Geçiş sorunu, emperyalist aşamaya yükselen kapitalizm döneminin proleter devrimler çağı oluşuyla doğrudan ilişkili bulunuyor. Lenin tarafından dillendirilen bu sorun, işçi sınıfının kitlesinin proleter devrim hedefine kazanılması ve mücadelenin bu hedef doğrultusunda ilerletilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyuşu, bir zamanlar Marksist saflarda bir hayli tartışmaya neden olan aşamalı devrim anlayışına da verilmiş net bir yanıttı. Böylece, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde devrimci programın işçi iktidarını amaçlaması gereğine işaret etmekteydi Lenin. Fakat onun ölümünden sonra Stalinist bürokrasinin egemenliğiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarı son bulacak ve dünya komünist hareketine de İkinci Enternasyonal oportünizminin ya da Rus Menşevizminin alâmeti fârikası olan aşamalı devrim anlayışı enjekte edilecekti.
Stalinizm, geçiş sorunundaki Marksist yaklaşımı söz düzeyinde kabul eder görünse de, gerçekte onu devrimci özünden tamamen uzaklaştırmış veya yadsımıştır. Bu duruma karşı çıkan ve Lenin’in devrimci eylem programı anlayışını sürdürmeye çalışan devrimci önder Troçki’dir. Troçki’nin biçimlendirdiği Geçiş Programı, devrimci Marksist zincirin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.
Sorunun Geçmişi
Marksist düşünce ve mücadele anlayışının temellerinin atıldığı bir dönemde dünyaya gözlerini açan Komünist Manifesto, enternasyonalist bir işçi örgütü olan Komünistler Birliği’nin programı olarak kaleme alınmıştı. Marx ve Engels’in devrimci program çalışmalarına damgasını basan başlıca kaygı, kapitalizme son verecek ve işçi sınıfını iktidara taşıyacak komünist mücadele anlayışını ortaya koyabilmekti. Almanya örneğinde olduğu üzere henüz bir burjuva demokratik devrimin yaşanmadığı ülkelerde bile, Marx ve Engels, devrim sorununa, nihayetinde proletaryayı egemen kılabilecek stratejinin ve taktiklerin belirlenmesi açısından yaklaştılar. Onların devrimci program anlayışı, devrimin kesintisizliği ve sürekliliği bağlamında işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu aydınlatıyordu.
Ne var ki oportünist ve reformist siyasetler, daha Marksizmin kurucularının yaşadıkları dönemden başlayarak işçi partilerini devrimci program çizgisinden uzaklaştırmaya koyuldular. Böylece, İkinci Enternasyonal’e egemen olan ve asgari-azami program ayrımında ifadesini bulan bir program anlayışına varılmış oldu. İkinci Enternasyonal’in başını çeken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı, asgari talepler uğruna mücadeleyle, azami hedef (işçi iktidarı ve sosyalizm) arasında devrimci tarzda bağ kurmayan yapısıyla, Marksist kavrayışa tamamen aykırı bir öze sahipti. Ancak ne yazık ki, İkinci Enternasyonal’in siyasi çizgisi ve program anlayışı sosyalist hareket üzerinde uzun bir dönem boyunca egemenlik kurmaya muvaffak oldu ve kolayına da aşılamadı.
19. yüzyılın önde gelen Rus Marksisti Plekhanov tarafından biçimlendirilen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programı da, devrimci iktidar hedefini asgari ve azami diye ikiye bölen yapısıyla, genelde İkinci Enternasyonalin program anlayışından esinlenmişti. İlerleyen yıllar içinde Lenin, Rosa, Troçki gibi önderler, program, strateji, taktikler, mücadele anlayışı benzeri tüm temel konularda oportünizm ve reformizm tarafından köreltilen devrimci damarı yeniden keşfe çıkacaklardı. Bu sayede, İkinci Enternasyonal’in Marksizme yabancı ve aykırı niteliği zamanla açıkça teşhir edilecekti. Lenin’in daha 1905 Rus devrim sürecinde, Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı devrimci taktikler oluşturması, Marksizmin devrimci köklerinin sahiplenilmesi anlamına geliyordu. Keza Troçki’nin sürekli devrim anlayışını geliştirmesi ya da Rosa’nın İkinci Enternasyonal’in reformist şeflerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmesi de benzer örneklerdi.
Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917 Şubatından Ekimine ilerleyen dönem bu gerçeği kanıtlar. Bu süreçte Troçki, savunduğu sürekli devrim anlayışının ancak Lenin’in önderlik ettiği tipte bir Bolşevik örgüt sayesinde yaşama geçirilebileceği noktasına ilerlemiştir. Lenin ise, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir.
Rusya’ya döndükten bir gün sonra, Lenin’in 4 Nisan 1917’de Tauride Sarayında okuduğu ünlü Nisan Tezleri bu açıdan büyük bir önem taşır. Rusya gibi bir ülkede, nesnel koşulların, önce “işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nün kurulmasını gerektirdiği görüşünün yanlışlığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Lenin Nisan Tezleri’nde, işçi vekilleri Sovyetlerinin mümkün olan biricik devrimci hükümet olabileceğini açıklar. Ve böylece, devrimci iktidar sorununu, devrimin demokratik ve sosyalist görevleri bakımından iki ayrı aşamaya bölen o “eski” Bolşevik anlayışın terk edilmesi imkânını yaratmış olur. Fakat Lenin’in, o dönemde başka tellerden çalan ve Menşeviklerle birleşme konusunu gündeme getirmiş bulunan Kamanev’i, Stalin’i ve Bolşevik Merkez Komitesinin daha pek çok üyesini ikna edebilmesi kolay olmayacaktır. Ancak aradan bir aya yakın bir süre geçtikten sonra parti çoğunluğunu kendi görüşlerine kazanabilir. Yaşam, Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerin iktidar sorunundaki devrimci yaklaşımlarını doğrulayacak ve muzaffer Ekim Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü kendisini hem demokratik hem de sosyalist görevlerin çözümüyle yükümlü bulacaktır.
Rusya’da 1917 devrim sürecinde proletarya diktatörlüğünün kurulması önündeki başlıca engel, nesnel değil öznel koşullardan kaynaklanmaktaydı. İşçi kitlelerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yetersiz olduğu ve işçi sınıfı henüz küçük-burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamadığı için, devrimin öznel koşulları olgunlaşamamıştı. İşte zaten Lenin’in de bu süreçte üzerinde önemle durduğu konu, devrimin olgunlaşmış nesnel koşulları ile henüz yetersiz kalan öznel koşulları arasındaki dengesizliği ortadan kaldıracak taktikleri tayin edip uygulayabilmekti.
Lenin bu görevin üstesinden gelmek amacıyla, aslında daha Nisan Tezleri öncesinden başlayarak, devrimi ilerletecek talepleri formüle etmeye koyulmuştur. Uzaktan Mektuplar adıyla bilinen beş adet mektup, buna ilişkin görüş ve önerilerini içerir. Bu mektuplarda Lenin, ikili iktidar gerçeğinden söz etmekte ve işçi sınıfının eski devlet aygıtının yerine artık kendi iktidar organlarını geçirmesi gerektiğini belirtmektedir. Devrimin, asgari (burjuva demokratik) bir aşamada konaklaması diye bir seçeneğin bulunmadığı, ya ilerletileceği ya da gerileyerek yenilgiye uğrayacağı çok açıktır. Bu nedenle proletaryanın mücadelesi, mutlaka sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi noktasına taşınmalıdır.
Lenin yarım kalan beşinci mektubundaki fikirlerini, Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine (On maddeden oluşan Nisan Tezleri) ve Taktik Üzerine Mektuplar adlı çalışmalarında daha da geliştirecektir. Bu sayede Lenin’in, sosyalizme geçişi sağlayacak talep ve tedbirler diye sıraladığı önlemler netleşecek ve yenilenen parti programının da belkemiğini teşkil edecektir. Bu çerçevede, Lenin, siyasal iktidarın Sovyetlere geçmesi; polis, ordu ve bürokrasinin lağvedilmesi; büyük toprak mülkiyetine el konulması ve tüm toprağın ulusallaştırılması; bütün bankaların derhal İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin denetimine tabi bir ulusal bankada birleştirilmesi şeklinde talepler sıralar. Ve şöyle der: “Doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay., Şubat 1979, s.12-13)
Açıktır ki Lenin, sıraladığı geçişsel nitelikteki tedbirleri iktidar sorunuyla doğrudan ilişkili kılmıştır. Böylece biçimlenmeye başlayan geçiş yaklaşımı, Bolşeviklerin toplantılarında ele alınacak ve kabul edilecektir. Lenin ayrıca, Ekim’in arifesinde savaş ve açlık koşulları nedeniyle yaklaşan felâket karşısında, kontrol tedbirleri diye bilinen talepleri formüle edecektir. Başlıca beş madde halinde toparlanan bu tedbirler, Troçki’nin hazırladığı Geçiş Programı’nın da temel ekseni niteliğindedir. Lenin tarafından kaleme alınan ve doğrudan işçi denetimi altında gerçekleştirilecek geçiş talepleri özetle şunlardır:
1. Bütün bankaların tek bir banka halinde birleştirilmesi ve devletleştirilmesi;
2. En önemli tekelci kapitalist birliklerin (şeker, petrol, kömür, maden vb.) devletleştirilmesi;
3. Ticari gizliliğin kaldırılması;
4. Bütün sanayici, tüccar ve genel olarak patronların sanayi birliklerinde birleştirilmesi;
5. Halkın tüketici kooperatiflerinde örgütlenmesi.
Lenin’in yukarda değindiğimiz bütün bu açılımlarının kabulü, dünya komünist hareketi bakımından büyük bir önem taşır. Zira böylece, İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfı mücadelesini fiilen, iş ve yaşam koşullarında tedrici iyileştirmeler sağlanması, burjuva demokratik hakların elde edilmesi veya genişletilmesi gibi kısmi talepler çerçevesine hapseden asgari program anlayışı tarihsel olarak aşılmış bulunmaktadır. Rusya’da Lenin önderliğinde, doğrudan devrim sürecinin içinde formüle edilen ve kitlelere acil eylem hedefi olarak gösterilen geçişsel talepler, bundan böyle tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının devrimci eylem programına ışık tutacaktır.
Emperyalizm çağında komünist partilere düşen görev, önüne herhangi bir başka iktidar aşaması dikmeksizin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için mücadele etmektir. Zaten 1917 devrim süreci içinde Bolşevik programda yapılan değişikliğe damgasını vuran temel unsur da budur. Ve Lenin’in çağ tanımıyla da doğrudan ilişkilidir. Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin, proleter sosyalist devrim çağı olduğunu belirtir Lenin. Yalnızca proleter sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların yarattığı çıkmazdan kurtarabilecektir. “Devrimin zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları ya da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun, proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır. Bu yüzden objektif koşullar sayesinde mevcut dönemin gündeminde, sosyalist devrimin içeriğini oluşturan ekonomik ve politik önlemlerin gerçekleştirilmesi için proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesine yönelik çok yönlü doğrudan hazırlığı bulunmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.107, abç)
Böyle bir çağda komünist öncünün rolü, bu görevin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak nesnel koşulların (devrimci durum) ortaya çıkması veya olgunlaştırılması bakımından da fevkalâde belirleyici bir önem kazanmıştır. Komünist partiler, kitle mücadelesini, yalnızca kapitalizm altında gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna mücadeleye kilitlememeli, kitleleri işçi iktidarının kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak talepleri savunmalıdırlar. İşte Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler tarafından geliştirilen ve dün olduğu şekilde bugün de devrimci program sorununda sahip çıkılması gereken talepler sisteminin özü budur.
1917 Rus devriminin etkisi kuşkusuz yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Zaten yıllardır İkinci Enternasyonal’in evrimci ve reformist çizgisine karşı çıkan Rosa, Aralık 1918’de Spartakistlerin program anlayışını açıklarken, devrimi ilerletecek talepleri sıralıyordu. Keza Rosa, ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşen Alman Komünist Partisi Kuruluş Kongresinde yaptığı konuşmada, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının terk edilmesinin mutlak bir zorunluluk olduğuna dikkat çekmekteydi. Spartakistlerin programının, acil ve sözümona asgari talepleri sosyalist hedeften kopartan Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu vurgulamaktaydı. “Bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey; bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyordu Rosa. (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor, Belge Yay., Nisan 1979, s.142)
Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim perspektifinin ve 1917 devrim süreci içinde Lenin’in geliştirdiği devrimci strateji ve taktiklerin doğruluğunu kanıtlayan büyük bir sınav oldu. Ekim Devrimi, yalnızca sosyalist görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden gelinebileceğini gösterdi. Muzaffer Ekim Devrimi ayrıca, bir Enternasyonal örgütün, doğrudan komünist ilke ve amaçlar doğrultusunda yaşama gözlerini açmasını da mümkün kıldı.
Lenin’in sağlığında toplanan Komünist Enternasyonal kongrelerinde, devrimci Marksist geleneğin halkalarını oluşturacak kararlar alındı, son derece önemli konular tartışıldı. Lenin, Komintern’in 1920 yılında toplanan İkinci Kongresine katkı mahiyetinde kaleme aldığı ve Çocukluk Hastalığı olarak bilinen kitabında, dünya komünist hareketinin dikkatini geçiş sorununa çekti. Lenin’in vurguladığı gibi, işçi sınıfının öncüsü burjuva demokrasisine karşı proletarya diktatörlüğü safına kazanılmıştı ve böylece çok önemli bir iş başarılmıştı. Fakat bu her şey demek değildi. “Şimdi bütün güçleri, bütün dikkati daha az önemli görünen, … fakat buna karşılık görevin somut çözümüne pratik olarak daha yakın olan bir sonraki adıma, yani proleter devrime geçişin, daha doğrusu proleter devrime yaklaşmanın biçimini bulmaya yoğunlaştırmak” gerekiyordu. (Lenin, Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997, s.152)
Buradan hareketle, Komünist Enternasyonal Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongresi geçiş sorunu üzerinde durmuştur. Ne var ki geçiş taleplerine acil eylem çağrısı olarak can veren nesnel koşullar bu dönemde değişime uğramış, Avrupa’da devrimci dalga geri çekilmiştir. Bu durum geçiş sorunu tartışmalarını kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Devrimin yeniden canlanması yönünde beslenen arzularla, içinden geçilen dönemin buna ters niteliği arasındaki uyumsuzluk, geçiş sorununa bağlı kimi açılımlarda (örneğin işçi hükümeti) çekiştirmelere ve bazı noktalarda bulanıklığa neden olacaktır.
Üçüncü Kongre ve Geçiş yaklaşımı
Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin Rusya gibi geri bir ülkede yalıtıldığı ve burjuva gericiliğinin, faşizmin çeşitli ülkelerde yükselişe geçtiği koşullar Komintern’i son derece yaşamsal problemlerle yüz yüze getirir. Temmuz 1921’de toplanan Üçüncü Kongre, komünistlerin dikkatini, kitleleri kazanmadan öncünün hazırlıksız savaşlara atılmasının yaratacağı tehlikelere çeker ve işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik cephesinin oluşturulması gereğini vurgular.
1921 yılında Orta Almanya’da komünist öncünün giriştiği hazırlıksız Mart ayaklanması çok büyük kayıplara neden olmuştur. Durumun vahametini değerlendiren Komintern yönetimi, bu koşullarda saldırı değil savunma taktiklerinin uygulanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. Troçki tarafından kongreye sunulup oybirliğiyle kabul edilen raporda (Uluslararası Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine), proletaryanın açık iktidar mücadelesinin birçok ülkede bir yavaşlama ve duraklama içine girdiği tespiti yer almaktadır. Bu durumda Komintern, kitlelerin kazanılmasına yönelik örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarına ağırlık verilmesini kararlaştırır.
Üçüncü Kongrede geçiş sorunu da ele alınmış ve Radek’in sunduğu Taktikler Üzerine Tezler, geçiş talepleri yaklaşımını içerecek biçimde hazırlanmıştır. Tezlerde, komünist partilerin, kapitalizmin sallantıda olan temellerini güçlendirmeye ve onarmaya yönelik asgari programlar ileri sürmeyeceği belirtilmektedir. “Komünistlerin temel hedefi kapitalist sistemi yıkmaktır. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için komünist partiler, işçi sınıfının acil ve dolaysız ihtiyaçlarını ifade eden talepler ileri sürmelidirler. Komünistler, kapitalist sistemin varlığının devamıyla bağdaşıp bağdaşmadığına bakmaksızın, bu talepler için savaşmak amacıyla kitlesel kampanyalar örgütlemelidirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.117)
Aynı yerde belirtildiği üzere, şayet ileri sürülen talepler geniş işçi kitlelerinin acil ihtiyaçlarına denk düşüyorsa ve kitleler tarafından bu ciddiyetiyle benimseniyorsa, o takdirde bu talepler için mücadele iktidar mücadelesinin kalkış noktası olacaktır. Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır.
Mücadelenin yükselişine bağlı olarak, sınıfın kitlesini düzenle bütünleşmiş sendika bürokrasisinin cenderesinden kurtaracak örgütsel formların yaratılması da büyük önem kazanmaktadır. Geçiş talepleri, işçi-emekçi kitlelerin öz-örgütlenmelerini teşvik eden bir biçimde ortaya sürülebilmelidir ve üretimin işçiler tarafından kontrolü hedefiyle birleştirilmelidir. Bu açıdan fabrika komiteleri ve devrimci sendikalar önem taşır. “Fabrika komiteleri, ancak geniş işçi kitlelerinin ekonomik çıkarlarını savunmaya yönelik mücadeleler içinde ortaya çıktıkları ve proletaryanın tüm devrimci kesimlerini –komünist parti, devrimci işçi örgütleri ve radikalleşen sendikalar– birleştirmeyi başardıkları takdirde, bu görevlerini yerine getirebileceklerdir.” (age, s.119)
Üçüncü Kongrede, Lenin’in daha önce ele aldığı ve kitle çalışmasını baltalayacak sekter yaklaşımlar olarak değerlendirdiği tutumlar üzerinde de durulmuştur. Sendikalara katılmaya veya parlamento kürsüsünü kullanmaya karşı çıkan sol komünistler, geçiş talepleri yaklaşımını da oportünist bulup reddetmektedirler. Bu yanlış tutum Komintern tarafından haklı olarak eleştirilmiştir. Kongre kararlarında yer aldığı üzere, sorun nihai amacı işçi sınıfına ilan etme sorunu değil, sınıfı nihai amaç için mücadeleye çekebilme, böyle bir mücadeleyi yoğunlaştırma sorunudur.
Dördüncü Kongre ve İşçi Hükümeti
1922 Aralık ayında toplanan Dördüncü Dünya Kongresi, birleşik cephe çalışmaları içinde ileriye sürülebilecek geçişsel sloganlar konusu üzerinde durur ve bu çerçevede işçi hükümeti sloganını da ele alır. Zinovyev tarafından sunulan ve kongrenin oybirliğiyle kabul edilen Taktikler Üzerine Tezler, işçi hükümetine ilişkin kararları içermektedir. Ne var ki bu konu, doğrudan iktidar sorunuyla ilişkili olması nedeniyle diğer geçişsel taleplerden farklı olarak son derece hassas bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Zaten bu yüzden de kongrede sert tartışmalara yol açmıştır.
Tezlerde açıklandığı üzere, işçi hükümeti (veya işçi ve köylü hükümeti) sloganı, genel bir propaganda veya ajitasyon sloganı olarak her yerde kullanılabilir. “Ancak, güncel politik bir slogan olarak işçi hükümeti, burjuva toplumun konumunun özellikle istikrarsız olduğu ve işçi partileriyle burjuvazi arasındaki güçler dengesinin hükümet sorununu acil çözüm gerektiren pratik bir sorun olarak gündeme getirdiği ülkelerde en büyük öneme sahiptir”. (age, s.306)
İşçi hükümeti sloganı Komintern tarafından genel düzeyde ortaya kondu, ancak farklı koşullarda doğabilecek problemler ciddi bir tartışmaya yol açtı. Kongreye tezleri sunan Zinovyev, işçi hükümeti sloganının parlamenter geleneklerin güçlü olduğu ülkelerde kullanılması konusunda özellikle dikkatli olunması gerektiğini söylüyordu. Bu sloganın olağan parlamenter mücadele çerçevesinde kurulacak bir “işçi hükümeti”ni savunur tarzda ileri sürülmesi reformizmden başka bir anlama gelmeyecekti. Nitekim Fransız delege Duret, Fransa’da işçi hükümeti sloganının yalnızca parlamenter bir içeriğe sahip bulunduğunun altını çiziyor, ama şayet işçi hükümeti kitlelere dayanacaksa bunun da zaten sovyetler iktidarına denk düşeceğini belirtiyordu. İtalyan delege Bordiga ise, işçi hükümeti sloganı eğer proletarya diktatörlüğünün yerine kullanılacaksa, bu yaklaşımda içine sinmeyen taraflar olmasına rağmen karşı çıkmayacaktı. Ama iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci şekilde ele geçirilmesinden başka anlama gelecekse, bunu kabul etmeyecekti. Genelde sol sekterlikle suçlanan Bordiga, işçi hükümeti sorununda dile getirdiği bu endişelerinde hiç de haksız değildi.
Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusundaki açılımları hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, problemli bulduğumuz noktayı baştan açıkça ifade edelim. İşçi hükümeti talebi, eğer yalnızca proletarya diktatörlüğü hedefini popüler sloganlarla kitlelere benimsetmek amacına dayandırılmış olsaydı, hatalı bir yön içermeyecekti. Ve neticede bir bulanıklığa da yol açılmayacaktı. Ama öyle olmadı. Bir yandan savunulan bu hedefe, fiilen ancak işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünün gerçekleştirebileceği görevler yüklendi; diğer yandan ise işçi hükümetinin henüz bu anlama gelmeyeceği söylendi. İstenirse pekâlâ yanlış yönlere çekiştirilebilecek bu tür bir yaklaşımın olumsuz etkileri, takip eden yıllar içinde ortaya çıkacaktı.
Dördüncü Kongre tartışmaları içinde işçi hükümetine dair çelişkili değerlendirmelere örnek verelim. Radek, bir işçi hükümetinin henüz proletarya diktatörlüğü olmayıp, ancak ona geçiş aşaması sayılabileceğini açıkça belirtiyordu. Öte yandan kongre tarafından kabul edilen metinde, işçi hükümetinin üstesinden geleceği görevler şu şekilde sıralanıyordu: “proletaryayı silahlandırmak, burjuva karşı-devrimci örgütleri silahsızlandırmak, üretimin kontrolünü sağlamak, verginin asıl yükünü mülk sahibi sınıfların üzerine kaydırmak ve karşı-devrimci burjuvazinin direncini kırmak”. (age, s.306)
Şayet Dördüncü Kongrenin bu açılımlarına sahip çıkılacaksa, bu ancak, Lenin’in 1917 devrim sürecinde örneklediği üzere, ikili iktidar durumuna devrimci proletarya lehine son verecek önlemleri savunmak anlamına gelebilirdi. Bir başka deyişle, bu açıkça iktidarın sovyetlere devrini istemek demekti. Bu uğurda yürütülecek fiili mücadele ise bu hedefin gerçekleşmesini, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını mümkün kılacaktı. İşte Lenin’in proletarya diktatörlüğüne geçiş talepleriyle anlatmak istediği de özde buydu.
Belirtmeliyiz ki, bu yaklaşımdan uzaklaşan ve ikili iktidar döneminin olağandışı karakterini görmezden gelen hükümet formülleri ya tamamen havada kalacak ya da daha kötüsü oportünizme kapıyı açacaktır. 1917 Rus devrim sürecinde ortaya çıkan ikili iktidar durumunda Lenin’in savunduğu geçişsel taleplerin uygulayıcısı devrimin yarattığı işçi örgütleridir, başkası da olamaz. Çeşitli işçi partilerinin koalisyonu anlamına gelecek şekilde ve nispeten durmuş oturmuş dönemlere has hükümetleri çağrıştıracak tarzda yürütülecek işçi hükümeti propagandası, asla proletarya diktatörlüğünün popüler propagandası olamaz.
Dördüncü Kongrenin işçi hükümetine ilişkin muğlak değerlendirmeleri, aslında farklı siyasal eğilimler arasında bir uzlaşma sağlama gayretini yansıtıyordu. Çelişik yaklaşımlara bir örnek verelim. Hükümet mevzuunda çeşitli olasılıklar sıralanırken, İngiltere’de karşılaşılabilecek cinsten liberal işçi hükümetleri ya da Almanya örneğindeki sosyal-demokrat işçi hükümetleri de değerlendirilmekteydi. Bu iki tip hükümetle ilgili olarak tezlerde şöyle deniyordu: “Yukarıdaki ilk iki tip, devrimci işçi hükümeti değildir, gerçekte burjuvazi ve devrim karşıtı işçi önderleri arasındaki koalisyon hükümetleridir. Böylesi ‘işçi hükümetleri’ne, kritik zamanlarda güçsüz düşmüş burjuvazi tarafından, proletaryayı devletin gerçek sınıf karakteri hakkında aldatmanın bir aracı olarak … veya satılmış işçi liderlerinin de yardımıyla proletaryanın devrimci saldırısının önünü kesmek ve zaman kazanmak için, izin verilir. Komünistler böyle hükümetlere katılmazlar. Aksine, onlar bu sahte işçi hükümetlerinin gerçek karakterlerini kitleler önünde amansızca teşhir etmelidirler.” (age, s.308)
Dikkat çekilen bu hususlar tamamen doğru olmakla birlikte, bu değerlendirmeyle tamamen çelişen yanlış görüşler de yansıtıldı. İşte somut bir örnek: “Fakat devrim için proletaryanın çoğunluğunu kazanmanın en önemli görev olduğu, içinde bulunduğumuz kapitalizmin gerileme döneminde, böylesi hükümetler dahi, burjuva iktidarının parçalanma sürecini hızlandırmaya nesnel olarak yardımcı olabilirler.” (age, s.308)
Dördüncü Kongrenin, işçi hükümetine dair bu tür muğlak ve çelişik değerlendirmeler yapması, bu konuda daha sonra ortaya çıkacak savrulmalara gerçekten de adeta mazeret sunan bir temel döşemiştir. Bir yandan Stalinistler, aslında burjuvaziyle uzlaşma anlamına gelen Halk Cephesi hükümetleri anlayışını buraya dayandırmak istemişlerdir. Diğer yandan ise bazı Troçkistler, yine aynı noktadan hareketle komünistlerle sosyal-demokrat partilerin (ya da aynı anlama gelmek üzere sosyalist partilerin) koalisyonunu bir geçiş talebi olarak savunabilmişlerdir.
Ama Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusunda yarattığı muğlaklık kuşkusuz bu derece vahim boyutlarda değildir ve o nedenle de kongre kararları hakkında fazladan eleştiri yapmak doğru bir tutum olmaz. Örneğin, komünistlerin diğer işçi partileriyle hükümete katılma koşulları kongre tarafından doğru bir şekilde karar altına alınmıştır.
“1.Bir işçi hükümetine katılma, ancak Komintern’in onayıyla gerçekleşebilir.
2.Böyle bir hükümete katılan komünistler, partilerinin en sıkı denetimleri altında bulunurlar;
3.Böyle bir işçi hükümetine katılan komünistler, kitlelerin devrimci örgütleriyle son derece yakın temasta olmalıdırlar;
4.Komünist parti, kendi kimliğini ve ajitasyonunun tam bağımsızlığını koruma hakkına kayıtsız şartsız sahip olmalıdır.” (age, s.307)
Dördüncü kongrenin işçi hükümetine ilişkin kararlarında yer alan ve yanlış yorumlanmaması gereken bir başka hususa değinerek bu konuyu kapatalım. Bu husus, proletarya diktatörlüğünün kavranışıyla ilgilidir. Kararlarda, “proletaryanın tam diktatörlüğü, yalnızca komünistlerden oluşan gerçek bir işçi hükümeti olabilir” denmektedir. (age, s.308) Açıktır ki, Lenin ve diğer devrimci önderler, iktidarın partiye değil sovyetlere ait olması gereğini savunmuş ve o doğrultuda davranmışlardır. Partinin görevi sovyetler içinde önder olabilmektir ve bu misyonunu da elbet, işçi kitle örgütlerinde çoğunluğu ele geçirerek yerine getirebilir. O nedenle Lenin, sovyetler içinde Bolşevik çoğunluk sağlanmadan iktidarın fiilen alınması çağrısının zamansız olacağını savunmuştur ve bu yaklaşımı doğrudur. Ama bu hiç de, proletarya diktatörlüğünün komünist parti diktatörlüğü olduğu ve bir işçi hükümetinin de ancak ve yalnızca tek bir komünist partinin unsurlarından oluştuğunda tam işçi iktidarı sayılabileceği anlamına gelemez, gelmemelidir.
Dördüncü Kongrede geçiş sorunuyla ilgili olarak bir başka önemli karar daha alınmıştı. Komünist Enternasyonal’in Programı Üzerine Karar’da ulusal seksiyonların önüne program hazırlıklarına girişme görevi konmaktaydı. Seksiyonların hazırlayacağı program taslaklarında geçiş talepleri için mücadelenin gerekliliğinin kesin ve açıkça belirlenmesi isteniyordu. Ayrıca Komintern bir genel program oluşturacak ve burada da tüm geçiş taleplerinin ve kısmi taleplerin teorik temelleri ortaya konacaktı. Karar metninde, “programda geçiş taleplerine yer verilmesinin oportünizm olarak tanımlanmasına yönelik her girişime ve temel devrimci hedeflerin yumuşatılmasına ya da bunların yerine kısmi taleplerin geçirilmesine aynı kararlılıkla karşı çıkılması” istenmekteydi. (age, s.332)
Alınan bu karar gereği, hazırlanacak genel programda çeşitli ülkelerin ekonomik ve siyasal yapılarındaki temel farklılıklar hesaba katılacak ve geçiş taleplerinin başlıca tarihsel türleri açık seçik bir biçimde somutlanarak gösterilecekti. Ama Lenin’in ölümü ve Stalinist egemenliğin kurulmasıyla birlikte Komünist Enternasyonal ne yazık ki devrimci raydan çıktı. Bu nedenle Stalinist Komintern tarafından hazırlanan 1928 Programı, Lenin döneminde kararlaştırılan görevin yerine getirilmesi anlamına gelmedi. Tersine Stalinizm, işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerilerine savurdu. Dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürükledi. Geçiş talepleri ve program sorunu bağlamında Lenin’in ortaya koyduğu devrimci görevin sorumluluğunu üstlenen siyasal önder, Bolşevik mirası devrimci tarzda sahiplenen Troçki olacaktı.
link: Elif Çağlı, Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı /1, 26 Ocak 2006, https://en.marksist.net/node/7852