İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin kabul edildiği güne istinaden 10 Aralık “Dünya İnsan Hakları Günü” olarak anılıyor. 10 Aralık 1948’de Paris’te kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ilk iki maddesi şöyle diyor: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler. Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.”
Ne var ki kâğıt üzerine yazılan şatafatlı sözlerle o sözleri yazanların politikaları sonucu ortaya çıkanlar, yani gerçekler arasında büyük bir açı var ve bu açı giderek büyüyor. Aradan geçen 73 yılda dünyaya, emekçi sınıflara tanınan haklar değil aksine her sene artan hak gaspları, işsizlik, yoksulluk, savaş, baskı ve zulüm damgasını bastı. Biz dünyanın son yıllarına bakarak çıkaralım kapitalizmin insan hakları karnesini. Elbette bu karneyi emekçi sınıfların yaşadıklarını baz alarak çıkaracağız. Çünkü kapitalist sistemde sınıflar üstü, soyut bir “insan hakkı” olgusundan söz edilemez. Biliyoruz ki bu düzende “soyut düzeyde «eşitlik» ve «özgürlük» gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetini eline geçiren burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve işgücünden başka satacak şeyi olmayan proletarya! Bu temel antagonizma üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir.”[1]
Nitekim somut duruma baktığımızda bu gerçek tüm çıplaklığıyla açığa çıkıyor. Kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında burjuva demokrasisi giderek daha fazla kabuğa dönüşüyor ve gericilik artıyor. Uluslararası Demokrasi ve Seçim Desteği Enstitüsü (IDEA) ülkelerin demokratikleşme ve otoriterleşme seviyelerini kıyasladığı bir rapor yayımladı. Bu rapor, özellikle Covid-19 salgınıyla birlikte (ki biz sebebin salgın değil kriz olduğunu biliyoruz) “daha önce hiç olmadığı kadar çok ülkenin demokratik erozyon yaşadığını” tespit ediyor. Demokratik olarak nitelenen birçok ülkede ifade özgürlüğünün kısıtlandığını, hukuk dışı uygulamaların yaygınlaştığını belirten rapor, son beş yılda, otoriterlik yönünde ilerleyen ülke sayısının demokrasi yönünde hareket eden ülke sayısının üç katına ulaştığına dikkat çekiyor. Rapora göre, dünya nüfusunun yüzde 70’i artık ya demokratik olmayan ya da demokrasisi gerileyen ülkelerde yaşıyor.[2]
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin “bütün insanların hür doğduğunu” söylediği dünyamızda bugün 50 milyona yakın köle var. Köleliğin yüzlerce yıl geride kaldığını düşünenlere abartılı gelebilir ama gerçek şu ki, tarihin çöplüğünde kaldığını zannettiğimiz kölelik devam ediyor. 300 milyon göçmen-mülteci kölelikten farklı olmayan koşullarda yaşıyor ve çalışıyor; 160 milyon çocuk okulda, parklarda olması gerekirken çalıştırılıyor. Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) 2020-2022 Dünya Sosyal Koruma Raporuna göre 4,1 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yüzde 53’ünün hiçbir sosyal koruması yok. Sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde kadınlar, çocuklar pazarlarda satılıyor. Siyah hâlâ ayrımcılığa uğruyor ve polis şiddetiyle katlediliyor. Özellikle Asya, Afrika, Ortadoğu ülkelerinde işçiler karın tokluğuna bütün sosyal olanaklardan, siyasi, sendikal haklardan yoksun olarak çalışıyor. Kapitalizmin yol açtığı ekolojik kriz nedeniyle milyonlarca insan yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalıyor.
Peki, Türkiye’de durum ne? Geçen sene Erdoğan 10 Aralıkta yayımladığı mesajda şöyle diyordu: “Hayata geçirdiğimiz reformlarla vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini kısıtlayan pek çok engeli ortadan kaldırdık. Demokrasimizi güçlendirerek, hukukun işleyişini hızlandırarak, hak arama yollarını genişleterek ülkemizi hak ve özgürlükler alanında 18 yıl öncesine göre çok daha ileri bir noktaya taşıdık.” Ancak biliyoruz ki bu afili sözlerle totaliter rejim gözlerden saklanmak isteniyor. Faşist rejim demokrasi söylemiyle kapatılmaya çalışılıyor. IDEA’nın aynı raporuna göre, 2010-2020 yılları arasında Türkiye demokrasinin en ciddi zarar gördüğü ülkeler arasında 3. sırada yer alıyor. Bu konuda Türkiye’den daha kötü olan Macaristan ve Polonya var.
Emek cephesinde yaşananlardan birkaç örnek verelim. Çoğunluğu 2013’ten sonra olmak üzere son 19 yılda 17 grev çeşitli bahanelerle yasaklandı. Erdoğan’ın 2017’de sarf ettiği “grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz” sözleri hatırlardadır. 2018’de OHAL kaldırıldı ama rejimin baskıcı uygulamaları devam etti. Covid-19 bahanesiyle hak gaspları ve baskılar arttı. Bel Karper ve Adkotürk işçileri, kendilerine yapılan hukuksuzluğu anlatmak için gittikleri valilik önünde polis zulmüne maruz bırakıldı. Çalışma Bakanlığı önünde açıklama yapmak isteyen Cargill işçileri direnişlerinin 1000. gününde Ankara’dan yaka paça uzaklaştırıldı. Tazminat hakları ve diğer alacakları için mücadele eden Soma ve Ermenek madencilerinin önüne defalarca jandarma dikildi, işçiler saldırıya uğradı. Tek geçim kaynaklarının ellerinden alınmasına itiraz ettikleri için gözaltına alınarak tutuklanan atık kâğıt işçileri 17 yıl cezayla yargılanıyorlar. Bakırköy belediyesi işçileri geçtiğimiz günlerde polis saldırısına uğradı. İktidarın ekonomi politikaları sonucu liranın hızlı değer kaybı ve artan hayat pahalılığını protesto etmek isteyen emekçiler polis saldırısıyla karşılaştılar.
Zengin, yoksul farkı tanımadığı söylenen Covid-19 asıl olarak emekçi sınıfların yaşamını tarumar etti. Yeterli sağlık hizmetine ulaşamayanlar, “evde kal” çağrıları yapılırken hiçbir önlem alınmayan işyerlerinde çalışmak zorunda bırakılanlar, yeterince beslenemediği ve dinlenemediği için bağışıklığı düşenler, aşıya zamanında ulaşamayanlar, uzaktan eğitimin yetersizliği nedeniyle çocukları eğitimden uzaklaşanlar, işsiz kalanlar, geliri ve alım gücü düşenler yine emekçiler oldu. 15 Temmuz’dan sonra yüz binlerce emekçi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) haksız ve hukuksuz olarak işlerinden atıldı, açlığa mahkûm edildi. Uydurma iddianamelerle, sendikal faaliyetleri gerekçe gösterilerek davalar açıldı, cezalar verildi.
Peki ya en temel insan hakkı olan yaşam hakkı ne durumda Türkiye’de? Pandemi yasaklarında bekçi ve polisin şiddetine maruz kalanları, katledilenleri gördük. Geçtiğimiz günlerde ise sinema emekçisi Çetin Kaya, elleri arkadan kelepçeli halde başının arkasından vurularak polis kurşunuyla katledildi. Ortada apaçık bir cinayet var ancak yalan ve çarpıtmalarla cinayetin üzeri kapatılmaya çalışılıyor. 2020 yılının Eylül ayında Van’da gözaltına alınan iki köylü öldüresiye dövüldükten sonra 90’lı yıllarda çok uygulanan bir katletme yöntemi kullanılarak helikopterden atıldılar. Köylülerden Servet Turgut tedavi gördüğü hastanede 22 gün sonra hayatını kaybetti. Osman Şiban ise aldığı darbeler sonucu bilinç kaybı yaşıyor ve tedavisi sürüyor. Dosyada gizlilik kararı alındığı için görüntüler, belgeler, kanıtlar avukatlardan dahi saklanıyor. Yetmezmiş gibi Osman Şiban hakkında örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla dava açıldı.
İnsan Hakları Derneğinin (İHD) verilerine göre son 13 yılda Kürt illerinde zırhlı araç çarpması ya da ezmesi sonucu 20’si çocuk 42 kişi hayatını kaybetti. 21’i çocuk 90 kişi ise yaralandı. Ve ceza alan tek bir görevli yok. Buna karşılık sokak röportajları ya da sosyal medya paylaşımlarında siyasi iktidarın politikalarını ya da Cumhurbaşkanı’nı eleştirdiği için evi basılarak gözaltına alınan ve cezaevlerine koyulan binlerce insan var.
Rejimin “Muhaliflerini sindirmek ve susturmak, tüm toplumu kuşatma altına alıp sessizliği sağlamak için kullandığı araçların başında da cezaevleri geliyor. Adeta birer toplama kampına dönmüş bulunan cezaevleri ve burada mahkûmlara yapılan zulüm, çoktandır üzeri örtülemeyecek bir noktaya ulaşmıştır. Uydurma ve çok basit gerekçelerle dahi insanlar tutuklanmakta, hüküm giymedikleri halde uzun yıllar boyu tutuklu yargılanarak cezalandırılmakta, bunlar yetmezmiş gibi mahkûmlar cezaevlerinde insanlık dışı koşullara maruz bırakılmakta ve zulme uğramaktadırlar. 2005 yılında cezaevlerinde 55.870 kişi varken, 2021 yılında bu sayı yaklaşık 300.000 kişiye ulaşmıştır. Bu korkunç artışta dönüm noktası 15 Temmuz sonrasında girilen OHAL dönemidir. Bu süreçte estirilen baskı ve saldırı dalgasıyla on binlerce insan cezaevine tıkılmıştır. Bugün Türkiye, tutuklu sayısının nüfusa oranı bakımından Avrupa birincisidir! Sadece 2016 yılından 2021 yılına kadar 127 yeni cezaevi inşa edilmiştir. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de kapasitesi 251.229 kişi olan 369 cezaevi bulunuyor.”[3]
İşçilerin güvencesiz, güvenliksiz ve uzun saatler boyunca düşük ücretlere çalıştığı, ekonomik ve demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edildiği, siyasetçilerin, gazetecilerin yıllarca hukuksuz olarak cezaevlerinde yattığı, en küçük bir eleştirinin dahi gözaltı ve tutuklamayla cezalandırıldığı, yaşam hakkının ihlal edildiği, hak ihlallerinin cezasız bırakıldığı bir ülkede ne insan haklarından söz edilebilir ne de yukarıda alıntıladığımız rejimin şefi Erdoğan’ın sözlerinin bir inandırıcılığı vardır.
Dünyadaki ve Türkiye’deki durum gösteriyor ki tarihsel kriz içindeki kapitalist sistemde burjuva demokrasisinin çerçevesi giderek daha fazla daralmakta, gericileşme ve otoriterleşme artmaktadır. Elif Çağlı 2014 yılında yazdığı “Demokrasi ve Plütokrasi” makalesinde bu gerçeğe dikkat çekmiş ve kapitalizmin sonu yaklaştıkça bu durumun daha görünür hale geldiğini vurgulamıştı: “Sergilediği tüm özellikleriyle birlikte kapitalizmin bu tarihsel sistem krizi dönemine barış ve demokrasinin değil, savaş ve gericiliğin eşlik ettiği çok açıktır. Kapitalizm kendi sonuna yaklaştıkça, burjuva parlamenter rejim de görece toplumsal uzlaşma sağlayan özelliklerini yitirmekte ve sınıf diktatörlüğü yönü çok daha açık biçimde öne çıkmaktadır. Yalnızca Türkiye’de değil pek çok ülkede burjuva siyaset arenası, sistemin çıkışsızlığını yansıtır biçimde, hiçbir yeni umut vaat etmeyen köhnemiş bir tahterevalli oyununa dönüşmüştür. Artık kitlelerin önemli bir bölümünün gönüllü rızasını kazanamayan burjuva egemenler, büyük yalan kampanyalarını ve otoriter eğilimleri tırmandırmaktan başka bir çare bulamıyorlar. Her türlü toplumsal muhalefete rağmen iktidarda kalma çabası içinde tepinen burjuva politikacıların, akla gelmedik tertip, entrika, rüşvet ve yolsuzluğa başvurması, Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’sundan Türkiye’ye neredeyse her yerde dönemin sıradan vakası haline gelmiştir.”[4]
Başta da söylediğimiz gibi kapitalist sistemde sınıf ayrımlarını göz ardı ederek soyut bir “insan hakları” tanımlaması yapmak doğru değildir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan kapitalist sistemde insan haklarına ilişkin sarf edilen şaşaalı sözlerin arkasında tek bir gerçek var: Kapitalistlerin özel mülkiyet ve sömürü hakkını korumak! İnsanların sınıf, renk, dil, milliyet, cinsiyet, meslek, yetenek ayrımı gözetmeden eşit haklara sahip olması, yani gerçek eşitlik ve özgürlük ancak sınıfsız bir toplumda mümkündür.
[1] Akın Erensoy, İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı, marksist.com
[3] Çiğdem Berrak, Cezaevleri ve Rejimin Zorbalıkları, marksist.com
[4] Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, marksist.com
link: Meral İnci, Kapitalizmin Kâğıt Üstünde Kalan İnsan Hakları, 10 Aralık 2021, https://en.marksist.net/node/7525
Kapitalizmin Yarattığı Plastik Atık Sorunu