Devrimci Marksistler yaklaşık yüz yıl öncesinden bu yana Avrupa’nın bir siyasi birlik, bir devlet olarak (bir “Avrupa Birleşik Devletleri”) kapitalist temellerde birleşmesinin mümkün olmadığını savunagelmişlerdir. Geniş bir perspektiften baktığımızda, AB’nin iki kurucu üyesi olan Fransa ve Hollanda’daki referandum sonuçları bunun yalnızca küçük bir doğrulanışıdır.
Avrupa’nın birleşmesi projesi, daha evvelini unutsak bile, en az 90 yıldır mevcut. O zamanlar Avrupa Birleşik Devletleri diye ortaya atılmış bu projenin o günden bu yana gerçekleşmemiş olması kendi başına bir olgudur. Bu vesileyle bir kez daha hatırlamak gerekiyor ki, hem Avrupa’nın hem dünyanın birleşmesi ancak kapitalizmin aşılmasıyla mümkündür. (Bu konuda bkz. Elif Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum)
Marksistler, Avrupa Birliği’nin özünde ekonomik bir birlik niteliğinin ötesine geçemeyeceğini, siyasi birlik düzeyine ilerleme doğrultusunda iten eğilimin aynı zamanda ters yönde işleyen karşıt eğilimlerle sürekli olarak baltalanacağını ortaya koymuş bulunuyor. Ancak AB’nin bu niteliğini kavrayamayanlar ya çelişkileri görmezden gelerek veya bunları hafifseyerek onun ileride bir siyasi birlik olabileceğini sanıyor, ya da çelişkileri abartarak onun ekonomik bir birlik olarak dahi yaşayamayacağını iddia ediyorlar. Oysa temelde bir ekonomik birlik niteliğini muhafaza ederek, AB pekâlâ esnek biçim değişiklikleri geçirebilir ve bu çerçevede yaşamını sürdürebilir.
AB Anayasası dolayısıyla yaşananlar sürecin bu çelişkili karakterini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Güya bir anayasa olan sözleşmenin kendisi bile tam da çıkar çelişkilerini ümitsizce uzlaştırmaya çalışan bir girişimdi. Hazırlanış süreci de bu nedenle büyük tartışma ve gerilimlere yol açmış, hatta bir ara hepten suya düşmüştü. Sonradan ortaya çıkan eğreti uzlaşmanın akıbeti de Fransa ve Hollanda referandumlarından sonra ve son olarak tüm telkinlere rağmen İngiltere’nin referandumu rafa kaldırmasıyla belirsizleşmiş durumda. Yaşanan sarsıntı şimdiden Fransa’da bir hükümet yemiş bulunuyor.
İki kurucu ülkeden birden gelen ve gerek oylamaya katılım oranlarının yüksekliği, gerek farkın yüksekliği nedeniyle etkisi kuvvetli olan “hayır” sonucu genel bir bozgun havası yarattı. Bilindiği gibi Anayasa, AB entegrasyon sürecinin bir adım daha ileri (siyasi birliğe doğru) götürülmesi maksadıyla tasarlanmış ve onay sürecine sokulmuştu. Böylece siyasi birlik süreci ciddi bir darbe almış bulunuyor. Merkezkaç eğilimleri daha fazla olan ve AB’nin siyasi bir birlik yönünde ilerlemesine ayak sürten ülkelerin manevra alanı doğal olarak artmıştır.
Darbe daha ziyade entegrasyonu derinleştirme eğilimini savunan politikacıları, Schröder ve Chirac’ı vurmuştur. Üstelik bu iki ülkede de, ABD’yle ilişkiler konusunda İngiltere’nin konumuna yakın bir çizgiyi savunan ve biri (Angela Merkel) önümüzdeki aylarda, diğeri (Nicolas Sarkozy) iki yıl içinde iktidara gelecek gibi görünen yeni burjuva liderlerin güç kazanmakta olduğunu hesaba katarsak, siyasi birlik sürecini savunan politikacıların akıbeti iyice bulutlu hale geliyor. Madalyonun bir yüzü bu.
Diğer taraftan her şeyin tamamen bozulacağını ve AB’nin dağılacağını düşünmek mevcut verilerle boş bir beklentidir. Resmi düzeyde bakıldığında referandumlar öncesindeki durum ne ise orada durulmaktadır. Yapılan anlaşmalar geçerliliğini korumaktadır. Bunların ortadan kalkması daha büyük çalkantılar olmaksızın düşünülemez.
Ancak, “asayiş berkemal” değildir. AB ile ilgili yapılan “bisikletçi” benzetmesini burjuvazi boşuna yapmamaktadır. Bisikleti ayakta tutan harekettir. “Entegrasyon süreci”nin dinamiği ciddi darbeler alır ve artan duraklamalar yaşanmaya başlanırsa “bisikletçi düşer”. Bu bizim dilimizde “siyasi birlik suya düşer” anlamına gelmektedir. Referandumlarla yaşanan da, mevcut resmi ve hukuki durumda bir değişiklik olmamakla beraber, önemli bir teklemedir. Bunu başka arızaların izleyip izlemeyeceğini göreceğiz. Şimdilik gerekli olan sürecin bir darbe almış olduğunu net bir şekilde tespit etmektir.
Bu noktaları göz önünde bulundurarak Fransa’daki referandum sürecinin somut siyasi çözümlemesini ve bu çözümleme ışığında Fransız solunun tutumlarının bir eleştirisini yapabiliriz.
Fransa’da Referandum: Taraflar ve Sonuç
Öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor: Fransız burjuvazisi bir referandum yapmak zorunda değildi. Başta Almanya olmak üzere diğer birçok ülke yalnızca parlamento onayıyla yetinmişti. Fransa’da bu kumarın oynanmasının iki nedeni vardı. Birincisi, politik konumu giderek sarsılan (Avrupa Parlamentosu seçimleri ve yerel seçimlerde alınan yenilgiler nedeniyle) ve bir sonraki başkanlık seçimine elinde politik bir zaferle girmek isteyen Chirac, bir referandumun politik prestijinden yararlanmak istiyordu.
Elbette bu hesabı Chirac’ın salt kendi kişisel hesabı olarak görmek yanlış olur. Chirac, Alman sermayesiyle kader birliğini daha ön planda tutan siyasi eğilimin temsilcisidir. Chirac’ın kendi partisinin içinde yıldızı parlatılmakta olan ve Chirac’a rakip yeni başkan adayı olarak öne çıkan Sarkozy ise Chirac ve ekibinin ABD ile sürtüşme siyasetini sert biçimde eleştiren ve ABD ile “işbirliğini geliştirmeyi” savunan bir çizgiyi savunmakta. Dolayısıyla iki farklı siyasi eğilim arasında bir hesaplaşma söz konusudur.
İkinci olarak, referandum kararı alındığı sırada (Temmuz 2004) “evet” sonucu çantada keklik olarak görünüyordu. O sıralar yapılan anketler seçmenlerin üçte ikisinin “evet” yanlısı olduğunu gösteriyordu.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve halkın muhalif duyguları ve geleceğe ilişkin kaygıları “hayır” oyunu yükseltmeye başladı. Kuşkusuz bunda solun yürüttüğü “hayır” kampanyasının da etkisi oldu. Bunun üzerine Fransız ve AB burjuvazisinin paçaları tutuştu ve ağır bir medya bombardımanı başladı. Halkın gözünü korkutma amaçlı şantaj ve tehditlerin de ihmal edilmediği ve resmi makamların tarafsızlık maskesini bir kenara bırakarak açıkça “evet” telkininde bulunduğu kampanyada çeşitli AB liderleri bile yer aldılar. Medya tarafgirliğinin aldığı boyutlar karşısında Fransız yayın kuruluşu, yasalara aykırı olarak karşı görüşe yeterli yer verilmemesi sebebiyle TV kanallarını ve radyoları defalarca uyarmak zorunda kaldı.
Referandumda burjuva sağının ve solunun ana partileri (sağda UMP ve UDF, solda Sosyalist Parti) ve Yeşiller Partisi “evet” oyunu, diğer belli başlı sol akımların hepsi (FKP, LCR, LO, Attac ve Sosyalist Parti içinde de muhalif bir kanat) ve faşizan Le Pen’in partisi FN “hayır” oyunu savundular.
Her iki cephede de çeşitli argümanlar kullanıldı. Sanılanın aksine referandumdaki evet kampı Avrupacı tezler kullanmadı. Tersine bu kamp Fransız milliyetçiliği tezlerini savundu. “Daha güçlü bir Fransa için”, “ABD’ye ve diğerlerine karşı daha etkili bir Fransa için” gibi sloganlar ve yanı sıra Thatcherci tezler (Sarkozy) bu cephenin ana temalarıydı. Hayır cephesinde ise daha alacalı bulacalı bir tablo bulunuyordu. Bir tarafta çeşitli biçimlerde milliyetçi tezler (ulusal egemenlik, göçmenler, Türkiye’nin üyeliği, NATO ve ABD’ye askeri bağımlılık vb.), diğer tarafta ise sosyal-ekonomik meseleleri (işsizlik, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar ve haklar vb.) ve anayasanın “anti-demokratik karakteri”ni öne çıkaran tezler ve yanı sıra “başka bir Avrupa” sloganı yer alıyordu.
Yukarıda da belirtildiği gibi referandum kararının alındığı Temmuz 2004 sıralarında “evet” oyları öndeydi. Ancak önceleri yavaş yavaş, son bir ay içinde ise hızlı biçimde “hayır” oyları yükseldi ve “evet” oylarının önüne geçti. Özellikle son bir ay içinde ülke çapında hararetli bir politik tartışma yürümüş, yüz binlerce insan lehte ve aleyhte toplantılara, mitinglere ve gösterilere katılmış, televizyon tartışmaları tüm programları geride bırakarak milyonlarca kişi tarafından izlenmiş, anayasa metnini ve yorumlarını içeren milyonlarca kitap ve broşür kitapçıları işgal etmiştir.
Bu politik seferberlik süreci ve tartışmalar ilerledikçe, başlangıçta işitilen göçmenlik, yabancı düşmanlığı, Türkiye’nin üyeliği gibi temalar giderek geri plana düşmüş ve asıl olarak, işsizlik ve sosyal güvenlik gibi sorunlarla anayasanın “neo-liberal” ve “anti-demokratik” karakteri gibi temalar ön plana çıkmıştır.
Yüzde 70 düzeyinde katılım ve yüzde 55 “hayır”la sonuçlanan referandumda, anketler, işçilerin mavi yakalı kesiminin dörtte üçünün, beyaz yakalı kesiminin üçte ikisinin anayasaya hayır dediğini gösteriyor. Yine genel olarak kentlerde zengin mahallelerinde evet oyu çıkarken işçi mahallelerinde hayır oyunun çıktığı gözleniyor. Kırda küçük çiftçi ve tarım işçilerinin de tamamına yakınının hayır dediği anlaşılıyor.
Fransız halkının hayır oyu vermesinin ardında çeşitli nedenler olduğu anlaşılmakla beraber, hem referandum öncesi tartışmaların yoğunlaşma noktaları, hem de referandum sırası ve sonrasındaki yoklamalar, en baskın nedenin genel olarak son 10-15 yıldır geçmişin sosyal kazanımlarına karşı yürütülmekte olan saldırılara dur deme kaygısı olduğunu gösteriyor. Örneğin, sandık başlarında yapılan sondajlarda “hayır” oyu verenlerin gerekçelerinin sırasıyla, “İşsizlik yüzde 46”, “yönetici sınıfa tepki yüzde 40”, “anayasanın yeniden müzakere edilmesi yüzde 35”, “anayasanın ulusal çıkarlara uygun olmadığı yüzde 19” olduğu tespit edilmiş. Elbette Anayasaya hayır demekle saldırıların durdurulup durdurulamayacağı ayrı bir konu. Bunu aşağıda tartışacağız.
Solun Tutumu ve Bağımsız Sınıf Perspektifi
Anayasaya hayır oyunun çıkmasında işçi sınıfını yönlendiren sol örgütlerin belirli bir etkisi olduğunu belirtmiş bulunuyoruz. Ancak sonucun işçi sınıfı açısından anlamını netleştirmek ve solun tutumlarını masaya yatırmak gerekiyor.
Yukarıda bir ölçüde belirtildiği gibi sol, eleştirilerini esas olarak anayasanın “aşırı neo-liberal” olduğu noktasına yoğunlaştırmıştı. Söz konusu Anayasada, “rekabetin serbest ve çarpıtılmamış olduğu bir iç pazar alanı yaratmak”, “rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi hedeflemek”, “hizmetlerin serbestleştirilmesine azami gayret sarf etmek” gibi ifadeler yer almakta, hatta “Temel Haklar” bölümünde “sermayenin serbest dolaşımı” sayılmakta, bütçe sınırlamalarından söz edilmektedir. Normal olarak anayasa metinlerinde bu tür ifadelerin görülmediği bir gerçektir. Hatta bu sebeple söz konusu belgenin bir anayasa olmaktan çok “Avrupa A.Ş.’nin tüzüğü” gibi durduğu söylenmektedir.
Tam da bu noktada başlangıçta söylenenleri hatırlamak gerekiyor. AB’yi özde ekonomik bir birliğin ötesinde görmek yanlıştır! AB tam da bir ekonomik birlik olduğu için onun sözde anayasası herhangi bir devletin anayasası gibi olamaz ve bu tür ayrıntılı ekonomik hususları doğallıkla içerir. AB’ye boyundan büyük anlamlar yüklenmedikçe bunun yadırganmaması gerekirdi.
Elbette Anayasa metninde yazılanlar son yıllarda yürütülmekte olan saldırıları bir anlamda kodlayarak özetlemektedir ve yıllardır işsizlik, sosyal hak gaspları gibi biçimler altında bu saldırılardan nasibini almakta olan işçilerin buna tepki duyması anlaşılır bir şeydir. Ancak bu tepkiyi, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi yavelerle burjuva ideolojisinin sınırlarına hapsederek, özünde düzenin kutsanmasına yol açacak şekilde kanalize etmek başka şeydir, bunu bağımsız bir sınıf perspektifiyle düzen karşıtı bir mecraya kanalize etmeye çalışmak başka.
İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi işçilere şunu anlatmaktır: işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına karşı burjuvazinin yürütmekte olduğu saldırılar, AB Anayasasının hazırlanmasıyla başlamış değildir. Bu saldırılar ulusal anayasaların “güvencesi” altında yıllardır zaten yürütülmektedir. Ve işçi sınıfı, düzeni aşan bir perspektifle örgütlenip mücadele etmeye başlamadıkça, bu tür saldırılar Anayasaya ve genel olarak AB’ye evet dense de hayır dense de devam edecektir. Çünkü bu saldırıların gerçek sebebi AB ya da onun anayasası vb. değildir. Tersine hem bu saldırıları, hem de AB sürecini doğuran, kapitalizmin doğasından kaynaklanan rekabet ve krizlerdir. Bu nedenle bu saldırılar sadece Avrupa’da değil tüm dünyada yürütülmektedir.
AB Anayasasını “sermayenin anayasası” diye kınamak sahtekârca bir ikiyüzlülüktür. Sanki mevcut Fransız Anayasası sermayenin anayasası değilmiş gibi! Burada aynı zamanda anayasalara boyundan büyük anlamlar yükleme tehlikesi mevcuttur, ki devrimcilerin görevi anayasacı hayalleri beslemek olmamalıdır.
Tüm sorunlarda olduğu gibi Anayasa meselesinde de işçi sınıfının tutumu bağımsız bir sınıf perspektifi tarafından belirlenmelidir. İşçi sınıfını öyle ya da böyle burjuva ideolojisine yedekleyen perspektifler birer çıkmaz sokaktır ve sonuçta bir bumerang etkisi yapmaya mahkûmdur. Çünkü bu perspektifler burjuva sınıfın çıkarlarını yansıtan burjuva ideolojisinin temel kabullerini meşrulaştırır, işçileri bu temel kabullere dokunmamaya ikna eder. Oysa bu tutum daha baştan kaybetmektir. Mücadelenin düzeyi ve güçler dengesi mazeret olarak gösterilemez. Bu sadece taleplerin büyüklüğünü/küçüklüğünü, yani ölçüsünü, ve hangi mücadele yöntemleriyle ileri sürülmesi gerektiğini belirler. En mütevazı talepler bile hem burjuva ideolojisine prim vermeksizin formüle edilebilir hem de uzlaşmacı olmayan yöntemlerle savunulabilir.
Fransa’daki referandumda sol grupların büyük bir bölümü bağımsız bir işçi sınıfı perspektifiyle hareket etmedi, reformist ve yer yer de milliyetçi bir perspektiften hareket etti. Onlar aslında mevcut emperyalist AB projesini destekliyorlar ve bu desteklerini “refah devleti” ideolojisinin savunusuyla meşru kılmaya çalışıyorlar. Kapitalizme değil “neo-liberalizme” karşılar. Bu siyasal güçler yıllarca “sosyal devlet”le kapitalizm altında sosyal sorunların halledileceği yanılsamasını işçi sınıfına benimsetmiş ve bununla yetinilmesini telkin etmiştiler. Bu reformist stratejinin reformları korumaya bile yetmediği artık herkes için açık olmalı.
Bir etki yaratma gücü olduğu ölçüde, solun bunu bağımsız bir sınıf perspektifini güçlendirmek için kullanması en doğrusu olurdu. Ne yazık ki Fransa’da hâkim olan sol, reformizmle, milliyetçilikle ve sonunda yine milliyetçi kapıya çıkan bir tür Avrupacılıkla malûl. “Hayır” oyunun sosyal kazanımlara saldırıları durdurmayacağı görülecektir. Bu saldırıları tam da “Thatchervari” biçimde hayata geçireceğini vaat eden ve şimdiden popüler bir isim olarak ön planda tutulan Sarkozy’nin gelecek seçimde başkan seçilmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Öte yandan mevcut şartlarda “hayır” sonucu, oylar hangi temel saiklerle verilmiş olursa olsun Le Pen gibilerin ekmeğine de yağ sürmektedir. Çünkü bağımsız sınıf perspektifinin zorunlu parçası olan enternasyonalist bilinç işçilere aşılanmadıkça milliyetçi önyargılar şu ya da bu düzeyde diğer saiklere bulaşık olarak yaşamaya devam edecek ve her türlü sosyal-nasyonalist demagojiye kapıyı açık tutacaktır. Bu sebeplerle referandumda, her ikisi de burjuva çıkarlarını ifade eden “evet” ve “hayır” cephesinden uzak durmak ve aktif bir boykot örgütlemek en doğrusu olurdu. Mevcut somut şartlarda ancak böylesi bir boykot işçi sınıfının dolaysız taleplerine en tutarlı ifadeyi kazandırır ve hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek biçimde reformist ve milliyetçi bulaşıktan sıyrılmayı sağlardı. Bu da işçi sınıfının kapitalizme “hayır”ı olurdu.
Avrupa’nın birleşmesi meselesine gelince, bunun tek yolunun Avrupa çapında kapitalizmi yok edecek bir işçi sınıfı devrimi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekiyor. Bu devrim tüm kapitalist devletleri ortadan kaldırarak, yerine bir Avrupa İşçi Sovyetleri Cumhuriyeti kuracaktır. Bu sovyetik federasyon da dünya işçi devrimi sürecinin güçlü bir parçası olarak dünya sovyetik federasyonuna giden yolda etkili bir araç olacaktır.
link: Levent Toprak, AB: Referandumlar Devrimci Marksistleri Doğruluyor, 1 Haziran 2005, https://en.marksist.net/node/76
Üniversite Sınavları ve Umut Tacirliği
Troçki: Bolşevizm Geleneğinin Son Büyük Halkası