Avrupa’da burjuva düzenin mutlak krallıktan başlayarak biçimlenmesi sürecini, Osmanlı 19. yüzyılın ortalarından itibaren kendine özgü bir tarzda yaşamaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, devletin mutlak monarşi biçiminden meşruti (anayasal) monarşi biçimine evrilmesine sahne olmuştur. Bunlardan birincisi padişahın yetkisinin sınırlanmadığı bir yönetim biçimiyken, ikinci yetkinin bir meclisle paylaşıldığı ve anayasayla sınırlandığı yönetim biçimidir. Meşruti sözcüğü de zaten Osmanlıcada kanuna uygun anlamına gelir. Osmanlı örneğinde bu tip gelişmeler, Avrupa ülkelerinde yaşanan sürece kıyasla alabildiğine gecikmeli, gelgitli ve alttan gelen sarsıntılardan ziyade egemen sınıf bloku içindeki siyasal mücadeleye dayanan bir özellik arz eder.
Osmanlı Devleti’nin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını Batı’ya açmak isteyen ilerlemeci güçlerin itkisiyle, bazı reformların gerçekleştirilmesine 1839 yılında ilân edilen Tanzimat Fermanı’yla başlanır. Osmanlıcada Tanzimat-ı Hayriye olarak adlandırılan bu reformlar hayırlı düzenlemeler anlamına gelir ve yürürlüğe konmasının ardından gelenekçi güçlerin sert eleştirisiyle karşılaşır, kesintiye uğrar. Daha sonra 1876 yılında Kanun-ı Esasi’nin (Anayasa) ilânıyla başlayan anayasalı ve meclisli Birinci Meşrutiyet dönemi yaşanır. Fakat bu dönem de padişah II. Abdülhamid’in 1878’de meclisi fiilen feshettiği ve anayasayı yürürlükten kaldırdığı istibdat yönetimiyle son bulur.
1908 yılına gelindiğinde ise, özellikle öğrenciler ve genç subaylar arasında örgütlendiği için Batı tarafından Jön Türkler diye adlandırılan bir kadronun öncülüğünde bir burjuva devrimi gerçekleşir. Bu devrim, Abdülhamid’i, Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymaya mecbur kılar. Böylece, Devr-i Hürriyet olarak da bilinen İkinci Meşrutiyet dönemi yaşanmaya başlanır. 1908 Jön Türk devrimi, dönemin gayri Müslim burjuva güçlerinden ve Osmanlı’da bu güçlerin etkin olduğu Selanik gibi gelişmiş bölgelerin sanayi proleterlerinden destek almış olsa da, son tahlilde yine de olgunlaşmamış ve yarım kalmış bir burjuva devrimidir.
Yönetim biçiminde yarattığı değişim bakımından meşruti monarşiyi ikinci kez ilân etme noktasında kalan 1908 burjuva devriminin elde ettiği sonuç kısıtlıdır. Fakat 1908, tetiklediği dönüşümler açısından, aslında Osmanlı’nın egemen siyasal düzeninde bir daha onarılamayacak olan önemli gediği açmıştır. Nitekim peşinden gelen İttihat Terakki örgütlenmesi ve 1923 yılında kurulan burjuva cumhuriyeti, onun açtığı yol sayesinde kat edilen gelişmelerdir.
1909 yılında, 1908 Jön Türk hareketine karşı çıkan gerici güçler tarafından örgütlenen ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bir ayaklanma teşebbüsü gerçekleştirilir. Ayaklanmanın bastırılması sonucunda Abdülhamid tahttan indirilir. Ardından İttihat ve Terakki Partisinin yükselişe geçtiği, dış ve iç siyasette sorunların kızıştığı, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki ulusların bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği bir dönem yaşanmaya başlanır. Böyle bir ortamda tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki, ezilen uluslara ve emekçi halka karşı siyasal baskıyı egemen kılan bir hükümet oluşturur. Böylece bu partinin yönetimi ve onun ünlü Talat, Enver ve Cemal paşalarının üçlü diktatörlük dönemi başlar.
Bu triumvira Osmanlı’yı bir parlamento kararı olmaksızın Birinci Dünya Savaşına sürükleyecek, 1914’ten sonra da savaş gerekçesiyle Meclis mecburi tatile sokulacaktır. Birinci Dünya Savaşında uğranılan yenilginin ardından İttihatçılar yurt dışına kaçmak zorunda kalırlar. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini vermekteyken, İstanbul’u işgal altında tutan emperyalist güçler de baskıyı arttırmaktadır. İşte bu koşullar altında padişah VI. Mehmed (Vahdettin) 21 Aralık 1918’de Meclisi kapatır.
Kısaca bir sonuç çıkartmak gerekirse başlıca şu hususlar vurgulanabilir. Gecikmeli bir biçimde de olsa, Osmanlı’nın Batı kapitalizmiyle teması sonucunda 17. yüzyıldan itibaren eski düzen çözülmeye başlamıştır. Buna koşut olarak, Fransa örneğinde olduğu gibi mutlakıyetçi siyasal sistemin yerini artık bir Meclis’i de içeren meşruti bir yönetim biçimi almış ve böylece egemen düzen bir değişim sürecine girmiştir. Fakat Fransa örneğiyle kurduğumuz benzerlik de burada sona erer. Zira Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş sürecine 1789 Fransız burjuva devrimindeki gibi bir emekçi kitle isyanı damgasını basmamıştır. Ayrıca Türkiye, devrimin bir yan ürünü olarak burjuva düzeni demokrasi yönünde zorlayacak 1848 Paris işçi ayaklanması benzeri bir örneği de yaşamamıştır.
Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş biçimi, burjuva devrimlerin klasik örneklerinin yaşandığı Batı Avrupa ülkelerindeki gelişme sürecinden tamamen farklı özellikler taşır. Örneğin Fransa’da burjuva gelişim daha feodal toplumun içinde başlamış ve özel mülkiyet temelinde yükselen burjuvazi ilerleyen yıllarda kendi devrimini gerçekleştirerek düzenini kurmuştur. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden çıkıp geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel gelişim çizgisi Fransa’ya benzemez.
Osmanlı İmparatorluğu, toprakta özel mülkiyetin bulunmadığı ve bu nedenle devleti mülk edinen devletlû bir sınıfın egemen olduğu Asyatik-despotik bir tarihsel arka plana sahiptir. Osmanlı, kapitalizmin dışsal etkisiyle çözülmeye başladığında bile Avrupa ülkelerindeki gibi bir feodal toplum olmamıştır. Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin Batı’daki örneklerden farklı olması nedeniyle, Osmanlıdan TC’ye uzanan süreçte Fransa’daki demokratik burjuva devrimi gibi bir burjuva devrimini gerçekleştirmek için öne atılacak gelişmiş bir burjuvazi yoktur.
Fakat dünyadaki kapitalist gelişmenin bindirdiği basınç altında ilerleyen süreç, sosyo-ekonomik koşulların kapitalist gelişmenin önünü açacak şekilde dönüştürülmesini de giderek zorunlu kılmıştır. Tutucu ve ilerlemeci güçler arasındaki tarihsel kapışma, mevcut koşullar nedeniyle Osmanlı’da bizzat egemen devlet sınıfı içinde cereyan eder. Osmanlı egemen sınıfının Batıcı kesimi ağırlıklı olarak asker menşelidir. Zaten II. Mahmut döneminde topçunun modernizasyonu örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, Batılılaşma harekâtında başı hep ordu çekmiştir. Batı’ya açılma macerasında, Osmanlı devlet sınıfının seyfiyye olarak adlandırılan bu kesimi, hilafet düzeninden yana çıkan ve eskide ayak direyen din ulemalarına, yani ilmiyye kesimine karşı mücadeleyi hiç elden bırakmamıştır.
Asker ve sivil bürokrasinin ve Osmanlı aydınlarının içinde, değişimden, Batı’ya açılmaktan, kısacası kapitalistleşmekten yana olan unsurlar burjuva dönüşümlerin başını çekmek üzere örgütlenmeye girişirler. 1908 Jön Türk devrimi, İttihat Terakki örgütlenmesi ve TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan Milli Mücadele’nin liderliği bu temelde oluşmuş ve biçimlenmiştir. Bir başka şekilde vurgulamak gerekirse, Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur.
Vahdettin’in Aralık 1918’de Meclis’i kapatmasının ardından, Jön Türk geleneğinin uzantısı olan Mustafa Kemal gibi yenilikçi Osmanlı subay ve aydınlarının hegemonyayı ele geçirdikleri Milli Mücadele dönemi gelir. Birinci Dünya Savaşına bir taraf olarak katılan ve yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist güçler tarafından paylaşılmasını takiben başlatılan Milli Mücadele sonrasında, 1923 tepeden burjuva devrimiyle TC kurulur.
M. Kemal’in İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi ve yürüttüğü çalışmalardan sonra onun önderliği altına giren bu milli mücadele[1], yalnızca Türk ulusal kimliği temelinde kurulacak bir cumhuriyetle amacına ulaşacaktır. Burada önemli bir gerçekliği gözardı etmemek gerekir. 1923’ün 1908’in uzantısı olmasına rağmen, iki tarih arasında önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir. 1908’in arkasında, Osmanlı’da kapitalist gelişmenin taşıyıcısı olan ve dönemin en önemli burjuva katmanını oluşturan gayri Müslim burjuvazi de vardır. Jön Türk hareketi yalnızca genç Türk subay, öğrenci ve aydın unsurlar arasında değil, gayri Müslim burjuvazi arasında da örgütlüdür.
Balkan ülkelerinin ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, 1923 bu mirastan mahrum kalır. Osmanlı’nın son dönemi, güçlü parçayı oluşturan gayri Müslim burjuvazi ile henüz emeklemekte olan cılız Türk burjuva unsurlardan müteşekkil bir yerli burjuvaziye sahipken, Türkiye Cumhuriyeti esasen kendisine kalan cılız bir milli burjuvazi ile yola çıkmıştır.
M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. Burjuva devrimlerin Marksist değerlendirmesi bağlamında bir benzetme yapmak gerekirse, 1908, Marx ve Engels’in cüce devrimler olarak niteledikleri İtalya, Avusturya, Alman 1848 devrimleri kategorisinde yer alır. Zira bu devrimlerin özelliği geç burjuva devrimler oluşu, bu nedenle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşımaları ve neticede yarı yolda duraksamalarıdır. Daha önce, cüce devrimlerin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçların da cüce kalacağına değinmiştik.
Hatırlanacağı gibi, Almanya örneğinde yarım kalmış 1848 devrimini, 1870’lere doğru Bismarck öncülüğünde gerçekleştirilen ve eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen bir tepeden devrim izlemişti. Bunun gibi 1923 Türk burjuva devrimi de, cüce kalmış 1908’in yarıda bıraktığı işi son tahlilde uzlaşmacı bir tarzda tamamlamaya çalışan bir tepeden devrimdir. Almanya’da 1848 ve takiben 1866’da gerçekleşen geç kalmış burjuva devrimler, Türkiye örneğinde, gecikmeli kapitalizm nedeniyle bir o kadar daha gecikerek tarih sahnesine girmişlerdir.
TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.
Zaten Osmanlı’nın son döneminde başlamış olan burjuva dönüşüm, meşruti monarşinin (yani Meclisli işleyişin) demokratik olmayan bir cumhuriyete dönüştürülmesiyle noktalanmıştır. Osmanlı’dan devralınan kapitülasyonlar (yabancı ülke ve kuruluşlara tanınan hak ve imtiyazlar) 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile feshedilmiştir. Osmanlı’nın devasa borçlarının ödenmesini yöneten Düyunu Umumiye kaldırılmış, TC Osmanlı’nın borçlarından payına düşeni 1954’te sona erecek şekilde taksitlerle ödemeyi üstlenmiştir.
1924 Martında kabul edilen yasayla, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti dışına sürülmesi kararı alınmış ve böylece Osmanlı saltanat düzenine son verilmiştir. Kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla 1924 yılında İş Bankası kurulmuştur. Fakat toprak reformu gibi, burjuva demokratik devrimin en temel görevlerinden birini çözme doğrultusunda hiçbir şey yapılmamıştır. Toprak ağalarıyla yapılan anlaşmanın bir yansıması olarak da, Osmanlı’da topraklardaki üründen alınan aşar vergisi Şubat 1925’te kaldırılmıştır.
Kemalist devrime boyundan büyük anlamlar yükleyen kimi yaklaşımlarda, bu devrimin eski devlet aygıtını kırıp parçaladığı söylenmektedir. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, ancak gerçek halk devrimleri bu işi başarabilir. 1919-23 arasında Türkiye’de yaşanan, halk ayaklanmasına dayanan bir devrim değildir. Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir.
Burjuva gelişimin bu tipinde, eski devlet bürokrasisinin içinden çıkıp gelen fakat kapitalist gelişmenin kaçınılmazlığını da kavrayarak yenileşme isteyen unsurların, başlangıç dönemlerinde toplumsal dönüşümde öncü bir rol üstlendiğini görürüz. Fakat bu tarz bir dönüşüm, büyük toprak sahipleriyle gerici uzlaşmaları içeren, kitleleri işin içine katmaktan ve süreci hızlandırmaktan çekinen ve özellikle devletin sıkı kontrolü altındaki bir kapitalistleşme çizgisiyle somutlanır. Böyle bir gelişme çizgisiyle, demokratik burjuva devrimlerin yaşandığı Avrupa ülkelerindeki kapitalistleşme sürecini bir tutmak mümkün değildir.
Türkiye özgülünde doğru biçimde çözümlenmesi gereken çok önemli bir husus, devlet kurucu bürokrasinin sınıfsal karakteridir. Osmanlı toplum yapısında egemen sınıfı oluşturan devlet üst bürokrasisinin Batı yanlısı bölümü, İmparatorluğun çöküş döneminde artık değişen dünya koşullarının dayatması sonucunda modern kapitalist dünyayla bütünleşmeyi istemektedir ve bizzat bu misyona soyunmaktadır. Bu bürokratlar, burjuva temeller üzerinde yeni bir devletin kurulması görevini üstlendikleri ölçüde bizzat kendileri de dönüşüm geçirecek ve burjuvalaşacaklardır.[2] Bu nedenle de TC’nin kuruluş sürecine artık yeni bir sınıfın, burjuvazinin öncü kolu olarak damgalarını basacaklardır.
Burjuva devletin bu kurucu unsurlarını küçük-burjuva olarak ya da burjuva niteliğinden arındırılmış, kerameti kendinden menkul bir bürokratik kast biçiminde değerlendirmek gerçeklikle bağdaşmaz. Ne var ki bu tür değerlendirmeler Stalinist saflarda oldukça yaygındır. Ayrıca bazı Troçkist çevreler tarafından da bu doğrultuda tezler ortaya atılmıştır. Oysa yalın gerçek şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal liderliği küçük-burjuva değil, burjuvadır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır.
Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür.
Burjuva dönüşümlerin kitlelerin katıldığı devrimlerle gerçekleştirildiği ülkelerde eski mutlakıyetçi rejimlerin çok daha radikal biçimde tasfiye edildiğini görürüz. Ayrıca tarım reformu sayesinde köylülüğün kapitalist dönüşümü ve kırsal nüfusun proleterleşmesi daha kısa sürede ve sıçramalı biçimde gerçekleşir. Burjuva gelişimin devrimci yolu, kapitalist yükselişin önündeki engelleri daha kapsamlı, daha kısa sürede ve dolayısıyla daha az sancılı bir biçimde ortadan kaldırabilir. Halbuki Prusya tipi gelişme çizgisi bunun tersidir. Bu gelişme çizgisine eşlik eden tepeden burjuva devrimler, gerek eski siyasal yapının tasfiyesi ve gerekse tarım reformu gibi temel burjuva demokratik dönüşümler konusunda korkak ve tutucudur. İşte bu nedenle Türkiye’de de kapitalist gelişme sürecine, kırda alabildiğine sancılı bir çözülme süreci eşlik etmiştir.
Prusya örneğinde devletçilik olgusu ve devletin işçi sınıfıyla burjuvazi karşısında ayrımcılık yapmadığı, her iki sınıfa da eşit davrandığı safsatasının yaratılması büyük önem taşır. Benzer bir bilinç çarpıtması uzun yıllar boyunca Türkiye’de de egemen kılınmıştır. Kemalizmin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” düsturu Bismarkçılığın bir benzeridir ve işin özünde proletaryadan duyulan korkunun ifadesidir. Burjuvazinin bu korkusu salt ulusal gelişme düzeyine bağımlı olmayan ve asıl olarak tarihsel bir korkudur. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfının henüz gelişmediği bir dönemde burjuvazi gözlerini yaşama bu korkuyla açmıştır. Hele ki bu burjuva düzenin, Ekim Devriminin ürünü bir işçi devletinin yanı başında kurulduğu hatırlanacak olursa sorunun boyutları daha da iyi anlaşılır.
Emperyalizme karşı kendi siyasal bağımsızlığını savunan diğer tüm burjuva önderliklerde ve bu tür önderlikler tarafından yürütülen ulusal mücadelelerde olduğu gibi, Mustafa Kemal de kendi gemisini yürütebilmek amacıyla bazı emperyalist güçlere kafa tutar gözükürken, bazılarıyla da çeşitli anlaşmalar yapmıştır. M. Kemal önderliği, burjuva cumhuriyetini yalnızca Türk ulusunun kabulü temelinde kurabilmek için, çeşitli azınlıklara ve ezilen Kürt ulusuna karşı baskı ve dışlama politikasını egemen kılmıştır.
TC’nin kuruluş dönemini biçimlendiren bu resmi çizgi, M. Kemal’in ölümünden sonra da tek şef diktatörlüğü ve Kemalist kadro hareketiyle sürdürülmüştür. Osmanlı’dan miras kalan ve gerek ticaret gerek sanayide özel kapitalist girişimin başını çeken gayri Müslim burjuvazi faşizan uygulamalarla (zorunlu çalışma kampları, Varlık Vergisi gibi uygulamalar) çökertilerek, Türk burjuvazisinin gelişebilmesinin yolu açılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek parti iktidarı döneminde Kemalist bürokrasinin siyasal yapılanmadaki hegemon konumu, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden ve milli burjuvazinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Batı Avrupa’daki çok partili parlamenter demokrasi örneklerine kıyasla bizzat kendisi bir olağanüstü rejim ya da bürokrasinin mutlak siyasal iktidarı olarak görünen tek parti diktatörlüğü, uzun bir dönem boyunca burjuva egemenliğinin Türkiye koşullarına özgü somutlanma biçimidir. İki dünya savaşı arasındaki uluslararası koşulların da etkisiyle içe kapanan ve devlet kapitalizmi uygulamasıyla iç pazarın sömürülmesi temelinde sermaye birikimi sağlayan Kemalist tek parti iktidarı, bir yandan işçi ve emekçi kitleleri baskı altında tutarken diğer yandan Türkiye’de sanayi kapitalizmine geçişin temellerini döşemeye koyulmuştur.
Türkiye’de Milli Mücadele ve tepeden burjuva devrim sürecine damgasını basan özgün yönlerin günümüze uzanan etkileri de çok önemlidir. Bu nedenle bazı çarpıcı hususları özetle sıralamak yararlı olacaktır.
Fransa örneğinde önce özel mülk sahibi burjuvazi gelişip, buna paralel olarak kendi siyasetçilerini, bürokratlarını yaratırken, Türkiye örneğinde tersi oldu. Türkiye’de sivil-asker üst bürokrasi olarak belirginleşen devlet kurucu burjuvalar, devlet kapitalizmi sayesinde sanayi ve ticaretle meşgul olan doğrudan girişimci bir burjuva sınıfın oluşumunu hazırladılar. Bu nedenle Türkiye özgülünde bu ikinci kesim, Avrupa’daki örneklerden farklı olarak, yeterince beslenip semirene ve kendini güçlü hissetmeye başlayıncaya dek, başı sıkıştığında birinci kesimin kanatları altına sığınmayı, böylece korunmayı olağan davranış kuralı bildi. Kendini güçlü hissetmeye başlayıp artık kendi generaline ve bürokratına kafa tutmak istediğinde ise, yakın zamanlara dek (sonu darağacında ya da şüpheli ölümlerle biten bazı istisnalar dışında) pek de başarılı olamadı. Zira devlet kurucu ve rejim koruyucu misyonların tümünü kendi üzerinde topladığına yıllar boyunca kani olmuş asker ve sivil bürokrasiyi, son tahlilde burjuva iş âleminin hizmetkârı olduğuna ikna edebilmek hiç de kolay değildir.
Burjuva devletin kuruluşuna özel mülkiyet temelinde gelişmiş bir burjuva sınıfın damgasını basmadığı Türkiye gibi örneklerde, Batı Avrupa ülkelerindeki mülk sahibi burjuvaların misyonunu sivil ya da asker üst bürokrasi üstlendi. Bu bakımdan Türkiye’de burjuva düzen, bir anlamda daha baştan olağanüstü bir siyasal biçime büründü. Yine aynı nedenle devlet üst bürokrasisi siyasal yapılanmada olağanüstü bir ağırlık kazandı ve bu özellik günümüze kadar uzanıp geldi. Diyebiliriz ki, devleti sahiplenmesi sayesinde egemen sınıflar ittifakı içinde sanki bağımsız bir odak gibi yer alan bu bürokrasi için üstün konumunu yitirmemek bir hayat-memat sorunu oldu.
Bürokrasi ilekapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Fakat bu, farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir.
Türkiye’de egemen bürokrasi, devlet kapitalizmi sayesinde gelişmeye başlayan bir milli burjuvazinin öncü unsurları olarak tarih sahnesine çıktı. Uzun bir dönem boyunca karşısında ağırlıklı olarak, kırın yavaş ve sancılı biçimde çözülmesi nedeniyle bir türlü proleterleşemeyen küçük köylü kitleleri yer aldı. Burjuva düzenin kuruluş ve ilerleyiş biçimi Batı’daki örneklerden farklı olsa da, Türkiye’de de zamanla kapitalizm gelişti. Gecikmeli biçimde olsa da proletarya büyüdü ve burjuvaziyle proletarya arasındaki temel çelişki nesnel olarak olgunlaştı. Fakat burjuva düzenin kuruluşundan itibaren hükmünü icra eden özgün yön, yani bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı kolay kolay çözülmeyen bir gerçeklik olarak günümüze dek etkisini sürdürdü.
Bu gerçeklik, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki egemen çelişkinin “bürokrasiyle halk” veya “bürokrasiyle burjuvazi” arasında olduğu şeklindeki yanlış değerlendirmelere de can vermiştir. Günümüzde de bir hayli itibar gören sol liberalizm, bu tür tezlerle siyasal gerçekliği dayandığı sınıf temelinden kopartır. Oysa tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de esas çelişki burjuvaziyle işçi sınıfı arasındadır. Kapitalizmin özel mülkiyet temelinde feodalizmin içinde gelişmeye başladığı Batı Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde sahneye çıkan burjuvazi-proletarya çelişkisi, Türkiye’nin farklı koşulları, devlet mülkiyeti ve devletçilik olgusu nedeniyle daha gecikmiş biçimde ete-kemiğe bürünmüştür.
Milli Mücadele, TC’nin kuruluş tarzı ve burjuvazinin resmi ideolojisi anlamına gelen Kemalizm karşısında, çeşitli siyasal güçler kendi sınıfsal konumlarına göre tutum aldılar. Asker ve sivil bürokrasi kendisini her daim bu ideolojinin asli sahibi telakki etti. Daha doğrusu, Türkiye’nin siyasal yapılanmasında ayrıcalıklarını elden kaptırmamak için Kemalizmi devletin resmi ideolojisi olarak yaratanlar bizzat bu güçler oldu. Bunlara göre M. Kemal, dünyada eşi emsali görülmemiş bir bağımsızlık ve ilericilik hamlesinin lideriydi ve Kemalizm de böyle eşsiz bir tarihsel hamlenin ideolojisiydi.
Bunun yanı sıra uzun yıllar boyunca bir de sol Kemalizm fenomeni Türkiye sol hareketine musallat oldu. Bunu burjuvazinin resmi ideolojisinin küçük-burjuva sol varyantı olarak niteleyebiliriz. Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar.
Çeşitli vesilelerle ısıtılıp yeniden gündeme getirilen bir konudur bu. Küçük-burjuva sol aydınların bunu sürdürmekten muratları, Türkiye’deki Milli Mücadeleyi ve onun lideri M. Kemal’i devrimci bir damar olarak sunabilmektir. Liberal burjuva tutum ise, Jakobenizmi eleştirme bahanesiyle genel olarak devrimci tutumu tepeden inmecilik diye suçlar. Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir.
Fransız devrimi içinde ortaya çıkan Jakobenizm, burjuva devrimini olabilecek en ileri noktaya çekmeye çalışan ve burjuva düzen sınırları dışına çıkmadıkça kitlelerin eylemini dışlamayan burjuva devrimciliğini anlatır. Bu nedenle Jakobenizmin, kitlelerin eylemine hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve onları baskılayan tepeden inme burjuva devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir.
[1] Milli Mücadeleyi başlatan M. Kemal değildir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, ulusal ve bağımsız bir devletin kurulması amacıyla harekete geçen mülk sahibi ve varlıklı unsurlar, Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini kurmuşlardı. Bu cemiyetler merkezi organlar kurarak ve etki alanlarını genişleterek Damat Ferit Paşa’nın İstanbul hükümetinden ayrı bir yönetim odağı oluşturmayı amaçlamaktaydılar. Kemal Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçtiğinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin ileri gelenleriyle temaslarını yaygınlaştırdı ve toplanan çeşitli kongreler sonucunda bu cemiyetler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirildi. Bu süreçte M. Kemal de hegemonyasını kuracaktı. Bu arada, İstanbul işgal altındaydı ve İtilaf devletleri 1920 Martında işgali fiilen genişletmişlerdi. Bu koşullarda Vahdettin, Nisan 1920’de Meclis-i Mebusan’ı resmen feshetti. Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının çoğunlukta olduğu ve Misak-ı Milli’yi kabul eden bu son Osmanlı Meclisi kapatıldıktan sonra, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM toplandı. Daha sonra Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kendi başkanlığında Halk Fırkasına ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisine dönüştürecekti.
[2] Benzer bir gelişmeye, dünya kapitalizmi karşısında çözülen Sovyetler Birliği örneğinde de tanık olduk. Kuşkusuz bu kez yaşanan, sanayileşmiş bir ekonomik yapı üzerinde yükselen modern bürokratik-despotik rejimlerin egemen devlet sınıfı içindeki ayrışma ve dönüşüm idi.
link: Elif Çağlı, Osmanlı’dan TC’ye: Tepeden Burjuva Devrim, Ağustos 2004, https://en.marksist.net/node/8094
İklim Krizinin Asıl Mağdurları Kim?
Filistin de, Filistin Dayanışması da Abluka Altında