin ülke tarihinde ilk kez 6 gün iş bırakmasıyla yapıldı.
İngiltere’deki en militan mücadelelerden bir diğeri ise demiryolu sektöründe gerçekleşti. 18 ay süren bir grev takvimi süresince geniş katılımlı çok sayıda grev gerçekleştiren demiryolu işçileri, nihayetinde geçtiğimiz Kasım ayında tren hatlarında iş güvencesi de dâhil olmak üzere istedikleri koşullarda bir anlaşmayı kabul ettirmeyi başardılar. Metrolarda ise mücadele halen devam ediyor. Mücadelenin bu denli uzun soluklu olabilmesinin en önemli nedeni, bu sektörde örgütlü olan Ulusal Demiryolu, Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikasının (RMT) mücadeleci bir yönetime sahip olmasıdır. Bunun sadece demiryolu işçileri için değil tüm işçiler için önemli bir kazanıma dönüştüğünü vurgulamak gerekiyor. Zira başta da belirttiğimiz gibi, bir sektördeki başarılı mücadeleler diğer sektörlerdeki işçileri de motive ediyor. Ama daha da önemlisi, mücadeleci sendikaların arayış içindeki işçilere örnek olup cesaret vermesidir.
İngiltere Avrupa’nın en anti-demokratik sendika yasalarına sahip ülkeleri arasında yer alıyor ve sendikalaşma oranlarında 1980’den bu yana ciddi bir düşüş yaşanıyor. Öyle ki bugün bu oran neredeyse yarıya inerek %22’ye gerilemiş durumda. Bununla birlikte, grevlerin sayısında, uzunluğunda ve kapsadığı işçi sayısında son iki yıldır sıçramalı bir artış yaşanıyor. Grevde geçen işgünü sayısının 2010’lardaki rakamların 8,5 katına çıkmış olması da sınıf hareketindeki canlanmanın çarpıcı bir göstergesidir. Tam da bu yüzden Muhafazakâr Parti hükümeti grev karşıtı yeni yasalarla saldırıya geçmiştir.
Eğitim, ulaşım, sağlık, ambulans, itfaiye ve sınır güvenliği hizmetlerindeki grevleri “asgari hizmetlerin sürdürülmesi” dayatmasıyla sınırlayan bu yasa, örneğin demiryollarında seferlerin %40’ının sürdürülmesini şart koşmaktadır. Bu anti-demokratik yasa grev hakkını gasp etmekte ve grevi fiilen işlevsiz hale getirmektedir. Hükümet bu sınırlamalara uyulmayan grevleri yasadışı ilan ederek meşruiyetini sorgulatmaya ve katılımı azaltmaya çalışmaktadır. Sendikalarsa bu demokratik haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceklerini ve bunun için çeşitli eylemler örgütleyeceklerini duyurmaktadırlar.
Büyük işyerlerindeki ve kilit sektörlerdeki sendikalaşma çabalarının, hak arama mücadelelerinin ve grevlerin çalı yangını gibi diğer işyerlerine de yayılma potansiyeli taşıdığını ve bu mücadele ruhunun sınıf bilincinin gelişim sürecini hızlandırdığını bilen burjuvazi, bu zemini ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmaktadır. Nitekim benzer yasaların Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve ABD’de de çıkarılması bunun burjuvazinin küresel saldırılarından biri olduğuna işaret ediyor. İngiltere’de, Fransa’da, Belçika’da ve diğer pek çok ülkede, bu saldırılar 2022-23 döneminde neredeyse eş zamanlı olarak gündeme sokulmuştur. Egemenler, pandemi yasaklarının kalkmasının ardından yükselişe geçen sınıf hareketini bastırmak için grev hakkını da hedefe koymuşlardır. Avrupa Komisyonunun 2022 Eylülünde yayınladığı Tek Pazar Acil Durum Enstrümanı (SMEI), bunun kılıfının nasıl oluşturulduğunu ortaya koymaktadır. Pandemiden dersler çıkarmak adına meşrulaştırılmak istenen bu sözde kriz yönetim planı, acil durumlarda malların, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımını, temel ürün ve hizmetlerin tedarikini güvence altına almak adına grev hakkının yasal korumasının kaldırılmasını da önermektedir. Birbiri ardına gelen saldırılar, bunun burjuva hükümetler tarafından kullanılacak çok işlevli bir “enstrüman” olduğunu göstermektedir. İşçi sınıfının demokratik haklarının başında gelen grev ve gösteri hakkının Avrupa’da bile ciddi saldırılara uğraması, içinden geçtiğimiz dönemin gerici siyasi karakterini ve otoriterleşmenin “yeni normal” haline geldiğini gözler önüne sermektedir.
Burjuvazi grev yasaklarını “çalışma hakkı”, “ticaret/alışveriş hakkı” gibi aldatıcı söylemlerle meşrulaştırmaya çalışsa da, bu demagojiyle söz konusu adımların anti-demokratik özünü gizleyememektedir. Bu yasak girişimleri pek çok ülkede ters teperek yeni mücadeleleri ateşlemektedir. Grev ve gösteri hakkını kısıtlamaya dönük saldırılar karşısında Belçika’da da on binlerce işçi 2023 baharında harekete geçmiştir. Belçika’nın ikinci büyük süpermarket zinciri olan Delhaize’de on hafta boyunca sürdürülen grevi baltalamak için, işçilerin marketlerde ve dağıtım merkezlerinde grev yapmasını yasaklayan bir mahkeme kararı çıkarılmasının ardından, üç sendika konfederasyonu 25 binden fazla işçinin katıldığı birleşik bir eylem gerçekleştirmiştir. Mücadelenin genişlediğini gören Belçika hükümeti, mahkeme kararıyla engellemeye çalıştığı grevleri bu kez yasal düzenlemeyle yasaklamaya girişmiştir. Haziran ayında bu doğrultuda hazırlanan yasa taslağı karşısında da eylemler hız kesmeden devam etmiştir. Ne var ki işçiler ve sendikalar bu kez de “yasadışı eyleme katılma” suçlamasıyla “isyancı” ilan edilip ceza davalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Ekim ayında ise hükümet bu saldırı silsilesine bir halka daha ekleyerek “isyancıların” protestolara katılmasını 3-6 ay yasaklayan bir yasa tasarısı hazırlamıştır. Protesto eylemlerinin yeniden alevlenmesi ve muhalefetten tepkilerin yükselmesi üzerine hükümet parlamentodaki oylamayı ertelemek zorunda kaldıysa da, niyetini açıkça ortaya koymuştur. Tüm bunlar, burjuvazinin alabildiğine pervasızlaştığını, onu durdurabilecek tek gücün ise örgütlülüğünü güçlendiren bir işçi sınıfı olduğunu gösteriyor.
ABD
2023’te ABD’de de sınıf mücadelesi alabildiğine keskinleşmiştir. Son 25 yılın en büyük iş bırakma dalgasının yaşandığı bu ülkede, otomotiv işçileri, hemşireler, öğretmenler, aktörler, senaristler, otel ve kafe işçilerinin de aralarında bulunduğu 500 binden fazla işçi greve gitmiştir. Bunlar arasında, üç otomobil devinde (Ford, GM, Stellantis) çalışan UAW (Amerika Birleşik Otomobil, Havacılık ve Tarım Uygulama İşçileri Sendikası) üyesi 150 bin otomotiv işçisi, 75 binden fazla sağlık işçisi, 60 bin eğitim işçisi, aralarında oyuncuların da olduğu 160 bin sinema emekçisi, 11 binden fazla senarist, 3 bin Starbucks işçisi, 6 bin otel temizlikçisi, gerçekleştirdikleri grevlerle ve elde ettikleri kazanımlarla en çok öne çıkanlar olmuştur.
Ekonomik krizin faturasının çıkarıldığı işçiler, onyıllardır görülmedik bir hızla yükselen ve üç yıldır kalıcı hale gelen enflasyon karşısında eriyen ücretlerini telafi etmek ve artan saldırılara karşı koymak için mücadeleye atılmak zorunda kalıyorlar. Nitekim yaşanan grevlerin büyük bölümünde işçilerin talepleri ücretlerin iyileştirilmesiyle sınırlı kalmıyor. Örneğin UAW grevinde üç otomobil tekelinin aynı anda greve çıkmasıyla bir ilke imza atılmıştır. İşçiler, ciddi bir ücret artışının yanı sıra 4 günlük iş haftası, geçici işçilerin kadroya alınması, yeni işe alınanlara daha düşük ücret ve daha az sosyal haklar sağlayan uygulamalara son verilmesi, emeklilik desteklerinin iyileştirilip emekli maaşlarının arttırılması ve yeni işe giren işçilerin de emeklilik planına dâhil edilmesi, fabrika kapanışlarında grev hakkı gibi önemli taleplerle 50 gün grevde kalmışlar ve taleplerinin önemli bir bölümünü kazanmayı başarmışlardı. Daha da ötesi, 15 Eylülde başlayan ve bir buçuk ay süren bu grevin en önemli kazanımının, on binlerce otomotiv işçisinin ruh halinde büyük bir değişim yaşanmış olmasıdır. Üstelik bu değişim sadece grevci işçilerle sınırlı kalmayıp çok daha geniş bir alana yayılmıştır. UAW grevi de, diğer güçlü grevler de, sendikaların binlerce yeni üye kazanmasını sağlamıştır. UAW, ayrıca “Ayağa Kalk” şiarıyla bir kampanya başlatarak Toyota, Honda, Hyundai, Tesla, BMW, Mercedes-Benz gibi pek çok otomobil tekeline ait fabrikalarda örgütsüz çalışan işçileri sendikal örgütlenmeye çağırmaktadır.
ABD’de son yıllarda sendikalaşma mücadelesi otellerden kafe zincirlerine, Amazon gibi lojistik devlerine, bilişim sektörüne doğru hızlı bir yayılım göstermiştir. Özellikle “beyaz yakalı” tabir edilen işçilerin giderek daha geniş kitleler halinde sınıf mücadelesiyle tanışmaları son derece önemli bir gelişmedir. Bu, burjuvazinin sınıfı bölüp güçsüz düşüren ideolojik saldırılarının gücünün, nesnellik değiştikçe zayıfladığını göstermektedir. Kendini işçi olarak görmeyen bu kesimler, çalışma ve yaşam koşulları giderek mavi yakalı işçilerin bile altına geriledikçe, daha fazla mücadeleye atılmakta ve sınıf bilinci kazanmaya açık hale gelmektedirler. Eğitim, sağlık, lojistik, sinema, medya gibi sektörlerde çalışan işçilerin yeni bölüklerinin son yıllarda çok daha kitlesel mücadelelere girişmeleri de bunun ifadesidir. 2022 yılında en yüksek sendikalaşma oranlarına, %34 civarıyla, koruyucu hizmetler, eğitim ve kütüphane çalışanları ulaşmıştır. Sağlık sektöründe yirmi yılda gerçekleşen grev sayısı 85 iken, son iki yılda 40 grev yaşanması, bu değişimi açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
2023 verileri henüz açıklanmadığı için 2022 verilerini baz alarak baktığımızda, ABD’de sendikalaşan işçi sayısının bir önceki yıla göre 273 bin arttığını görüyoruz.[1] Sendika üyeliği sayılarında son beş yılda üst üste yaşanan düşüşün ardından yeniden yükselişe geçilmesi açısından bu rakam önemlidir. Daha da önemlisi, bu değişimin geniş bir toplumsal yansıması olmasıdır. Yapılan Gallup anketleri, sendikaların toplumsal desteğinin 2021’den bu yana %70 düzeylerine çıktığını göstermektedir.[2] Bu 1960’lardan bu yana görülen en yüksek orandır ve 2010’da %48’e düşen oranın bariz bir şekilde arttığı görülmektedir. Grevci işçilerin gördüğü toplumsal destek açısından da durum aynıdır.
Burjuvazinin saldırılarının ve işbirlikçi sendikacılığın sendikal harekette yarattığı yıkım
Sosyalizm fikrinin ağır bir darbe aldığı ve neoliberal ideolojinin hâkimiyetini ilan ettiği 1980’lerden bu yana mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının son derece zayıfladığını ve “çağdaş sendikacılık” ya da “sosyal diyalog” adına sınıf işbirliği ve uzlaşmacılığının adeta kutsanır hale geldiğini biliyoruz. Bu çizgi sadece mücadeleci anlayışı ortadan kaldırmakla kalmayıp, sendikaları eriten bir zehir olmuştur. ABD’de ve Avrupa’da da sendikalar bu yıllardan itibaren kesintisiz bir şekilde kan kaybına uğramışlardır. Örneğin ABD’de sendikalaşma oranı uzun yıllardır %10’un üstüne çıkamamaktadır. Sadece oransal olarak değil sayısal olarak da büyük bir düşüş söz konusudur. Üstelik bu, işçi sınıfının nicel olarak sıçramalı bir şekilde büyümesi olgusuna rağmen böyledir. Nitekim 1983’te sendikalı işçi sayısı 17,7 milyon, sendikalaşma oranı ise %20,1[3] iken, kapitalist saldırı politikalarının gemi azıya aldığı 40 yılın sonunda sendikalı işçi sayısı 14,3 milyona, sendikalaşma oranı ise %10,1’e gerilemiştir. Bu oran, kayıtlardaki en düşük orandır.
Yıllar içindeki değişimin bir başka örneği, kamu-özel sektör sendikalaşma oranlarında yaşanmıştır. 1980’lerde özel sektörde 12 milyon, kamu sektöründe ise 5,5 milyon civarında sendikalı işçi varken, bugün özel sektör sendikalı işçi sayısı, 7 milyon civarında seyreden sendikalı kamu işçileriyle eşitlenmiştir. Kamu çalışanlarının sendikalaşma oranı bugün %33 civarındayken, özel sektörde bu oran %6’ya kadar gerilemiştir.
Bu oranlar işçi sınıfının ne kadar ağır bir saldırı altında olduğuna da işaret etmektedir kuşkusuz.1980’lerden itibaren iş ve sendika yasalarında yapılan değişiklikler, sermayenin emeği boğmasının aracı haline getirilmiştir. Sendika kurmayı zorlaştıran, “çalışma hakkı” adı altında yapılan düzenlemelerle[4] grevleri ve sendikaları da işlevsizleştiren yeni yasalar, sendikalaşma oranlarının ve grevlerin dramatik ölçüde düşmesine yol açmıştır. Bu koşullarda emek sömürüsünü dizginlemenin alabildiğine zorlaştığı açıktır. Sendikaların bugünkünden daha güçlü olduğu dönemlerde ücret artışlarının üretkenlik artışlarıyla aynı seviyede seyrettiğine dair veriler bu açıdan çarpıcıdır: ABD’de 1948 ile 1973 arasında üretkenlik %96 civarında artarken ücretler de %91 oranında artış göstermiştir. Fakat sendika üye sayıları düşmeye başlayınca bu durum da değişmiştir. 1973’ten 2013’e üretkenlik %74 oranında artarken ücretler sadece %9 artmıştır; üstelik bu artış 90’ların sonuna kadar devam eden yaklaşık yirmi yıllık bir düşüş döneminin ardından gerçekleşmiştir.[5]
Daha yakın dönemden de bir örnek verelim. ABD’de bu yıl büyük bir grevin yaşandığı üç büyük otomotiv tekeli 2013’ten 2022’ye kadar %92’lik bir artışla 250 milyar dolar kâr ederken, bu şirketlerde çalışan otomotiv işçilerinin ortalama ücretleri aynı dönemde %19 oranında düşmüştür. Yeni işçileri eskilere göre %30 daha düşük ücretlerle ve emeklilik ve sağlık planı gibi yükümlülüklerinden sıyrılmış biçimde işe alan bu tekeller, bu sayede ortalama ücretlerde reel bir düşüşün gerçekleşmesini sağlamışlardır. 2020’den itibaren fırlayan enflasyon ise ücretlere bir darbe daha indirmiştir.
Mücadeleci sınıf sendikacılığı yönünde arayışlar ve çabalar
Onlarca yıldır gerçekleştirilen saldırılara karşı tümüyle pasif durumda kalan işbirlikçi sendika bürokrasisi, sınıfın atalete hapsedilmesinde kilit rol oynamıştır. Fakat kapitalizmin tarihsel krizinin tüm yıkıcı sonuçlarının sökün ettiği koşullar, mücadelenin yükselmesine ve yeni arayışların hız kazanmasına yol açmıştır. Grevlerin sayısının artması, sınıf mücadelesinin büyümesi, işçi sınıfı açısından ekonomik ve sosyal kazanımların çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır. “Tek tek öncü işçilerin devrimci bilinç kazanması için, birebir ilişkiler, eğitim çalışmaları, tartışmalar vb. önemli olsa da konu sınıfın kitlesinin bilinç kazanması olunca kitlesel eylem ve mücadelelerin yerini başka bir şey dolduramaz. Bu bakımdan grevler öne çıkan mücadele yöntemleridir. Ne kadar grevin yaşandığı, bunlara kaç işçinin katıldığı, grevlerin ne kadar sürdüğü gibi veriler sınıf mücadelesi hakkında çok şey söyler. Sendikal hakların geniş olduğu ve etkili grevler örgütlemenin önünde engeller bulunmadığı koşullarda, grevin kendisi değil tehdidi bile hak almak açısından etkili bir silahtır. Dolayısıyla grevler yalnızca sınıf mücadelesinin şiddeti değil, ülkedeki demokrasinin sınırları hakkında da ciddi bir fikir verirler. Grevler hem sınıfın kitlesinin hem de onun öncüsünün okuludurlar. Öncü işçiler genellikle bu mücadele okulunda pişer, oluşur, şekillenir. Mücadele yayıldıkça bir öncü işçi kuşağı da ortaya çıkar. Böylesi bir kuşağın varlığı, sendikaları bürokratlardan temizlemek için olmazsa olmazdır.”[6]
İşte son yıllarda yaşanan değişimin asıl önemi buradadır. Nitekim sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği bu dönemde pek çok ülkede, sınıfın ruh halindeki değişimin yarattığı taban basıncı sendika bürokrasisini de sarsmaktadır. Bu değişim ABD ve Avrupa’da da görülmektedir. Örneğin ABD’de, sendikaların ancak işçi denetimiyle demokratik bir işleyişe kavuşabileceğini ve yolsuzluğun, burjuvaziyle işbirliğinin ve ataletin ancak bu sayede ortadan kalkabileceğini savunan “Demokratik Sendika Hareketi” lojistik sektöründeki Teamsters sendikasında daha mücadeleci bir sendika yönetiminin işbaşına gelmesini sağlamıştır. Bu sayede 340 bin UPS işçisi, sözleşme döneminde gerçekleştirdikleri eylemlerle güçlerini ve kararlılıklarını göstererek, şimdiye dek görülen en büyük sözleşme kazanımlarını elde etmiştir. Otomotiv sektöründe, “İmtiyaza Hayır, Yolsuzluğa Hayır, Ücret Kademelendirmesine Hayır” sloganıyla harekete geçen mücadeleci işçilerin UAW yönetimini değiştirmesi de önemli bir gelişmedir ve UAW grevi bu sayede gerçekleşebilmiştir.
Benzer bir değişim İngiltere’de RMT ve Unite gibi sendikalarda da görülmektedir. Demiryollarında örgütlü olan RMT’nin 2021’de mücadeleci bir liderliğin işbaşına gelmesiyle ateşlediği militan hareket 2022 ve 2023’e damgasını basmıştır. Aynı dönemde, İngiltere’nin ikinci büyük sendikası olan ve inşaat, imalat, taşımacılık, lojistik gibi geniş bir sektörel alanı kapsayan Unite’ın mücadeleci, sol bir yönetime kavuşması da, tabanda yaşanan değişimin sarsıcı sonuçlarından biri olmuştur.
Sınıf tabanında doğru bir perspektifle yürütülecek sabırlı çalışmaların, sendikalarda militan bir dönüşümün sağlanması açısından tek çıkar yol olduğunu gösteren örneklerin sayısının son yıllarda artması sevindiricidir. Bu örneklerden biri de İtalya’da göçmen işçilerin yaygın olduğu ulaşım sektöründe bu anlayışla örgütlenmeye çalışan SI-COBAS sendikasıdır. Enternasyonalist bir perspektifle örgütlenen mücadeleci işçilerin, bu anlayışı ulusal ve uluslararası düzeyde yaygınlaştırmaya çalışmaları, sadece ücret sendikacılığına odaklanmayıp başta emperyalist savaş ve yaygınlaşan ırkçılık olmak üzere işçi sınıfının yakıcı siyasal sorunlarına karşı da militan bir duruş sergilemeleri son derece önemli ve anlamlıdır.
Bunlar henüz sınırlı örnekler olmakla birlikte, sendika bürokrasisinin nasıl def edileceğinin ve bu gerçekleştiğinde sınıf hareketinin nasıl sıçramalı bir şekilde ilerletilebileceğinin ipuçlarını göstermeleri bakımından önemli gelişmelerdir. Tabandaki mücadeleci ruh örgütlenebildiği ölçüde bu değişim daha mücadeleci sendikacıları ve daha militan mücadeleleri de beraberinde getirmekte, kazanımlar arttıkça mücadelenin etki alanı da genişleyip güçlenmektedir. Militan sınıf sendikacılığının güç kazanması, işçi sınıfının kapitalizme karşı yükselttiği mücadelenin güç kazanması için de son derece önemlidir. Bu yüzden “Sendikaları, ısrarlı bir taban çalışmasıyla, mücadele örgütleri haline getirmekten başka yol yoktur. Bunu yapabilmek içinse sosyalistlerin her şeyden önce çalışmalarını sınıf içerisinde odaklamaları gerekiyor. Sınıf hareketinin yapısal sorunları, ancak onun içinde çözülebilir ama kendiliğinden değil, sınıf devrimcilerinin çabalarıyla”.[7]
[3] 1930’larda yükselen mücadele bu oranı 1945’te %34’lere ulaşacak kadar yukarı çekmişti.
[4] Bu yasalar, sendika üyesi olmayan işçilere, sendika aidatı ödemeden toplusözleşmeden yararlanma hakkı tanımaktadır. ABD’de şu anda bu durumda olan 1,7 milyon işçi bulunmaktadır.
[6] Oktay Baran, Yaşanan İşçi Eylemlerinin Dinamikleri ve Sorunları, 28 Eylül 2023, marksist.net/node/8069
[7] Oktay Baran, age
link: İlkay Meriç, ABD’de ve Avrupa’da Yükselen Sendikal Mücadelede Dikkat Çekenler, 14 Ocak 2024, https://en.marksist.net/node/8165
Yaktıkları Meşale Bugün Bizim Ellerimizde!
Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!