Türkiye’de ordunun iktidarı ele alıp faşist bir diktatörlük inşa etmesiyle sonuçlanan 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 43 yıl geçti. Fakat bu darbenin bıraktığı siyasal ve toplumsal izler aradan geçen onyıllara rağmen hâlâ silinemedi. 12 Eylül askeri faşist darbesi, devrimci tehdit altındaki düzeni yıkılmaktan korumak ve tıkanan ekonominin önünü açmak üzere mali sermayenin ihtiyaç duyduğu yapısal dönüşümleri yerine getirmek için gerçekleştirilmişti. Bu darbeyi önceleyen birkaç yıllık dönemde Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi o güne dek görülen en örgütlü ve en kitlesel gücüne ulaşmış, yükselen mücadele keskinleşen bir devrimci durum düzeyine sıçramıştı. Sermaye düzeni için ciddi bir tehdit doğuran bu durumun yanı sıra Türkiye kapitalizminin geldiği aşamada karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasi tıkanıklık da burjuvaziyi bu büyük krizi olağan yöntemlerle aşamaz hale getirmişti. İşte böylesi bir süreçte gerçekleştirilen 12 Eylül darbesiyle kurulan askeri faşist diktatörlük, devrimci harekete ve işçi sınıfına karşı her alanda büyük bir saldırı dalgası başlattı. Sosyalist örgütleri, mücadeleci sendikaları, demokratik kitle örgütlerini silindir gibi ezen faşist rejim, anti-demokratik yasalarla ve önünü açtığı neoliberal politikalarla (özelleştirmeler, güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri, taşeronlaşma, eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesi vd.) emekçilerin gelecek onyıllarını da cendere altına aldı. [1]
Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında olağanüstü burjuva rejimlerin ayrıntılı Marksist tahlilini yapan ve 12 Eylül faşizmini de kapsamlı bir şekilde inceleyen Elif Çağlı, faşist rejimin ne şekilde son bulduğunun, toplumsal ve siyasal yaşamın sonraki dönemlerine damgasını basacak kadar önemli olduğuna da dikkat çekmektedir. Nitekim “faşist rejim bir halk mücadelesiyle yıkıldığında, onun toplumsal ve siyasal yaşamda yarattığı tahribatın izleri daha kısa sürede ve daha derinden silinebilmektedir. Fakat faşizm 12 Eylül örneğinde olduğu üzere tepeden kontrollü biçimde çözüldüğünde, onun toplumsal ve siyasal kurumları, kuralları, demokrasi karşıtı yasaları ve işleyişleri kolayına tasfiye edilememektedir. Hepsinden önemlisi de, bütün bu faktörlerin birlikte belirlediği olumsuz bir toplumsal-siyasal ruh hali uzun süre etkisini sürdürmektedir.” [2] Bu olgu ne yazık ki günümüzde de toplumsal yaşamın ve mücadelenin her alanında kendisini açığa vurmaya devam etmektedir.
Mali sermayenin kapitalizmin tıkanıklığını aşmak için işçi sınıfına yönelik görülmedik bir saldırıyla karakterize olan neoliberal yapısal dönüşüm programlarını hayata geçirmeye hazırlandığı, fakat dünya ölçeğinde bir yükseliş yaşayan işçi hareketinin ve sosyalist hareketin bunun önünde büyük bir bariyer oluşturduğu o yıllarda, Türkiye bu bariyerin faşizmin balyozuyla ezilmeye girişildiği ülkelerden sadece biriydi. Nitekim daha önce Yunanistan ve aynı yıllarda Şili, Arjantin, Güney Kore gibi pek çok ülkede benzer süreçler işleyecekti.
O günün konjonktüründe bu darbeler nasıl benzerlikler taşıyorsa, kapitalizmin milenyum dönemecinden bu yana tarihsel sistem krizi içinde debelendiği bugünün dünyasında da faşist hareketlerin yine birbirlerine benzer özelliklerle yükseldiğini görüyoruz. Bir türlü canlı büyümelere açılamayan şiddetli ekonomik krizler, Üçüncü Dünya Savaşına dönüşen emperyalist paylaşım savaşı, küresel ekolojik kriz, mülteci krizi, birbiri ardına patlayan isyan dalgaları ve dikiş tutmayan burjuva parlamentarizmiyle, kapitalizm tam anlamıyla kaotik bir sürece girmiştir. Kendini her alanda bir olağanüstülük tablosuyla dışa vuran bu durum, burjuvaziyi de olağanüstü siyaset yollarına sevk etmekte ve tüm dünyada otoriter rejimlere doğru yol alınmaktadır.
Henüz kapitalizmi hedef alan güçlü devrimci hareketlerle karşı karşıya gelmese de, burjuvazi yaşanması muhtemel bu yükselişi daha doğmadan engellemek için devlet aygıtını tahkim etmekte, onu giderek daha büyük ölçüde bir asker-polis devletine dönüştürmekte ve düzene yönelik risk ve tehditlerden duyduğu korkuyla önleyici rejimler inşa etmeye yönelmektedir. [3] Özellikle 2008 krizinden sonra yükselen emekçi isyanları ve radikal sol arayışlar karşısında, faşist hareketler burjuvazinin küresel merkezlerinde planlı bir şekilde örgütlenip desteklenmektedir. Geldiğimiz noktada ABD’de Trump’ın faşist çeteleri Kongre binasını basacak kadar pervasızlaşmışken, çok sayıda Avrupa ülkesinde bile neo-faşist partiler parlamentoya girecek, hatta hükümet kuracak kadar güç kazanmış durumdadır.
Bu konjonktürde Türkiye’de yükselen otoriterleşme süreci de 2011’den itibaren Bonapartizmden faşizme doğru bir seyir izlemiştir. Elif Çağlı, 2016 Temmuz darbesinden altı ay önce kaleme aldığı yazısında bu sürecin temel dinamiklerini şöyle özetlemekteydi:
“Türkiye’de 2011’den günümüze uzanan sürece bakalım. Burjuvazi içi iktidar kapışmasında kendi cenahını palazlandırıp güçlendirmeye çalışan Erdoğan, siyasal süreçte giderek tek başına öne çıkan bir figür olarak sivrilmiş ve Bonapartlaşmıştı. Ne var ki bu durum egemen sınıf içindeki kapışmayı sonlandırmayıp tersine azdırdı. Burjuva rejim bu temelde kırılganlaşırken, kapitalist sistemin derin krizinin, Türkiye’yi içine çeken emperyalist savaşın ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin belirlediği olağanüstü koşulların daha da olgunlaşması, burjuva düzen açısından tehlikeyi büyüttü. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi düzen açısından henüz bir tehdit oluşturmasa bile, söz konusu diğer faktörler AKP iktidarı açısından yeterince köşeye sıkıştırıcıydı. Bu koşullar nedeniyle, Erdoğan kliği, sahip oldukları iktidarın yitirilmemesini kendi çıkarları açısından bir ölüm-kalım hesabına dönüştürdü. Erdoğan ise, burjuva rejimin kırılganlaştığı koşullarda, alternatifi olmayan ve bu yüzden katlanılması gereken lider pozlarında, kendini burjuva düzenin ordusundan çeşitli burjuva kesimlere dek dayattı. Bonapartlaşan Erdoğan bu temelde yol aldıkça burjuva rejimi de fiilen Bonapartlaştırdı. Ancak olağanüstü rejim uygulamaları bu noktada da durmadı ve gelişmeler faşist bir tırmanış sürecine evrildi.” [4]
Nitekim 2015 Haziran seçimlerini izleyen dönemde tırmanmaya başlayan faşizm, 2016 Temmuzunda gerçekleştirilen OHAL darbesinin ardından iktidara oturdu. Erdoğan’ın 2017’deki Anayasa referandumuyla “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında tüm kuvvetleri kendi elinde toplamasını izleyen süreçte ise kurumsallaştı.
“Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ve aslında demokrasi mücadelesinde de başı çekmesi gereken işçi sınıfı, ne yazık ki, henüz 12 Eylül askeri faşizminin günümüze uzanan tahribatından kurtulamamışken, bu kez sivil faşizmin baskılarıyla yüz yüze gelmiştir. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, 1980 dönemecinden bu yana, önce içte askeri faşizm daha sonra da dışta Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dengelerin değişmesi gibi çeşitli faktörlerin etkisiyle can acıtıcı kertede gerilemiştir. Devrimci siyasal örgütlülük bir yana, sınıfın sendikal örgütlenme düzeyi ve de mevcut sendikaların mücadelecilik düzeyi yerlerde gezinmektedir. Zaten AKP’nin işçi sınıfı üzerinde onca etki kurabilmiş olmasının nedeni de bu gerilemenin yarattığı büyük bilinç kaybı ve çıkışsızlık ruh hali olmuştur.” [5]
Türk-İslam tipi faşizm olarak adlandırdığımız bu sivil faşist rejimin temellerini döşeyen nesnel koşulları, özgünlüklerini, klasik faşizm örneklerinden ve askeri faşist diktatörlüklerden farklılaşan yönlerini Marksist Tutum’daki pek çok yazımızda ele aldık. Son dönemlerde gerek dünyada gerekse Türkiye’de yaygınlaşan tartışmaları da dikkate alarak burada birkaç hususun altını çizelim.
Dünden bugüne bazı gerçekler
İçinden geçtiğimiz dönemde Avrupa ve Amerika da dâhil olmak üzere pek çok ülkede faşist partilerin ya da liderlerin iktidara gelip anti-demokratik uygulamaları koyulaştırdığını, işçi sınıfına, göçmenlere, kadınlara, ezilen uluslara yönelik saldırıları arttırdığını biliyoruz. İktidara gelmemiş olsa bile faşist hareketlerin toplumsal desteklerini sıçramalı bir şekilde güçlendirip parlamentolara girdiklerine de tanık oluyoruz. Tüm bunların dünya çapında yükselen faşizmin göstergeleri olduğu aşikârdır. Bununla birlikte bir ülkede faşist rejimden söz etmek için bu kadarı yeterli değildir. Örneğin Trump Amerika’sı, Modi Hindistan’ı ya da Meloni İtalya’sı için, salt bu şahıslar faşist oldukları için ya da faşizan uygulamalara başvurdukları için faşizm tespiti yapılamaz. Burjuvazinin çeşitli kapsamdaki faşizan saldırılarıyla faşizmin iktidarda olması burjuva rejimler açısından kategorik olarak farklı durumlara karşılık gelmektedir.
Kapitalizmin çürüme çağı olan emperyalizm çağının temel karakteristiklerinden biri siyasi gericileşmedir ve bu çağda burjuva demokrasisisin sınırları daralmıştır. Kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında bu daralmanın alabildiğine arttığı da açıktır. Bununla birlikte olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkı görmezden gelmek son derece yanlıştır. Genellikle liberal burjuva ideologların dolaşıma soktukları sağ popülizm, otoriter devletçilik, rekabetçi otoriterlik, otoriter neoliberalizm gibi kavramlar bu alanı muğlaklaştırdığı gibi anti-faşist bilinci de köreltmektedir. Bu kavramlar, otoriter rejimler altında son derece yaygın hale gelen çeşitli faşizan uygulamaları ve politikaları [6] betimlemeye odaklanırken rejim sorununu dikkatlerden uzaklaştırmaktadır. Oysa bu politikaların ya da uygulamaların tek tek ya da öbek olarak ele alındıklarında olağanüstü bir devlet biçimini gerektirmeden hayata geçirilmeleri mümkündür. Bütün bu uygulamaları tutarlı bir bütünlüğe kavuşturan ve kalıcı hale getirmek ise totaliter bir devlet yapılanmasını gerektirir ki, bunun adı faşizmdir.
Burjuva parlamenter işleyişin kurum ve kurallarını yok eden ya da içini tümüyle boşaltıp bir kabuğa çeviren bu totaliter rejim, burjuva demokrasisini ortadan kaldırır. Muhalefeti, gücüne bağlı olarak gerekli baskı ve şiddet dozunu uygulayarak etkisiz hale getirir. Sendikaları rejimin korporatist aygıtları haline dönüştürerek muhafaza eder ya da seçmeci bir şekilde bazılarını tümüyle kapatır. Devrimci, demokrat güçlerin örgütlerini dağıtır ya da yeterince etkili değillerse buna bile ihtiyaç duymadan ağır bir baskı çemberi altında varlık sürdürmelerine göz yumar. Bununla birlikte tutuklama dalgalarını, zorbalık ve işkenceyi sistematik hale getirerek toplumu sindirir. “Ne var ki, kitleleri koyu bir karanlığa sürükleyen ve sindiren faşist rejimler, yaşamın diyalektiği nedeniyle, çeşitli iç ve dış tepkilerin birikimiyle sarsılmaya ve nihayetinde son bulmaya yazgılıdırlar.” [7]
Burada ifade edilen son husus, olağanüstü rejimlerin Marksist kavranışı açısından diğer hususlar kadar önemlidir. Zira burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimlerinin neticede geçici bir nitelik taşıdığı gerçeğini bir kenara atmak, olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkın silinmesine yol açmaktadır. Burjuva düzenin sıklık kazanan gerici, baskıcı uygulamalarına bakıp sürekli faşizm şeklinde teoriler icat eden bu tür yanlış siyasal anlayışlar, süreklilik arz edenin faşizm değil, çeşitli biçimler altında varlığını sürdüren burjuva diktatörlüğü olduğu temel gerçeğinin üzerinden atlamaktadırlar. Bu tutumun pratikteki sonucu ise, somut gerçekliği çözümlemekten ve doğru mücadele taktikleri belirlemekten yoksunluk şeklinde karşımıza çıkmaktadır. [8]
Öte yandan Elif Çağlı’nın dikkat çektiği üzere, sivil faşizm örneklerinde parlamenter sistemin askeri faşist rejimlerde olduğu gibi ani bir darbeyle lağvedilmemesi, toplumda ciddi yanılsamalar doğurabilmektedir. [9] Kurumsallaştığı bir dönemeç noktasına dek toplumun genelinde olağanüstü bir rejimin iktidara yerleşmekte olduğu algısının zayıf kalması bunun tipik bir yansımasıdır. Toplumsal muhalefete ve işçi-emekçi kitlelerin mücadeleci örgütlerine seçmeli biçimde yöneltilen baskı ve şiddet, toplumun geri kalanına dokunulmayacağı algısı yaratmaktadır. Çağlı’nın vurguladığı gibi, zamana yayılmış biçimde ve dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar, faşizmin iktidara yerleşmesini engelleyecek geniş ve birleşik bir mücadelenin örülmesi sürecini de pörsütmektedir.
Nihayetinde, rejimin adını bile koymayan ve asla gerçek bir mücadele örgütlemeye girişmeyen korkak bir burjuva muhalefet, güçsüz ve sınıf dışı yollara savrulmuş bir sosyalist hareket ve son derece örgütsüz ve bilinçsiz bir işçi sınıfı tablosu sayesinde, Erdoğan liderliğindeki sivil faşist rejim, tüm çelişkilerine ve kırılganlıklarına rağmen yedi yıldır iktidardadır. Yine bu sayede, parlamentoyu, siyasi partileri, sendikaları kapatmaya, seçim mekanizmasını askıya almaya ihtiyaç duymadan işini yürütmesi, totaliter değil otoriter bir rejim görüntüsü çizmesine de yardımcı olmuştur. Böylece muhalefeti hileli seçim sandığına hapsederek elini güçlendirmeyi başarmıştır.
Türkiye’de rejim tartışmalarının genel olarak seçim yenilgilerinden sonra canlandığını ve o eksende yaşandığını dikkate aldığımızda, rejimin niteliğine yönelik yanılsamaların boyutları daha net anlaşılmaktadır. 2016 Temmuz darbesinden bu yana Erdoğan’ın tertiplediği her sandığa, “yenilirsek bu faşizmin kurumsallaşması yolundaki son adım olacak” söylemiyle giden, dolayısıyla faşizmin çoktan kurumsallaştığı gerçeğinin üstünü örten bir muhalefetle karşı karşıyayız.
İster kendini sol olarak nitelendiren ve esas olarak CHP’de kümelenen burjuva muhalefet kesimleri, ister sosyalist örgütler açısından olsun, rejime yönelik faşizm nitelendirmesinin yarım ağız ya da tutarsız biçimde yapılmasının temelinde bu tespitin örgütsel-politik gereklerini yerine getirmekten kaçınma isteğinin yattığı açıkça görülmektedir. Bununla birlikte söz konusu kaçma/kaçınmayı güdüleyen etmenler, iki kesim açısından özsel farklılıklar içermektedir.
Rejime karşı “mücadele”yi sandığa gidip oy kullanmaya ve son derece seçmeci konulara daraltılmış bir teşhir faaliyetine indirgeyen burjuva muhalefetin pasifist çizginin dışına çıkmaktan uzak durmasının biricik nedeni kapitalist düzeni koruma kaygısıdır. Mevcut rejime karşı yürütülecek gerçek bir mücadelenin işçi sınıfının düzen sınırlarının ötesine geçmesine zemin hazırlayabileceği korkusu, sağıyla soluyla tüm burjuva muhalefeti ürkütmekte ve bu korku onu sandık ötesi bir mücadeleye girişmekten alıkoymaktadır.
Sosyalist hareket açısından ise esas mesele, SSCB’nin çöküşünün ardından yaşanan ideolojik bunalıma ve tasfiyeciliğe paralel olarak legalist/parlamentarist çizginin baskın hale gelmesi ve bunun örgütsel güç kaybını daha da pekiştirmesidir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuva ideolojisinin tüm kılcallara sinsice sızmayı başardığı bu dönemde sınıf siyasetinin yerini kimlik siyasetlerinin [10] alması, Türkiye sosyalist hareketinin ezeli sorununu, yani proleter sınıf temelinden kopukluğu iyice kangren haline getirmiştir. 2000’lerin başından itibaren mücadeleyi AKP karşıtlığına indirgeyen sosyalist yapıların yörüngeleri, kadın sorunu, Kürt sorunu, çevre sorunu, “yaşam tarzı” gibi meselelerin etrafında şekillenmeye başlamıştır. Bununla birlikte, sınıf hareketinin gerilediği bir ortamda çeşitlenip yaygınlaşan bu mücadele alanları, kitleselleşmenin aksine giderek küçülüp dar bir çevreye sıkışmayla sonuçlanmıştır. Küçüldükçe “birleşerek güç kazanma” arayışları artmış, fakat bu çabalar da derde derman olmamıştır. 12 Eylül faşizminin silindir gibi ezdiği sosyalist hareketin 90’lardaki gücüyle, sosyalist örgütlerin o dönemde gerçekleştirilen 1 Mayıs mitinglerine vb. katılımlarıyla, yığınsal grevlerle, mücadeleci sendikaların gücüyle günümüzdeki durum karşılaştırıldığında nasıl bir fecaat tablosuyla yüz yüze olduğumuz sanırız herkes için açıktır. Amorflaşan, kadrosuzlaşan, ideolojisizleşen sosyalist yapılar, karşı konulamayan bir hızla erimektedir.
2023 seçimlerinin sonuçlarını kendi cephesinden tartışan sosyalist hareketin akıl baliğ sahibi her kesimi bu gerçekliği şu ya da bu şekilde dile getirmekte ve nihayet üzerinde kafa yormaya başlamaktadır. Bu noktada işçi sınıfı temelli siyasete yapılan vurguların, bunun temel eksiklik olduğuna yönelik tespitlerin artması sevindiricidir. Bununla birlikte, tespitin otomatik olarak doğru yönelimi doğurmayacağını, küçük-burjuva bünyenin proleter tedavilere cevap vermekte (en iyimser ifadeyle) zorlanacağını biliyoruz. Ama faşist rejime ve kapitalizme karşı gerçekten mücadele etmek isteyenlerin, sınıf temelli çalışma, örgütlenme ve mücadele dışında hiçbir çıkış yolu yoktur. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “Bugün Türkiye’de, ezilen ulusun demokratik mücadelesinden ona destek veren birleşik demokratik muhalefete, baskıları hapisleri göğüsleyen gazetecilerden, akademisyenlerden çeşitli aydınlara dek, totaliter iktidara karşı yükseltilen demokrasi mücadelesi son derece önemli ve kıymetlidir. Ama bu kadarı yeterli değildir. Mevcut anti-faşist muhalefete işçi sınıfının devrimci mücadelesini katmadan kalıcı başarılar elde etmek mümkün olmayacaktır.”[11] Bu nedenle odaklanılması gereken yer bellidir!
[1] İlkay Meriç, 12 Eylül Faşizmi ve Hedefindeki İşçi Sınıfı, 12 Eylül 2017, marksist.net/node/5875
[2] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, marksist.net/node/4873
[3] Oktay Baran, Bonapartizmden Faşizme Kitabının Güncelliği, 4 Nisan 2017, marksist.net/node/5606
[4] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!
[5] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, 5 Eylül 2017, marksist.net/node/5898
[6] Anti-demokratik ve faşizan uygulamaların, yolsuzluğun, hukuksuzluğun yaygınlaşması, toplumsal muhalefetin ve medyanın üzerindeki baskıların arttırılması, OHAL uygulamalarına daha sık bir şekilde başvurulması, çeşitli hilelerle sandık sonuçlarının iktidar partisi lehine belirlenmesi, yasama ve yargının kontrol altına alınmaya çalışılması, organize yalanlarla emekçi kitlelerin kutuplaştırılması, yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, ırkçılık, LGBT düşmanlığı, faşist çetelerin desteklenmesi ve gerek duyulan zamanlarda sahaya sürülmesi, iktidara yakın olan kesimlerin çeşitli şekillerde kayrılması, yandaş sermayeye iltimaslı bir şekilde kaynak aktarılması, nepotizm, keyfilik ve benzeri uygulamalar.
[7] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!
[8] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004
[9] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir
[10] Levent Toprak, Kimlik Siyasetleri mi, Sınıf Siyaseti mi?, 4 Mayıs 2019, marksist.net/node/6659
[11] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir
link: İlkay Meriç, 12 Eylül Askeri Faşizminden Sivil Faşizme, 16 Eylül 2023, https://en.marksist.net/node/8063
“Tabii Efendim, Olur Efendim, Hemen Efendim”
Akdeniz: Mare Nostrum’dan Mare Mortum’a