Bazı anılar vardır ki unutulmayacak izler bırakır, üzerinden onyıllar geçse de belleklerde yeniden canlanır, hatırlanır. Bu nedenle insan için anılarının kıymeti büyüktür. Herhangi bir insan için geçerli olan anıların gücü toplumlar için de geçerlidir. Geçmişin sayfalarını çevirirken zaferleri bellekte canlandırmak nasıl bir güç ve inanç sağlıyorsa, zor dönemlerde zulmün karşısında gösterilen dirence tanık olmak da düşmana karşı öfkeyi biler. Bunun için bazen filmlere, romanlara, şarkılara ya da şiirlere ihtiyaç vardır.
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Melih Cevdet Anday’ın bu dörtlükle başlayan “Anı” şiirinin dizeleri haksızlığa karşı öfkeyi derinleştirirken, zalimin zulmü karşısında eğilip bükülmeyen yüreklerin anılarını yaşatmak için yazılmıştır. Anday’a sonradan ezgiye dönüşen bu şiiri yazdıran olay 1953 yılında gerçekleşir. Tarihe Rosenbergler Davası olarak geçen bu olay, sözde “özgürlükler ülkesi” ABD’de dönemin egemenlerinin kitleleri baskı altına almak ve korkutarak sindirmek için idama mahkûm ettikleri bir komünist çiftin hikâyesidir.
ABD’nin “kızıl tehlike” korkusu
Birinci Dünya Savaşının muzaffer bir işçi devrimiyle sonlanması dünya burjuvazisi ve elbette ABD burjuvazisi için unutamayacağı tarihsel bir ders olmuştu. İkinci Dünya Savaşının ve Nazizmin yenilgisinin ardından ise sosyalizm fikri güç kazanıyordu. Sendikacılar, sanatçılar, aydınlar sosyalizm fikrine daha fazla yakınlık duyar olmuştu. 30’lu yılların sonlarından itibaren ve savaş yıllarında faşist iktidarların yaşattığı acılara karşı oluşan tepkiler büyümüştü. Çeşitli ülkelerde yükselen işçi hareketleri ve mücadeleler bastırılamamıştı. Stalinist bürokrasinin işçi devrimi gibi bir derdi olmamasına rağmen, savaştan galip çıkan SSCB’nin sosyalizmle özdeşleşmesi dünya sosyalist hareketini derinden etkiliyordu. Tüm bunlar ABD egemenlerinde tedirginlik yaratıyordu. Bu nedenle kapitalizmi güvenceye almak isteyen egemen güçler bundan sonraki hamlelerini bu temelde yürütmek zorundaydılar.
İkinci Dünya Savaşı ortaya iki büyük güç çıkarmıştı: Emperyalist kapitalizmin yeni hegemonu olarak yükselen ABD ve işçi devriminin bir karşı-devrimle ezildiği, bürokratik bir diktatörlüğün kurulduğu SSCB. ABD ve SSCB arasında 40 yıl boyunca sürecek olan “soğuk savaş” dönemi dünya siyasetinin ana belirleyeni olacaktı. O dönem gerek ekonomik gerekse de askeri üstünlük ABD’nin elindeydi. Fakat SSCB’nin ABD’yle boy ölçüşecek biçimde silahlanmaya başlaması, özellikle nükleer silah sanayiinin hızla gelişmesi ABD için ciddi bir tehdit oluşturuyordu.
“Soğuk savaş” dönemi ABD’nin silahlanmaya hız verdiği, kitlelerde yükselen hoşnutsuzluğu “komünizm tehdidi” histerisiyle ezmek istediği bir dönemdi. Amerikan egemenleri bu ülkede güçlü bir sosyalist hareketin varlığını, işçi hareketinin yükselişe geçmesini, sistem üzerinde baskı ve tehdit unsuru haline gelmesini önlemek istiyorlardı. Sosyalist harekete katılan aydın ve sanatçıların toplumu etkilemesi, en önemlisi kültürel alanı belirlemesi emperyalist egemenler için alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. O dönemde ABD’nin başında bulunan Truman, tam da bu yüzden “komünizm tehdidi”ni bir öcü gibi kullanma politikasını bir üst evreye çıkaracaktı. Nitekim 1947 yılından 1952 yılına dek süren “güvenlik programı” kapsamında 6 milyondan fazla aydın, sanatçı, sosyalist ve işçi için hiçbir şüphe, belge veya kanıta dayanmadan soruşturma açılacaktı.
Dönemin ABD’si tüm dünyada yükselen anti-emperyalist sesler karşısında harekete geçmişti. Çünkü ABD’nin emperyalist politikalarına karşı çeşitli ülkelerde, daha da önemlisi içeride muhalif sesler yükseliyordu. Truman’ın başlattığı fakat tüm hızıyla harekete geçiremediği baskı ve sindirme politikalarını hızlandırmak üzere imdada Senatör McCarthy yetişti. McCarthy, ABD tarihinde eşi görülmemiş bir karalama kampanyası başlatmıştı. İktidar yanlısı olmayan, milliyetçi histeriyle hareket etmeyen herkes hain, herkes komünist ve bunun uzantısı olarak da “SSCB ajanı” ilan ediliyordu. SSCB’nin 1949 yılında gerçekleştirdiği ilk nükleer deneme sonrasında bu ithamlar daha da vahim bir hâl aldı. Cadı avı dönemi olarak adlandırılan McCarthy döneminde baskılara boyun eğmeyen nice aydın, sanatçı, sporcu, müzisyen bedel ödemek zorunda bırakıldı. Kara listeler uzayıp giderken “kızıl tehlike” yaygarası kopartılıyor ve kitleler uluslararası “kızıl komplonun” Amerikan yaşam tarzını yok edeceği fikriyle korkutularak paniğe sürüklenmek isteniyordu.
Rosenbergler davası
Amerika Komünist Partisi üyesi Julius Rosenberg ve eşi Ethel Rosenberg atom bombası ile ilgili bilgileri Sovyet Rusya’ya sızdırdıkları iddiasıyla casuslukla suçlanarak yargılandılar. İddia makamının hiçbir somut delile dayanmayan yargılaması sonucu da idam cezasına çarptırıldılar. Bu iddiaların doğru olup olmadığından bağımsız olarak onların yargılanma süreci, casusluk suçlamasından öte tamamen ABD egemen sınıfının çıkarlarıyla ve ABD’nin dünya siyasetindeki imajıyla ilgiliydi. Dolayısıyla ortada bir suçun olup olmaması önemli değildi. Önemli olan kitleler nezdinde bir düşman yaratarak toplumda oluşturulan histeriyi ve öfkeyi o düşmanlara kanalize etmekti. Diğer yandan muhalif unsurlara da doğrudan bir mesaj verilmiş olunuyordu. Fakat yapılan tüm şeytanlaştırma, düşmanlaştırma propagandasına ve karalama kampanyasına rağmen Rosenbergler davası tarihe casusluk iddialarıyla değil, egemenlere boyun eğmeyen bir çift insanın iradesiyle kazındı. Birçok şiirin ithaf edildiği Rosenbergler, yargılama sürecinin başlamasından davanın sonuçlanmasına ve oradan idam gününe uzanan süreçte gösterdikleri irade ile tarihe kazındılar.
Rosenberglerin idam kararının açıklanmasının ardından dünyada bu karara karşı protestolar yükselmeye başlar. Albert Einstein, Jean Paul Sartre, Bertold Brecht, Frida Kahlo gibi pek çok aydın, sanatçı, yazar, bilim insanı tepkilerini ortaya koyarak bu kararın durdurulması için kampanyalar düzenler. Pablo Picasso “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin vermeyin” çağrısında bulunarak, Rosenberglerin resimlerini çizerek kampanyayı büyütmeye çalışır. Hatta o dönemki Papa XII. Pius’un ABD başkanına yazı yazarak infazın durdurulmasını talep ettiği söylenir. Fakat tüm çabalara rağmen ne Truman ne de ondan sonra başkanlık koltuğuna oturan Eisenhower cezanın durdurulmasını kabul eder.
Dünyada yankı uyandıran protesto gösterilerinin basıncında kalan ABD egemenleri çifte, suçlarını kabul etmeleri halinde idamı 30 yıllık hapis cezasına çevirebilecekleri teklifinde bulunurlar. Fakat Ethel Rosenberg ve Julius Rosenberg dava sürecinde hiçbir zaman geri adım atmazlar, suçlamaları kabul etmezler. Uluslararası baskının artmasıyla birlikte Ethel Rosenberg’e eşinin suçlu olduğunu itiraf etmesi karşılığında serbest bırakılacağı söylenir. Ethel Rosenberg bu onursuz teklif karşısında susmayarak şöyle der: “Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: Sizin lanetlenmiş lütfunuzla başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.”
Ethel Rosenberg ve Julius Rosenberg dava sürecinde önlerine konulan pazarlıklara kulak asmaz, hiçbir zaman geri adım atmazlar. Somut hiçbir delile ihtiyaç duymadan verilen idam kararının ardından bile idam edileceklerini bildikleri son güne kadar sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederler. Üstelik geride biri 6 diğeri 10 yaşında iki küçük çocuk bırakırken… Onların çağına damgasını vuran, içlerinde kopan fırtınaya rağmen, egemenlerin ezici baskılarına rağmen, ölüme yaklaşan saatlere rağmen dışarıdaki milyonlardan aldıkları güç ve güvenle kendilerinden emin, sakin ve başı dik duruşlarıydı. Anday’ın “Nice aşklar, arkadaşlıklar gördüm/ Kahramanlıklar okudum tarihte/ Çağımıza yakışan vakur, sade / Davranışınız geliyor aklıma” dizelerinde ve onlar için seferber olan yüz binlerin zihinlerinde kalan son hatıra da gösterişten uzak dirençleriydi. Bu direnç egemenleri öyle rahatsız etmişti ki Ethel’in sakinliğini, soğukkanlılığını suçluluklarının kanıtı olarak göstermek istediler.
İnsanlık onuruna bir anıt
19 Haziran 1953’te idam saatlerini bekledikleri odada Julius ve Ethel Rosenberg’in ellerine çocuklarının fotoğrafı verilir. Onlar bu fotoğrafın ağırlığı karşısında güçlü durmaya çalışırken kendilerine bir telefon gelir. Devlet bakanı William Carroll’un uzattığı telefonda boyun eğip suçlarını kabul etmeleri karşılığında idamın durdurulacağı ve onları bekleyen çocukları Robert ve Michael’e kavuşacakları söylenir. Julius’in yüzünü bir hüzün kaplar. Ethel onun gözlerinin içine bakar ve “Peki ya dışarıdakiler? Suçsuzluğumuza inanan onca insan… Onlar bizim çocuklarımız değil mi? Nasıl bakarız onların yüzlerine?” diyerek dışarıdaki yüz binlerce kişinin kulaklarında yankılanan “Julius ve Ethel’e özgürlük!” sesleriyle yürürler ölümün üzerine.
Julius ve Ethel birbirlerine duydukları sevgi ve saygının ötesine taşımışlardı insanlık için umutlarını. İki kişilik sevdaların, sınırların ötesine, tel örgülerle çekilen ayrılıkların ötesine taşıyabilmişlerdi tüm insanlığın hayalini kurduğu özgürlük dolu bir dünya özlemlerini. Onların bu duru inancıydı insanlık düşmanlarına karşı yükselen seslerin hapishane önünde çınlaması.
Onlar onurlu kalmayı ve ezen ile ezilen arasındaki mücadeleler tarihinde öyle anılmayı tercih ettiler. Bireysel çıkarları uğruna, bir göz odaya hapsolacak sığ ufukların arasında kalmayı değil, büyük insanlığın ideallerine giden umudun bir parçası olmak için taviz vermediler, boyun eğmediler. Birbirlerine, çocuklarına ve insanlığın bütün çocuklarına duydukları sevgiye sarılarak gittiler.
Onların kitlelerde yarattığı saygınlık egemenlerin oyunlarını istedikleri gibi oynayamamasına neden olmuştu. Öyle ki bir kadın ve anne olarak Ethel’in mücadelesi ve dik duruşu kitlelerdeki sempatiyi arttırdığı için endişeye kapılan McCarthy ve adamları, ölümünün ardından bile onu karalamaya devam ettiler. Onun soğukkanlı duruşunu suçluluğunun kanıtı olarak gösterdiler, çocuklarını bırakmakla suçlayarak onu bir nefret objesi haline getirmeye uğraştılar. Fakat Ethel’in yüreği dünyada ezilen ve haksızlığa uğrayan tüm çocuklar için atmaktaydı. İdam edilmeden önce çocuklarına yazdığı şiiri bunun en güçlü kanıtlarından biri olmuştur. A. Kadir’in “Biz Ölürsek” başlığıyla çevirdiği şiirde evlatlarına şöyle seslenir Ethel:
Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.
Ağlamayın artık, evlâtlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın, evlâtlarım, çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.
Ethel’in çocuklarına yazdığı mektup aslında dünya işçi sınıfı çocuklarına ve gelecek kuşaklara bir miras niteliğindedir. Bugün insanlığa mutlu bir gelecek vaat etmeyen kapitalizmin yarattığı pislikler her tarafa saçılmış durumda. Burjuvazinin canhıraş savunduğu bu köhne sistemin karşısında emekçilerin bugüne kadar biriktirdiği sınıfsal kin ve devrimci coşku topyekûn meydanlara çıkmayı bekliyor. Egemenlerin sınıfsal çıkarları için kıydıkları her bir can, yarın insanlık onuruna dikilen anıtın harcında yaşayacaktır. Bu nedenle önümüzde duran en kıvançlı görev, böyle güçlü bir insanlık anıtının, sosyalizmin inşası için çalışmaktır.
link: Başak Güler, Rosenberglerin “Anı”sı Yaşıyor, 13 Kasım 2022, https://en.marksist.net/node/7795
Birçok Rapor, Tek Gerçek
Haydi Gelin Çocuklar