Dünyanın dört bir tarafında, tüm insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılayacak gıda maddelerini üretebilecek verimli topraklar bulunmasına rağmen milyarlarca insan hâlâ açlık ve yoksulluk içinde. Market rafları temel gıda ürünleriyle tıka basa doluyken milyarlar hâlâ en temel ihtiyaçlarına ulaşmakta zorlanıyor. Yetersiz beslenmeden kaynaklanan sorunlar azalmak şöyle dursun günden güne katlanılmaz bir hal alıyor. Açlık veya gıda sorunu dendiği zaman Afrikalı kara derili insanlar akla gelse de gerçek sorun bunu kat be kat aşıyor. Küresel bir durum olan ve giderek derinleşen yetersiz beslenmeye bağlı sorunlara yönelik burjuva kurumlar bolca araştırma yapmaktalar. Kangrenleşen açlık sorununa neyin sebep olduğu ve nasıl çözüme kavuşturulacağını tartışmaktalar. Fakat tüm bunları kapitalist sistemi zan altında bırakmamaya dayanan kabullerle yapmaktalar. Onlara göre yoksulluk ve beraberinde gelen sorunlar ezelden beri hep vardı. Normal ve olağan bir durum gibi görülen açlık ve yetersiz beslenme sorununun kapitalizmin üstüne yüklenemeyeceğini savunanlar, şimdiye dek görülen toplumsal sistemler arasında yoksulluğu azaltan tek sistemin kapitalizm olduğunu iddia ediyorlar. Kapitalizm öncesi toplumların geriliğinden, kölelik gibi insanlık dışı sömürü biçimlerinden, açlık, kıtlık, salgın hastalıklar vb. nedeniyle oluşan kitlesel kırımlardan söz edip, insanlığa en yaraşır toplumsal formasyonun kapitalizm olduğunu söylüyorlar. Oysa teknolojinin muazzam ölçüde geliştiği, uzayın derinliklerinin araştırıldığı, yeni galaksilerin, yıldızların keşfedildiği, üretici güçlerin, makinaların, robotların geliştiği 21. yüzyılın dünyasında milyarlarca insan barınma, gıda ve hayatını sürdürme sorunları içinde debeleniyor.
Üstelik insanlık tarihi boyunca, toplumların yaşamlarında can yakan bir sorun olarak duran açlık, yetersiz beslenme, günümüz toplumsal düzeninde çok daha fazla çelişkili bir görüntü sunmaktadır. Zamanımızda pek çok temel sorunun çözümüne ilişkin maddi temellerin oluştuğu, bolluğun içinde yokluğun yaşandığı bir durumdur söz konusu olan. Günümüzde neredeyse tüm kapitalist devletlerde yoksullukla mücadele kampanyaları düzenlenmektedir. Çeşitli uluslararası yardım kuruluşları aracılığıyla “yoksul” ülkelerdeki açların doyurulmasından, temel insani ihtiyaçların karşılanmasından bahsedilmektedir. Ama tüm bunlar temel gerçeğin üzerinden atlanmasına hizmet etmektedir. Açlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılması değil sisteme dokunmaksızın onun kontrol edilmesi hedeflenmektedir.
Geçmişten bugüne sınıflı sömürülü toplumlarda, açlık ve yoksulluk sorununa ilişkin egemenlerin bakış açılarında, ortaya koydukları yöntemlerde belirgin bir fark bulunmamaktadır. Egemenler açlık meselesinde sorunu bireysel bir mevzu olarak görmekte ve insanların bu sorunu çözmeleri konusunda yeterince uğraş vermediklerini iddia etmekteler. Kapitalizm öncesi toplumlarda maddi koşullardan üretim araçlarının gelişkinliğine kadar şartlar aynı olmamakla birlikte emekçiler açlıkla yüz yüze kalıyor, her defasında egemenlerin hışmına uğruyorlardı. Ezilen yoksul kesim, sağlıklı bir hayat yaşamadan, karnını doyuracak gıdaya erişemeden bu hayattan göçüp gitmekteydi. Bugün de değişen bir şey yok. Fakat kapitalizm savunucuları küresel yoksulluğun giderek azaldığını söyleyebiliyorlar. Kapitalizm öncesinde toplumun %90’nının şiddetli yoksulluk içinde olduğunu, bugün ise bu oranın %10’lara kadar düştüğünü iddia edebiliyorlar. Gerçeği görmekte ve ne yaşandığını anlamakta rakamlar çoğu zaman yanıltıcı olabiliyor ve sorunun başka yönlerini gizlemek için hedef saptırabiliyor. Bugün burjuva alanda genel kabul gören bazı tanımlamalar söz konusudur: şiddetli yoksulluk, kısmi ve döngüsel yoksulluk, geçici-kalıcı yoksulluk, bölgesel yoksulluk vb. Burjuvazi olguları dilediği gibi çarpıtmak üzere ürettiği ve her gün bir yenisini eklediği bu kavramlarla hakikate takla attırmaktadır.
Aşırı yoksulluk gıda, sağlık, barınma gibi temel insani ihtiyaçların karşılanamaması olarak ifade ediliyor. Dünya Bankası tarafından yoksulluk sınırı günde 2,15 dolar olarak belirtiliyor. Uluslararası araştırmalarda, raporlarda bu rakam belirleyici oluyor. Tüm eksiklikleri ve yanlışlarına rağmen yayımlanan yıllık raporlar kapitalizmin yoksulluğu hiç de azaltmadığını gözler önüne seriyor. Dünyadaki açların ve yoksulların sayısında belirgin bir artış olduğunu ve bunun sadece ekonomik olarak kırılgan ülkelerle sınırlı kalmayıp, gelişmiş kapitalist ülkelerde de artış eğiliminde bulunduğunu gösteriyor. BM Gıda ve Tarım Örgütünün (FAO) bu yıl yayımladığı “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu 2023”[1] adlı raporuna baktığımızda, geçen yıllara oranla dünyada açlık ve yoksulluğun çok daha fazla yaygınlaştığına dair veriler karşımıza çıkıyor. Rapora göre 2022 yılında 691 milyon ile 783 milyon arasında insan açlıkla karşı karşıya gelmiş. Yine aynı raporda dünya nüfusunun yaklaşık %30’unun, yani yaklaşık 2,5 milyar insanın yeterli gıdaya erişemediği, 3,1 milyar insanın ise sağlıklı bir öğünü karşılayamadığı belirtiliyor. Milyonlarca insanın ise kronik yoksulluğunun süreceği ve bunun on yılları bulacağı ifade ediliyor. Gerçek durumun açıklanan rakamların çok üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Dünya Bankasının yoksulluk sınırı için belirlediği 2,15 dolara birkaç sent bile eklenecek olsa, yetersiz beslenen ve açlık çekenlerin sayısına milyonlarca insanın eklendiğini görürüz. Üstelik BM tarafından yapılan araştırmalarda dünya geneline ilişkin tam bir durum değerlendirmesi yapıldığı söylenemez.
Emperyalist rekabet halindeki egemenlerin gerçekleri çarpıtmak için rakip güçleri suçladıkları da biliniyor. Örneğin Batılı emperyalist güçler, açlık ve yetersiz beslenmenin nedeni olarak öne sürdükleri gıda krizine Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın yol açtığını söylüyorlar. Dönem dönem kuraklığı, yangınları, selleri, pandemiyi öne çıkarıyorlar. Ya da Putin’in, Şi’nin izlediği politikaları suçlu ilan ediyorlar. Bu sonuncularsa aynı şekilde Batılı emperyalist güçleri suçluyor, kapitalizme toz kondurmuyorlar.
BM raporlarında da gıda güvensizliğinin, yetersiz beslenmenin, açlık ve yoksulluğun nedeni savaş ve çatışmalar, iklim krizi, pandemi, durağan ekonomiler, gıda israfı, eşitsiz gelişim olarak belirtiliyor. Üretilen ürünler daha adil paylaşılsa ve hayırseverler fonlara çok daha fazla bağış yapsa önümüzdeki onyıllarda açlığa ve yoksulluğa bağlı sorunların çözüme kavuşacağı iddia edilebiliyor. Kapitalist kurumlar böylelikle asıl önemli noktanın üzerini örtüyor. Kapitalist ekonomide piyasaya sunulan tüm ürünler, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının, yoksul kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamak, sorunlarına çare olmak için değil, tersine kâr elde etmek, sermaye birikimini büyütmek için üretilirler. Kapitalist ekonomide adil bir bölüşüme yer yoktur. Üretim araçlarının sahibi olan kapitalistler yüksek kâr elde etme dürtüsüyle hareket ederler. Sorunların nedenleri olarak sıralananların tümü gerçekte sonuçlardır. Tüm bu sorunlara neden olan ise kapitalizmin kendisidir.
Raporlarda, açlık ve yoksullukla ilgili araştırmaya konu olan ülkelere baktığımızda, karşımıza daha çok Afrika ülkeleri çıkıyor. Ama açlık Afrika ile sınırlı değil, sanılanın aksine Asya ve Latin Amerika’da da çok yaygın. Ekonomik krizin derinleşerek sürdüğü, hayat pahalılığının katlanarak arttığı, işsizliğin kronikleştiği bu dönemde, açlık ve yetersiz beslenmenin neden olduğu sağlık sorunları da dünyada artmaya devam ediyor. Buna bağlı olarak bağışıklık sistemi hastalıkları, verem, ortopedik sorunlar, gelişim sorunları, zihinsel ve ruhsal hastalıklar artmış durumda. Yetersiz beslenmeden kaynaklı önlenebilir hastalıklara yakalanma oranlarında büyük bir artışın olduğu görülmektedir. Bu durum aynı zamanda stresi arttırmakla beraber, insanların hayatlarında güvensizlik duygusunun oluşmasına da neden olmaktadır. Son zamanlarda özellikle bebek ölümlerinin artması, çocuklarda yaşanan kalıcı sağlık sorunları buna örnektir. “Modern” kapitalizmde her gün binlerce çocuk yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor. Binlercesi ishal, kızamık, akut solunum yolu enfeksiyonu, sıtma gibi önlenebilir hastalıklardan dolayı yaşamını yitiriyor. Milyonlarcası kronik açlık sorunlarıyla yüz yüze. İşte şimdiye dek görülmüş ekonomik sistemlerin en iyisi kapitalizm böyle bir sistemdir!
Hayat pahalılığının arttığı, liranın değer kaybettiği, ücretlerin düştüğü Türkiye’de de yoksulluk ve yetersiz beslenmeden kaynaklı sorunlar büyümeye devam ediyor. Dünyanın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi Türkiye’de de çocuklarda bodurluğun arttığına, boy uzunluğunun düştüğüne, gelişimin bozulduğuna dair veriler yayımlanıyor. Türkiye’de yaşanan yoksulluğu daha fazla görünür kılmak için, emekçi semtlerinde saha çalışmaları yürüten Derin Yoksulluk Ağının raporları buna örnektir. Derin Yoksulluk Ağı kurucusu Hacer Foggo yaptığı bir açıklamada, yoksulluğun giderek derinleşmesinin yarattığı sonuçları, bunun özellikle hane içinde kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkilerinin çok ağır olduğunu şu şekilde vurguluyor: “Gıda fiyatlarının artmasıyla birlikte gıda alma seçenekleri azalmaya başladı. Mesela bebek bezi alma isteği neredeyse ortadan kalktı. Bunu tabii günlük güvencesiz çalışanlar için söylüyorum. Yine mama kullanan anneler aslında pandemi döneminde de yaşamışlardı, şimdi de mamayı yine bebeklere bıraktırmaya çalışıyorlar. Onun yerine lapa gibi, şekerli su gibi, pirinç lapası gibi şeyler vermeye çalışıyorlar. Öğün atlamaya başladılar insanlar. Yetersiz beslenme aynı zamanda hem çocuğun bedenini hem de zihinsel olarak gelişimini engelleyen bir duruma yol açıyor. Ama bu aynı zamanda ömrü de kısaltan bir şey ve yetişkin olduğu zaman da aslında birçok hastalıkla boğuşmasına neden olan bir durum. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları Merkezi’nin 2013 verilerine göre Türkiye’de 5 yaş altı her 10 çocuktan biri bodur. Bu çocukların üçte birinden fazlası ciddi bodur. Erkek çocuklarda yüzde 11, kız çocuklarda yüzde 8 bu oran. Yine yetersiz beslenme nedeniyle 2013 yılında yapılan araştırmada 24-59 aylık çocukların yüzde 12’si bodur. 48-59 aylık çocukların yaklaşık yüzde 3’ü ciddi bir biçimde bodur.”[2]
Beslenmek, doymak, öğün olarak yiyecek bir şeyler bulmak değildir sadece. Kalitesiz karbonhidratlarla, ekmekle, makarnayla, pirinçle günü geçiştirmek de değil. Mevcut nesillerin olduğu kadar gelecek nesillerin de sağlığını, esenliğini belirleyen bir şeydir. Örneğin 1944-1945 yıllarında Nazilerin işgali altındaki Hollanda’da tüm gıda ürünlerinin Almanya’ya akıtılması, Hollanda’yı cezalandırmak için halkın aç bırakılması üzerine “Açlık Kışı” (Hongerwinter) diye tarif edilen bir dönem yaşanmıştı. Yirmi bin insanın açlıktan öldüğü, beş milyona yakın insanın ise açlıktan etkilendiği bilinmektedir. Açlığın insanlar üzerindeki etkileri araştırıldığında ortaya korkunç gerçekler çıkmıştı. O dönemde gebe olan kadınların doğurduğu çocuklarda şizofreni oranı çok yüksekti. Kanser vakaları beş kat artmıştı. Açlık dönemi bittiğinde bile bunun psikolojik ve bedensel etkileri devam etmişti. Günümüzde açlık ve yetersiz beslenmeden kaynaklı ölümlerin, kalıcı sağlık sorunlarının yaşanmasının, Nazi işgali altındaki Hollanda örneğinden çok bir farkı yoktur. Birinde bu zor ve baskı ile yapılırken, bugün “gıda krizi” denilerek milyonlar açlığın pençesine itiliyor.
Yoksulluk ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan sorunlar birkaç ülke ile sınırlı olmayıp dünyanın genelinde hâkimdir. Üstelik gelişmiş kapitalist ülkelerde bu durumun hiç de hafife alınır yanı bulunmuyor. ABD, İngiltere, Fransa gibi muazzam zenginlik düzeyine ulaşmış ülkelere bakıldığında, buralarda işçi ücretleri ve kişi başına düşen milli gelir pek çok ülkedekinden çok daha yüksektir. Ancak bu ülkelerdeki yoksulluk ve yetersiz beslenme oranlarının da dünyanın kalanından çok bir farkı bulunmuyor. Kapitalizm savunucuları özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi haklarını ve ekonomik kazanımları referans göstererek, bu sistemin topluma çok önemli haklar sunduğunu ve diğer ülkelerin de ekonomik olarak başarılar sağladıkça düzenin rayına oturacağını söyleyebiliyorlar. Sorun şu ki gelişmiş kapitalist ülkelerdeki refah düzeyi ve ekonomik kazanımlar kapitalistlerin bir lütfu değildir. Bu durum kapitalizmin en iyi toplumsal düzen olduğu anlamına da hiç gelmez. Tersine pek çok kapitalist ülkede temel hakların, demokratik kazanımların bulunuyor olmasının nedeni sınıf mücadelesidir. Eskinin toplumsal düzenlerinden farklı olarak, emekçi kitlelerin kimi kazanımları kapitalistler tarafından verilmemiştir, işçi sınıfının sermayeye karşı canı pahasına yürüttüğü mücadeleler sayesinde kopartılıp alınmıştır.
Bugün katlanılmaz hale gelen devasa sorunların kaynağında kapitalist sistem yatmaktadır. Bu sorunların çözümü işçi sınıfının kapitalizmi yıkarak iktidarı ele geçirmesinden ve üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmasından geçmektedir. Yapılması gereken bu doğrultuda işçi sınıfının örgütlülüğünün güçlendirilmesi, sınıf mücadelesinin büyütülmesidir.
link: Mikail Azad, Kapitalizmin Derinleştirdiği Yoksulluk ve Yetersiz Beslenme, 30 Ağustos 2023, https://en.marksist.net/node/8052
Beyazıt Meydanında Paramaz ve Yoldaşları
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /1