

Bugün ülkesi içinde neoliberal politikalarla (“devleti küçültme ve verimlileştirme”, sosyal hizmetleri tasfiye, kamu emekçilerini sendikasızlaştırma, kurumlar vergisini azaltma vb.) işçilerin kalan haklarına da saldıran Trump yönetimi, iş dış ticaret alanına, daha doğrusu ithalata geldiğinde, liberalizmin “serbest ticaret” mottosuna sırtını dönüyor, küresel rakiplerini gümrük vergileriyle ve sınırlamalarla tehdit ediyor. Trump’ın bu adımları çok çeşitli bir yorumcular grubu tarafından “küreselleşmenin sonu geldi”, “küreselleşme tabutuna son çivi”, “korumacılık geri döndü”, “içe kapanmacılık/izolasyonizm” vb. şeklinde değerlendirilebiliyor.
Bu yorum sahiplerinin küreselleşmeyi kapitalist-emperyalist gelişimin son noktası olarak anlamadığı çok açık, zira böyle anlasalardı kapitalizm sona ermediğine göre küreselleşmenin sona erdiğini de iddia etmezlerdi. O zaman yanlışlarının ilk nedeni küreselleşme denen nesnel bir olgunun varlığını inkâr etmeleridir. Bunu birazdan açacağız ama önce yöntemsel bir diğer yanlışa değinmek yararlı olur. Bu tür yorumlarda bulunanların yöntemsel hatası, burjuva siyasetçilerin açıklamalarını veri ve kesin bir doğru olarak ele almalarıdır. Siyaset icabı söylenmiş sözler, diplomasi gereği yapılmış açıklamalar ya da atılmış adımlar, olup bitmiş, netliğe kavuşmuş, kesinleşmiş veriler değildir. Olmuş olanla olmakta olan arasında ayrım yapmak, süreçleri iç çelişkileriyle kavramak şarttır. Süreçler anlık donmuş kareler dizisi olarak değil; canlı, dönüşen, bütünsel, iç çelişkileriyle ilerleyen bir dinamik olarak kavranmalıdır. Bize gösterileni değil, gözden saklananı açığa çıkarıp onu kavramalıyız. Zira blöf yapmadan, yalan söylemeden, rakibi korkutmadan politika –hele de burjuva politika– yapılamaz. İşte Trump’ın ticaret savaşındaki taktiklerini ele alırken de, ya da benzer şekilde AB’yi NATO’yu dağıtmakla ya da kendi başına bırakmakla tehdit edişini değerlendirirken de bu noktalara dikkat etmeliyiz.
Vurguladığımız gibi küreselleşmeyi, kapitalist gelişimin ulaştığı mevcut düzey ve nesnel bir olgu olarak ele almak gerekir. Sözümona bu nesnelliğe dayanarak üretilen ve burjuvazinin çıkarlarını yansıtan globalizm ise bir ideolojidir. Tıpkı kapitalizm nesnel bir olguyken liberalizmin bir ideoloji olması gibi. Bu ayrım yapıldığında her şey yerli yerine oturur. Elif Çağlı’nın 2005 tarihli Küreselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Gelişme adlı çalışması bu meseleyi enine boyuna ele almaktadır. En özet ifadesiyle, küreselleşme, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin tüm küreyi kucaklayıp en son sınırına gitmesini, bütünsel bir iktisadi sistem yaratmasını, onun olgunlaşmış halini ifade eder. Küreselleşen dünya, tüm ülkelerin bir küresel üretim bandının parçası haline geldiği bir dünyadır. Uluslararası işbölümü ve emek üretkenliğinin bu düzeyinden, Trump gibi çılgın liderlerin kararlarıyla geri düşülebileceğini düşünmek kapitalist ekonominin içsel yasalarını inkâr anlamına gelir.
Kısaca hatırlayalım. 90’lardan itibaren gümrük duvarları ve kotalar gibi engelleri mümkün olduğunca azaltarak dünya ticaretini mümkün mertebe hızlı ve pürüzsüz hale getirmek üzere dünya burjuvazisi sayısız zirve topladı, anlaşmalar imzaladı, küresel örgütler ve küresel ticaret mahkemeleri vb. kurdu. Her şey dünya ticaretinin mümkün olan en düşük maliyetle ve en yüksek hızla yapılması üzerine kurgulandı. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki atılımlarla internetin gelişmesi bu adımlar için gerekli nesnel zemini sağlamıştı. Üretim faaliyetinin uluslararasılaşması inanılmaz ölçüde gelişti, metropol ülkelerdeki imalat sanayi artan hızda diğer ülkelere yayıldı. Çok daha önemlisi dev tekellerin tek bir ülkenin sınırları içinde bir ürünü sıfırdan başlayarak ürettiği dönem tümüyle kapandı. Her bir ürünün üretim süreci tüm dünyaya dağılmış hale geldi. Ürünler parçalara ayrılarak her bir parça onu üretmeye en uygun ülkede (doğrudan ya da fason üretim aracılığıyla) üretilir ve sonrasında en uygun yerde birleştirilerek dünya pazarına sunulur oldu. Buna uygun hammadde ve ara mal tedarik zincirleri oluşturuldu. Bir bütün olarak bu üretim ağına genel olarak küresel meta zinciri adı veriliyor. Yani her bir ürün açısından birçok ülkeyi (bazılarında onlarca ülkeyi) kapsayan adeta küresel bir bant sistemi sözkonusudur: Üretim sürecinin bizzat kendisi uluslararasılaşmıştır.
Küreselleşme dediğimiz olgunun en önemli belirleyeni budur. Belli bir parçanın hangi ülkede üretileceğine karar vermek için, emeğin, hammaddelerin ve enerjinin ucuzluğu, ülkedeki teşvik ve vergi politikaları, ülkenin satış pazarlarına yakınlığı, lojistik imkânların gelişkinliği ve ucuzluğu gibi birçok faktör dikkate alınıyor. Küreselleşmeyle birlikte hangi hammadde ve ara malların hangi ülkelerde üretileceği, tarımdan sanayiye hangi ülkelerin hangi dallarda yoğunlaşacağı vb. gibi konular o güne kadar biriktirilen tecrübenin ışığında çokuluslu tekellerin çıkarlarına uygun olarak ama tekelci rekabetin basıncı altında ve dünya pazarının kaotik işleyişiyle belirlenmeye başlandı. Sonunda dev küresel tekeller lehine çalışan son derece gelişkin bir uluslararası işbölümü oluşturuldu ve bu işbölümü daha güçsüz sermaye kesimlerine ve ülkelere dayatıldı. Suyun başını tutan büyük emperyalist güçler bu dönüşümü kendi çıkarları doğrultusunda belirlerken, geri ülkelere bu dönüşümler türlü mekanizmalarla dayatıldı. Kimilerinde tarım arazileri boş bırakılmaya başlandı, kimilerinde verimsiz diye nice sanayi tesisi ya kapatılıp hurdaya çıkarıldı ya da küresel tekellere en düşük fiyatlardan peşkeş çekildi. Sonuçta dev küresel tekellerin çıkarları doğrultusunda küresel çapta organize edilen üretim ve ticaret egemenliğini kurmuş oldu! Bu sayede dünya burjuvazisi 70’lerde girdiği bunalımı da aşma fırsatı buldu; alabildiğine ilerleyen uluslararası işbölümü sayesinde emek üretkenliği sıçrama yaptı, kâr oranları bir kez daha yükseldi, kapitalizme açılan yeni pazarlarla ve gelişmeye başlayan bilgisayar-cep telefonu-internet teknolojileriyle ekonomi milenyum dönemecine kadar sürecek bir canlanma yaşadı.
Buna paralel olarak emperyalist ülkelerde başta finans olmak üzere hizmet sektörü aşırı ölçüde büyüdü, sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıyla alabildiğine finansallaşmış bir ekonomi ortaya çıktı. Bu aynı zamanda kapitalist çürümenin devasa boyutlarda ilerlemesi demek oluyordu: çılgın boyutlara varan finansal spekülasyonlar, arsa ve gayrimenkul rantı, inşaat sektörü üzerinden kredi mekanizması aracılığıyla yaratılan suni canlılık kaynaklı şiştikçe şişen fiyatlar… Ardından da üretkenlik artışının sınırlarına dayanıldığı görüldü; aşırı üretim ve kârlılık sorunu bir kez daha kapitalist ülkelerin başına musallat olurken, onyıllardır katlanarak biriken devasa bir borç dağı da ortaya çıkmıştı. Bu durum II. Dünya Savaşını takiben kapitalizme büyük bir hayat öpücüğü vermiş olan kredi mekanizmasının oynadığı rolün de artık çıkmaza girmeye başladığını gösteriyordu.[1] Milenyum dönemecinde yaşanan sarsıntılar, küreselleşmeyle birlikte kapitalizmin son atılımını da yaparak tarihsel barutunu tükettiğini gösteren ilk işaretlerdi. Kısa zamanda iktisadi krizlerin giderek sıklaşıp sertleştiği, toparlanma dönemlerinin kısalıp hepten cansızlaştığı bir tarihsel sistem krizi döneminin içine girildiği belirginleşti.
Küreselleşen kapitalizmin ABD ve AB’ye büyük bir zenginlik kazandırdığı açıktır. 2001 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne girmesiyle birlikteyse küreselleşmenin nimetlerinden yararlanma sırası Çin burjuvazisine gelmişti. Çin, Batılı emperyalistlere sunduğu ucuz emek, ucuz hammaddeler ve teşviklerle, onların imalat sanayiinin bir bölümünü kendisine çekmeyi başardı. Batılı ülkelerde imalat sanayiinin payı gerilerken, Çin büyük hızlarla büyüdü ve kısa süre sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve en büyük imalatçısı haline geldi. Birkaç yıl içerisinde Çin’in ABD’ye ihracatı da katlanarak artarken, yurtiçi imalat sanayii gerileyen ABD’de 2,4 milyon kişi işsiz kalmıştı. “Çin şoku” Amerikan hükümetlerinin pek de umurunda olmadı, zira bu süreçte Amerikan tekelleri de Çin başta olmak üzere Doğu Asya’nın ucuz emek gücünü sömürdükçe sömürüp daha da zenginleştiler. Ama Amerikan işçi sınıfının durumu, kapanan işyerleri ve hayalet şehre dönüşen kentlerle giderek daha da kötüleşti.
Korumacılığa geri dönülebilir mi?
Şimdi Trump, yaptıklarıyla bu küreselleşme olgusunu imha etmeye, korumacılığa geri dönerek entegre olmuş dünya pazarını parçalamaya mı çalışıyor? Hatta ABD’yi dünyadan yalıtmaya (izolasyonizm) mı uğraşıyor? Hangi emperyalist gücü ele alırsak alalım, dünya pazarını ve serbest dünya ticaretini paramparça etmek, onun için bindiği dalı kesmekten, intihardan başka bir şey değildir.
Kimileri 1929 krizini takiben gelişen “içe kapanma”, “korumacılık”, “ekonomik milliyetçilik” olgusuna atıfla benzer bir durumun bugün de olabileceğini düşünüyor, Trump gibilerinin yaptıklarını da o nedenle bu çerçeveye oturtuyor. Hakikaten de o tarihlerdeki gerici eğilimleri ele alan Troçki adeta bugünü anlatır gibidir: “Sadece yirmi yıl önce, okul kitapları, zenginliğin ve kültürün üretimindeki en güçlü etkenin, insanoğlunun doğal ve tarihsel gelişiminin parçası olan uluslararası işbölümü olduğunu öğretiyordu. Şimdi, dünya ticaretinin tüm kötülüklerin ve tehlikelerin kaynağı olduğu ortaya çıktı. Haydi yuvaya! Sine-i millete dönün!”[2] Her şeyden önce tarihin tekerleğini geri çevirmeye dönük bu çabaların insanoğlunu sefalete, devasa yıkımlara, eşi görülmedik katliamlara sürüklediğini belirtelim. 1929’da başlayan sistem kriziyle sarsılan kapitalist dünya, sistem dahilinde başka bir çıkış yolu bulamamış, zaten durup çöken ve birbiriyle bağı kopan ülkeler kendi içine kapanmış, gümrük duvarlarını tekrar yükseltmişlerdi. Gerçekte bunun anlamı hepsinin canla başla yeni bir askeri hesaplaşmaya hazırlanıyor oluşuydu. O zamanlar “ekonomik milliyetçilik” denen bu politikaların sonucunda, emperyalizmle birlikte gelişen ve somutlanan dünya pazarı, uluslararası işbölümü ve serbest dünya ticareti de büyük darbe almış, sonuç tarihin en büyük katliamı olan II. Dünya Savaşı olmuştu.
Aynı içe kapanma durumu bugün tekrarlanabilir mi? Şurası doğru ki burjuvazi bugün çok daha köklü bir çaresizlikle yüz yüzedir. Tarihsel sistem kriziyle yüzleşen burjuvazinin ulus-devlete bel bağlayan kesimleri aynı yolu tutarak bir çıkış bulma hayaline sarılıyor olabilirler. Militarizm de faşizm de gelişmiş ülkelerin tamamında yükseliş halindedir. Ne var ki, bizzat kapitalizmin geliştirdiği birçok eğilim ve olgu, burjuvazinin bu gerici hayallerinin önüne yeni engeller çıkarıyor.[3] Her modern ürünün üretim süreci o kadar küreselleşmiş durumda ki, üretim hatlarının bıraktık yurtiçinde yeni baştan inşasını, geçici süreli kesintilerine bile dünya ekonomisinin tahammülü yoktur.
Dünya ekonomisinin ezici bölümünü oluşturan çokuluslu tekellerin ürünleri, küresel bir makinenin, adeta küresel bir bant sisteminin ürünüdürler demiştik. Herhangi birini tekrar sadece tek bir ülkenin sınırları içinde üretebilir hale gelmek için, on yıllar boyunca hem planlamayla hem de deneme yanılmayla ortaya çıkan koca bir üretim ve tedarik ağını parçalamak, işbölümünün doğurduğu uzmanlaşmayı ve onun yarattığı tecrübe birikimini çöpe atmak, her şeye en baştan tekrar başlamak gerekir. Bu durum tek bir ürün çeşidi için bile sayısız ayları gerektirecek bir zamana ihtiyaç olduğu anlamına gelir ki, o ürünlerin olmayışı, kuşkusuz ürünün doğasıyla bağlantılı olarak az ya da çok büyük bir kaosun yaratılması demektir. Bu kaos aşılsa bile, koskoca bir sorun daha da büyütülmüş olacaktır: Uluslararası işbölümünün kırılmasının sonucu olarak emek üretkenliğinin gerilemesi, hem emek maliyetinin hem de hammadde ve taşıma maliyetlerinin artışı! Ve buna bağlı olarak zaten kapitalistleri zora sokan kârlılık sorununun artık hiçbir şekilde altından kalkılamaz hale gelmesi! Eşlik eden bir enflasyon tsunamisi, alım gücü alabildiğine düşen emeğin yükselteceği toplumsal isyan dalgası!
İşte üretimin kendisinin bu denli toplumsallaşması ve bizzat üretim sürecinin bu denli küreselleşmesi olgusu, çağımızda 1930’lardakine benzer bir “ekonomik milliyetçilik”in yalnızca çok daha yıkıcı değil, pratikte imkânsız hale gelmesi demektir. Geçici denemeler, karşılıklı tehditler, şantaj ve blöfler bir tarafa, ABD gibi bir iktisadi devin bu yolda kalıcı adımlar atması mümkün değildir. Nasıl ki serbest rekabetin içinde ortaya çıkıp büyüyerek tüm ekonomiye hükmeder hale gelen tekeller geri döndürülemez bir nesnelliği ifade ediyorsa, küreselleşme de kapitalist gelişimin ortaya çıkardığı nesnel bir olgudur, geri döndürülemez. Pandemi döneminde getirilen sınırlı kısıtlamaların dahi dünya ticaretinde ve küresel ekonomik işleyişte nelere yol açtığı henüz hafızalarda tazedir.
Yeri gelmişken bir noktaya daha işaret etmekte fayda var: Üretim sürecinin bizzat kendisinin bu denli küreselleşmesi, bir ürünün ülkelerden oluşan bir üretim bandının çalışmasının sonucu olarak ortaya çıkması olgusu, askeri ve teknik nedenler gibi birincil faktörlerle birleşerek, dünya savaşının gerçekleşme biçimini de farklılaştıran bir rol oynuyor. Üretim bantlarının adeta iç içe geçmesi rakip emperyalist güçlerin hareket serbestisini azaltıyor, ayaklarına dolanıyor. Askerî açıdan bakıldığında da yıkım araçlarının tahripkârlığının (nihai bir fren işlevi göremeyecek olsa da) onları daha ihtiyatlı davranmaya ittiğini görüyoruz. Örneğin, dev askeri gücüne rağmen Rusya, kendisinden belki 20 kat daha küçük Ukrayna karşısında bıraktık nükleer silahları, elindeki konvansiyonel silahların en yıkıcı olanlarını bile kullanamaz haldedir; bunları kullanması durumunda yaşanacak devasa yıkımın doğuracağı siyasi/diplomatik/askerî sorunları göze alamamaktadır. Bu gelişmeler, geçmişte gerçekleşen türden dünya savaşlarının yaşanma ihtimalini de zayıflatıyor. Ama bu durum, liberallerin hayal ettiği gibi barışçıl bir dünya anlamına gelmedi, gelmeyecek de. Aslında bunu tartışmak bile gereksiz artık, gözümüzün önünde zaten yeni tarz ve biçimde bir dünya savaşı yaşanıyor! Sayılan bu olgular günümüzde yürüyen dünya savaşını, emperyalistlerin birbiri üzerinde açık üstünlük sağlayamadığı, yenişememe ihtimalinin güçlü olduğubir savaş haline getirmiştir. Üretici güçler küresel düzeyde o denli gelişmiştir ki, sistemin kendi sorunlarını krizler ve savaşlarla aşma mekanizması da eskisi gibi işleyememektedir. Sonu gelmez savaşlar çağındayız! Çelişki emperyalist kapitalizmin çelişkisidir! Dert de onların derdidir de, maalesef ceremesini dünya emekçileri çekmektedir!
Faşizmin globalizm karşıtlığı
Kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte ulus-devletlerin anlamını yitirdiği ve aşıldığı, dünyaya barış, refah ve özgürlük geleceği gibi küreselci (globalist) zırvalıklar vaktiyle başta AB ve ABD olmak üzere çeşitli ülkelerin burjuva solcu, demokrat veya liberal entelijensiyası tarafından sıkça savunulmuştu. Ama sonuç, öngördüğümüz üzere fiyasko oldu. Globalizmin zafer tacı olarak görülen AB’deki çatlaklar büyüdükçe büyüdü ve sonunda en büyük kurucu ortaklardan olan Britanya’nın ayrılmasıyla sonuçlandı. Globalizmin diğer kalesi ABD’nin egemenleriyse Çin’in yaptığı atılım nedeniyle küreselleşmenin dönüp kendilerini vurduğunu düşünmeye başladılar. Zamanımızın globalizm şampiyonu olan Çin ise o zamandan beri tüm küresel zirvelerde küreselleşmenin nimetlerinden, serbest ticaretin getireceği zenginlik ve refahtan dem vurup duruyor. Küreselleşmenin zorunlu sonucu olarak lanse edilen barışa, demokrasiye ve özgürlüklere gelince, Çin’deki totaliter diktatörlüğün efendileri o konulara hiç girmiyorlar!
Şurası açık ki, küreselleşen kapitalizmde, dev çokuluslu tekellerin hâkimiyetinin önü alabildiğine açılmış ve dünyanın her yanında emekçiler daha da yoksullaşmıştır. Bu yoksullaşma dalgası yalnızca geri ülkeleri değil, Avrupalı ve Amerikalı işçileri de vurduğu gibi, dünyanın her tarafında sefalete sürüklenen uçurum insanları, hayatta kalabilmek ya da bir parça daha iyi bir yaşam umuduyla bu ileri ülkelere akın etmeye başladılar. Bu göçün daha da ağırlaştırdığı toplumsal ve iktisadi sorunlar, faşist hareketler tarafından, “küreselci politikalar” kaynaklı gelişmeler olarak gösterildi. Böylelikle küreselleşen kapitalizmin keskinleştirdiği sorunlar, sanki çağımızda başka tür bir kapitalizm mümkünmüş gibi, kapitalizmden bağımsız olarak formüle edilen ayakları havada bir küreselleşme olgusuna fatura edildi. Faşist hareketler de tıpkı bazı sosyalistler gibi, küreselleşme olgusuyla globalist ideolojiyi aynı kefeye koyuyorlar. Ulus-üstü ya da uluslararası kurumlara bu geri temelde karşı çıkıp ulus-devleti yüceltiyorlar.
Globalist ideolojiye dönük faşist eleştiriler, ulus-devleti yüceltip “ekonomik bağımsızlık” demagojisine sarılıyor. Yani burjuvazinin faşist ideologları, hem modası çoktan geçmiş hem de nasıl felâketlere yol açtığı gayet iyi bilinen “ekonomik milliyetçilik” çizgisinde çaresiz dertlerine çare arıyorlar. Kitlelere bu yönde kurtuluş vaazları vererek onların dikkatini kapitalizmin kendisine değil, onun en göze batan aşırılıklarına odaklıyor, bunun sorumluluğunu da hep yabancı ülkelere ve göçmenlere yıkıyorlar. Globalizme yönelttikleri eleştirilerle kitlelere cambaza bak deyip, küreselleşmenin dev tekellerin çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğini örtbas etmeye çalışıyorlar. Çünkü kendileri de tıpkı eleştirdikleri globalistler gibi bu tekellerin hizmetkârıdırlar.
Dünya çeyrek yüzyıldır derin bir sistem kriziyle ve ona eşlik eden bir emperyalist paylaşım ve hegemonya savaşıyla sarsılıyor. Küreselleşmeyi ortadan kaldırmayı vazeden sağcı görüşler, kapitalizmin küresel işleyişini ortadan kaldırma doğrultusunda küçücük bir adım atmayı başarırlarsa, bunun tek anlamı, iktisadi krizin de savaşın da daha çok şiddetlenmesi olacaktır. Ulusalcı politikalar da tıpkı globalist politikalar gibi, mevcut sistem krizini çözemez, düşen kâr oranlarını arttıramaz, tüketimi eski canlılık düzeyine getiremez, borç dağlarını eritemez, enflasyon illetini yok edemez. Ulusalcı zırvalıkları söylemin ötesine geçerek hakikaten hayata geçirmeye kalksalar, kriz içinde debelenen kapitalist sisteme bir darbe de kendileri indirmiş ve dünyayı her bakımdan çok daha korkunç bir kaosa sürüklemiş olurlar. İnsanlığın boğuştuğu sorunların yegâne çözümü, küreselleşme olgusunu beyhude yere yok etmeye çalışmak değil, onun olgunlaştırdığı maddi temel üzerinde sosyalizmi inşa etmektir. Bunun yolunu açacak olan da proleter dünya devrimidir.
[1] Detaylı bir açıklama için bakınız: Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012, https://marksist.net/node/8092
[2] Lev Troçki, Milliyetçilik ve Ekonomik Yaşam, 30 Kasım 1933, https://marksist.net/node/602
[3] Örneğin göçmenlere karşı düşmanlık üzerinden siyaset yapılıyor ama metropol ekonomilerinin ayakta kalması için genç göçmen emeğine olan bağımlılık artıyor. Savaşlarda üstünlük sağlamak ya da düşmanı caydırmak için geliştirdikleri kitlesel imha silahları o kadar yıkıcı hale gelmiş durumdaki son ana kadar onları kullanmaktan geri durmak zorunda kalıyorlar.

link: Oktay Baran, Küreselleşme Sona mı Eriyor?, 22 Nisan 2025, https://en.marksist.net/node/8513
“Devamını Bekliyoruz…”