İsrail devletinin Filistin halkının haklarını tanımamasının ve uyguladığı zulmün karşısında durmak, uzun zamandan bu yana özellikle Avrupa’da ve ABD’de egemen sınıfın sözcüleri tarafından anti-semitist (Yahudi düşmanı) olarak suçlanmanın otomatik gerekçesi haline getirilmiş durumda. Bu türden kabul edilemez Yahudi düşmanlığı suçlamaları İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından iyice çığrından çıktı ve bu suçlamalar politik tutumlardan akademik tartışmalara kadar pek çok alanda İsrail devletinin terörünü eleştirenleri sindirmeye çalışmak için kuvvetli biçimde kullanılıyor. Ateşkes çağrılarını bile Yahudi düşmanlığı olarak niteleyebilen bu anlayış, 7 Ekimden bugüne kadar 19 bini aşkın Filistinliyi öldürenlere karşı duruşlarını ifade edenlerin sesini kesmek, etkilerini sınırlamak için elinden geleni ardına koymuyor.
Siyonizme karşı olmayı Yahudi düşmanlığı ile özdeşleştirip, bu iki farklı tutum arasındaki ayrımı ortadan kaldıranlar, İsrail devletinin zulmünü eleştiren herkesi anti-semitizmle suçluyorlar. İsrail devletinin politikalarını eleştiren gazetecilerden sanatçılara varana kadar çok sayıda kişi anti-semitizm suçlamasıyla işlerini kaybediyor, İsrail’i protesto gösterilerine katılan mülteciler sınırdışı edilme tehdidi ile karşı karşıya kalıyorlar. Egemen sınıfın bu sözcüleri öyle güçlü bir kampanya yürütüyorlar ki, Pensilvanya ve Harvard Üniversitelerinin rektörleri bile bu sindirme operasyonundan nasiplerini almış durumdalar. Üniversite kampüslerinde İsrail’e tepki gösterileri yapan öğrencilerin ifade özgürlüklerini savunan bu rektörler geçtiğimiz günlerde sorgulandılar, istifa etmeye zorlandılar. Baskılar sonucunda Pensilvanya Üniversitesi rektörü istifa ederken, Harvard Üniversitesi rektörü okuldaki öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun sahip çıkmasıyla şimdilik görevinde kalabildi.
İngiltere’de ırkçılığa karşı tutumu ve mücadelesi iyi bilinen İşçi Partisinin eski lideri Jeremy Corbyn’in anti-semitizmle suçlanarak siyasi linç kampanyasına uğramasının, parti üyeliğinin bile bu nedenle askıya alınmasının, ihraç edilmek istenmesinin üzerinden de uzun yıllar geçmedi. Yine İşçi Partisinin sol kanadının en tanınmış isimlerinden biri olan Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingstone da 2016 yılında Siyonistlerin Hitler’le işbirliği yaptığına dair sözlerinden sonra gelen tepkiler üzerine istifa etmek zorunda kalmıştı.[1] İşçi Partisi içindeki mevcut egemen klik bugün de Corbyn gibi, Livingstone gibi partiyi daha sola çekmeye çalışan, aynı zamanda İsrail devletinin saldırgan politikalarına karşı çıkanlara göz açtırmamaya çalışıyor. Bu ABD’de Bernie Sanders’dan Yunanistan’da Yanis Varufakis’e kadar sol bir söylemi etkin biçimde kullanan her siyasetçiyi “anti-semitist” olarak damgalayan, sosyal demokrat bir söyleme bile tahammülü olmayan burjuva siyasetin bir yöntemi ve görüldüğü üzere etkili biçimde de kullanılıyor. Sadece siyasetçilere değil, İsrail devletinin zulmünü ağzına alan gazetecilere de sanatçılara da aynı tarife uygulanıyor. Bu tutumu sergileyenler bir şekilde göze batmaya başladıklarında işlerinden atılıyorlar, konserleri, gösterileri hatta aldıkları ödüller bile iptal edilebiliyor.
Baskı ve sindirme politikalarını hayata geçirme konusunda incelikli yollar üretmekte mahir olan emperyalist devletlerin egemenleri, bu uygulamaları daha öncesinde oluşturdukları temeller üzerinden gerçekleştiriyorlar. Örneğin andığımız örneklerde söz konusu kişilere yöneltilen anti-semitizm suçlamaları, Uluslararası Holokost Anma İttifakının (IHRA) anti-semitizm tanımına ve daha önemlisi bu tanımdan hareketle yaptığı yorumlara dayandırılıyor. IHRA, 1998 yılında kurulan ve 30’dan fazla devletin üye olduğu uluslararası bir örgüttür. Bu örgüt 2016 yılında bir anti-semitizm tanımı yapıp buna dayalı yorumlar geliştirmiştir. Bu tanım ve yorumlar Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı, Almanya, İngiltere dahil pek çok Avrupa ülkesi ve Avrupa Birliği’ne bağlı pek çok kurum tarafından kabul edilmiştir.
IHRA’nın anti-semitizm tanımı aslında kabul edilebilir ve sorunsuz bir yaklaşıma sahipmiş gibi görünür. Yahudilerden nefret etmeyi ve bu nefretin sözel ve fiziksel tezahürlerini anti-semitizm olarak tanımlar. Ne var ki bu tanımın ardından, 11 adet anti-semitizm örneği verilmekte ve bu örneklerdeki yorumlar dâhilinde bir yaklaşım tavsiye edilmektedir. Bu örnekler baştaki tanımı alabildiğine geniş biçimde yorumlayarak nihayetinde İsrail devletini eleştirmeyi ayrımcılık olarak nitelendirme noktasına vardıracak değerlendirmelere kapı açmaktadır. Meselâ metindeki bu yorumlardan birinde “İsrail devletinin varlığının ırkçı bir girişim olduğunu iddia etmek” anti-semitizme örnektir deniyor. Buna göre mesela “İsrail devleti tümüyle dinle iç içe geçmiş bir ırkçılık anlayışı temelinde inşa edilmiştir. Yahudi bir anadan doğmayanlar Yahudi kabul edilmezler. İsrail devleti sınırları içinde, toprakla ancak ana soyundan üç kuşaktır Yahudi olduğu kanıtlananlar uğraşabilir”[2] diyerek çok somut gerçekleri dile getirince bile Yahudi düşmanı bir tutum almakla suçlanabilirsiniz. Zaten şimdiye kadar görülen tüm örneklerde bu IHRA metni fiilen İsrail devletinin politikalarına muhalefet edenleri sindirmek için kullanılmıştır.
Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde merkezi ve yerel yönetimler, siyasî partiler, üniversiteler, sendikalar da IHRA’nın bu anti-semitizm tanımını ve yorumunu benimsediler ve tüzüklerine dâhil ettiler. Bunun sonucunda, bu ülkelerde ve kurumlarda Siyonizmi ve İsrail devletinin politikalarını eleştirmek doğrudan hedef haline gelmeyi beraberinde getirdi. Filistin halkının haklarını savunmak, İsrail devletinin binlerce insanın yaşamına mal olan acımasız saldırılarına laf etmek bile üniversitelerde işten atılmayı, sendikalardan ve partilerden ihraç edilmeyi göze almayı gerektiriyor artık.
Bugün İsrail devletinin askeri yönden de, mali olarak da, uluslararası destek bakımından da Filistin halkından çok daha güçlü bir durumda olduğu açıktır. Ezilen, siyasi hakları gasp edilen Filistin halkı ise mücadelesinde haklıdır ve bu haklılıktan aldığı güçle dünya emekçilerinin desteğini alabilmektedir. İsrail devletinin, Filistin halkının direnişini ve Filistin halkının mücadelesine destek verenleri IHRA yorumları üzerinden anti-semitik olarak göstermeye çalışması bu psikolojik üstünlüğü kırmaya dönük bir çabanın ürünüdür. Ancak bugün dünya meydanlarında Filistin halkına verilen desteği ifade eden eylemler İsrail devletinin her şeye rağmen bu hususta amaçladığı noktaya gelemediğini göstermektedir.
Anti-Siyonizm ve anti-semitizm ne anlama gelir?
Görülüyor ki bütün bu tartışmalarda, suçlamalarda anti-semitizmin ve anti-Siyonizmin ne olduğu egemen ideolojik yaklaşımlar tarafından bilinçli bir şekilde karartılıyor, bu kavramlar yerli yerinde kullanılmıyor. Yahudilerin devlet kurma hakkına karşı olmakla İsrail devletinin politikalarını eleştirmek özdeş şeyler olarak görülüp, bu ikincisi anti-semitizmle bir tutuluyor.
Yahudilerin binlerce yıl önce sürülmüş oldukları “vaat edilmiş topraklar”a geri dönmeleri ve tüm dünya Yahudilerinin tek bir devlet altında birleşmeleri fikri olarak doğan Siyonizm, Yahudi burjuvazisinin çıkarlarına göre şekillendirilmiş bir ideolojidir. Bu ideolojiyi benimseyenler tarihsel Filistin topraklarında sadece Yahudilere ait bir “Yahudi devleti” kurulmasını isterler. Bu toprakların tümünde din, dil, ırk farkı tanımayan, tüm vatandaşların temel haklara eşit biçimde sahip olduğu bir devleti kabul etmezler. Hedef “tarihsel Filistin” toprakları olarak tanımlandığından, Siyonizm için bu geniş sınırlara ulaşana kadar her türlü yöntemle yayılma, kolonizasyon mübahtır. Anti-Siyonizm, işte Filistin Arap halkını özellikle hedef alan bu özel tip ırkçılığa ve onun yayılmacılığına karşı çıkmak anlamına gelmektedir.
Anti-semitizm ise Yahudilere (veya Yahudi kurumlarına) Yahudi oldukları için ayrımcılık yapmak, önyargılı olmak, düşmanlık beslemek veya şiddet uygulamaktır. Yahudiler egemenlerin kışkırtmaları sonucu yüzyıllar boyunca büyük eziyetlere, pogromlara, kitlesel katliamlara maruz kalmış bir halktır. Çeşitli dönemlerde egemenler kitlelerde anti-semitik duyguları canlı tutarak ve onları bu duyguları temelinde kışkırtarak dünyanın pek çok yerinde Yahudilerin zulme uğramalarına yol açmışlardır. Bu yönleriyle anti-semitizm sosyalistlerin bütünüyle karşı olacakları bir tutumu ifade eder.
Çok köklü tarihsel bir sorun olan “Yahudi sorunu”nda Marksizmin tutumu çok nettir. Marksistler Yahudilerin varlığına ve siyasal haklarına karşı olan tüm yaklaşımları reddederler ve Yahudilere karşı işlenen tüm suçları mahkûm ederler. Geçmişte Avrupa işçi hareketi içerisinde, diğerlerini değil de sadece Yahudi burjuvazisini hedefe koyan bir anti-semitizm gelişmiş, bu da sosyalizm sosuna bulanmaya çalışılmıştı. Marksistler bu tutuma karşı mücadele etmişler, Alman işçi hareketinin önderlerinden Bebel, bu tutumu “anti-semitizm aptalların sosyalizmidir” diyerek eleştirmişti.
Sosyalistler Filistin halkının ulusal-demokratik haklarını tartışmasız savunurlar. Onun bu haklarını tanımayan, onu ezen İsrail devletine karşı mücadeleyi haklı ve meşru bir mücadele olarak görürler. Ama bunun yanında Yahudilerin bir devlet kurma hakkını inkâr eden görüşlerin de karşısında dururlar. Bir haksızlığa başka bir haksızlığa yol açacak bir siyasetle karşı durmazlar. Ne var ki, Marksizmin ulusal soruna dair temel yaklaşımlarını bir kenara bırakarak yanlış bir kavrayıştan hareket edenler meseleyi bu noktaya kadar götürebiliyorlar. Son dönemde tekrar kullanılmaya başlayan “Nehirden Denize Özgür Filistin” sloganıyla bu yanlış yaklaşım giderek yaygınlaşıyor. 1960’ların sonlarından kalan bu slogan bugün solda da İslamcı kesimde de yaygın bir şekilde kullanılıyor. Dünyadaki Filistin halkıyla dayanışma eylemlerinde bu slogan çok öne çıkıyor. Türkiye’deki eylemlerde de bu sloganı sahiplenen pankartlar ve sloganlar görülüyor. İsrail devletini eleştirmek, onun zulüm politikalarının karşısında durmak anti-semitizm değildir. Filistin halkının haklarını savunmak da anti-semitizm değildir. Ama bunu İsrail halkının siyasi haklarını reddeden bir noktaya vardırmak anti-semitizmdir ve bunun Marksistler açısından kabul edilemez bir tutum olduğu açıktır.
Marksist Tutum’da konu ile ilgili yazılarımızda vurguladığımız üzere Filistin sorunu uzun süredir emperyalist güçler ve bölge güçlerinin nüfuz mücadelesinin ve bunun için yürümekte olan emperyalist paylaşım savaşının konusu haline gelmiştir. Bu nedenle Filistin halkı ve İsrailli emekçiler emperyalist savaşın gidişatının belirlediği bir kaderi yaşamakta, bunun önlerine koyduğu sorunlarla sınanmaktadırlar. Emperyalist güçlerin kangrenleştirdiği bu sorunun onlar tarafından kalıcı bir çözüme ulaştırılmasını beklemek bölgedeki bütün halklar için daha büyük yıkımları ve acıları beklemek anlamına gelmektedir.
Bölge halklarının bütün demokratik haklarını güvence altına alacak, gönüllü birlikler temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasını sağlayacak bir Ortadoğu devrimi adil ve kalıcı bir çözümün tek gerçek yolunu açacaktır. Ancak açık ki bu uzun bir mücadele sürecinin sonunda gelinebilecek bir noktadır. Sosyalistler bu hedefe doğru ilerleyecek mücadelelerini yürütürlerken her aşamada halkları birbirine düşüren yaklaşımlara karşı savaşmalı, anti-semitizm gibi bunun net örneklerinin mücadeleci işçilerin zihinlerini bulandırmasına izin vermemelidir. Bunun yanı sıra ezilen Filistin halkının mücadelesine verilecek desteği baltalamak için öne sürülen sahte anti-semitizm suçlamalarına da prim vermemeli, bunu yapanların niyetlerini de gözler önüne sermelidir.
[1] Livingstone’un bu sözleri kesinlikle mesnetsiz değildir. Örneğin geleceğin başbakanı İzak Şamir, 11 Ocak 1941’de, Ulusal Askeri Örgüt (UAÖ) ile Nazi hükümeti arasında şu askeri anlaşmanın yapılmasını önermiştir: “Yahudi kitlelerin Avrupa’dan çıkarılması Yahudi sorununun çözümü için önkoşuldur; ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan Filistin’e yerleştirilmesine ve tarihi sınırlar içinde bir Yahudi devleti kurulmasına bağlıdır…
UAÖ, Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir:
1- Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile, UAÖ’nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların varlığı mümkündür.
2- Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkündür.
3- Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich’ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu’daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir.
Bu düşüncelerden yola çıkan UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafından tanınması koşuluyla, savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder.” (Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi,Kardelen Yay., 1992, s.57-58)
[2] Filistin sorununa ilişkin geniş kapsamlı bilgi edinmek ve Marksizmin meseleyi ele alışını doğru kavrayabilmek için şu yazıya bakılabilir: Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım, 6 Eylül 2003, marksist.net/node/143
link: Selim Fuat, Siyonizme Karşı Olmak Yahudi Düşmanlığı Değildir!, 19 Aralık 2023, https://en.marksist.net/node/8147
Takiyeci Faşizme Aldanmayalım
Savaş Bütçeleri, Sanayinin Militarizasyonu ve İşçi Sınıfı