Son zamanlarda gündemi işgal eden konulardan biri de Erdoğan’ın “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” adlı kitabının piyasaya çıkması oldu. Kitabın yayınlanmasıyla birlikte çeşitli değerlendirme ve tartışmalar yapıldı. Başlıca eleştirilerden biri, kitabı Erdoğan’ın yazıp yazmadığıydı. Havuz medyası Erdoğan’ın kitabını allayıp pullayarak büyük bir yapıt olarak sunmaya girişirken, muhalif kesimler Erdoğan’ın böyle bir kitap yazacak kapasitesi ve zamanı olmadığını dile getirdi. Esasen kitapta yer alan fikirler ister Erdoğan tarafından kaleme alınsın ister alınmasın, başından beri Türkiye’nin emperyalist heveslerinin ve AKP iktidarının iflas etmiş dış politikasının derlenmesinden ibarettir. Esas irdelenmesi gereken şey Erdoğan’ın adil bir dünyadan kastının ne olduğudur.
Kapitalizmin tarihsel bir krizle boğuştuğu ve yürüyen 3. Dünya Savaşıyla bütün gezegeni kaosa sürüklediği, çürüme ve yozlaşmanın alabildiğine derinleştiği bir dönemden geçildiğini her defasında vurguluyoruz. Bu dönemde tüm insani kavramlar egemenler tarafından ters yüz edilmiş ve içeriği boşaltılmıştır. En olmaz kişiler ahlâk, adalet ve insan onuru gibi kavramları diline dolayabilmektedir. Dibine kadar yolsuzluğa batmış, toplumu boğup nefessiz bırakan bir rejim altında adaletten söz edilmesi de bunun bariz örneklerinden biridir.
Erdoğan kitabında şöyle diyor: “Merhametini yitirmiş bir çağda bizlere adaletin temsilcisi, vicdanların sesi olma sorumluluğu düşüyor.”[1] 20 yıllık iktidarının son 5 yılında totaliter bir rejim inşa eden Erdoğan acaba hangi adaletten ve vicdandan bahsediyor? Devletin tüm kurumlarını elinde tutanların, en ufak itirazı suç saydığı bir yerde adalet olabilir mi? Yüz binlerce insanın suçsuz yere hapse atıldığı, doğanın hunharca talan edildiği, tüm kaynakların arsızca sermayeye akıtıldığı, milyonlarca insanın sefalet koşullarında yaşadığı bir ülkede adaletten bahsetmek mümkün mü? İş kazalarında on binlerce insanın can verdiği, kadın cinayetlerinin, rüşvetin, yolsuzluğun ve her türlü ahlâki çöküntünün ayyuka çıktığı bir ülkede adaletten söz edilebilir mi? AKP döneminde yaşanan adaletsizlikleri, haksızlıkları tek tek sıralamaya kalksak bir değil onlarca kitap yazmamız gerekebilir.
Erdoğan, kitabında daha adil bir dünya derken insan haklarından, özgürlüklerden, sömürüye ve savaşlara son verilmesinden bahsetmiyor. Kitabın adil olmaktan kastı özetle “dünya beşten büyüktür” fikridir. Bu tez de şöyle ifade ediliyor: “Sadece beş ülkenin bütün dünyanın kaderini etkileyecek konularda karar vermesi ne ahlaki ne adildir. Dünya beş ülkeden büyüktür. Adil ve daha sürdürülebilir bir küresel barışın temini için çok kültürlülüğü ve çok kutupluluğu yansıtan bir BM’ye ihtiyaç vardır. Dünya ne tek kutuplu ne de iki kutupludur, ne hâkim bir kültürün ne de birkaç imtiyaz sahibi aktörün kültürel hegemonyası altındadır. Biz Türkiye olarak, bu çerçevedeki teklifimizi uzun zamandır ifade ediyor ve tüm ülkelerin tartışmasına açıyoruz. Çözüm önerimiz ise dünya beşten büyüktür ifadesinde kendini bulan, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısının değiştirilmesini merkeze alan bir perspektifin hâkim kılınmasıdır. Konsey’in kıtaları, inançları, kökenleri ve kültürleri mümkün olan en adil şekilde temsil edecek bir yapıya kavuşturulacak şekilde yeniden yapılandırılması çözüm ve küresel barışın tesisi için devrimsel bir adım olacaktır.”[2]
Aslında bu sözler, emperyal politikalarını hayata geçirmeye çalışırken büyük güçlerin çıkardığı engellerle karşı karşıya kalan bir alt-emperyalist gücün yakınma ve siteminin ifadesidir. Kuşkusuz meseleyi anlamak için önce Türkiye’nin bugüne kadar yürüttüğü emperyal politikalara değinmek gerekiyor: “Geçmişten günümüze Türkiye burjuvazisinin emperyal hevesleri bir sır değil. Bugün ortaya çıkmış birçok bilgi ve belge, geçmişten beri TC hükümetlerinin Kerkük ve Musul’u ele geçirme ve buradaki petrollerin üzerine oturma planları yaptıklarını gözler önüne seriyor. Ancak bu emperyal arzu, Özal ile birlikte daha aleni bir siyasete kavuşmuş ve SSCB’nin dağılmasıyla emperyal hayallerin gerçeğe dönüşme olasılığı doğmuştu. Süleyman Demirel’in Adriyatik’ten Çin Seddi’ne sözüyle özetlediği emperyal hayal, bu dönemin ifadesidir. Yine de Türkiye burjuvazisinin emperyalist siyasetinin gerçek anlamda pratiğe dökülmesi esas olarak AKP döneminde mümkün hale geldi. 2000’li yılların hemen başında, ABD’nin emperyalist hegemonyasını yeniden tesis etmek ve dünyaya yeni bir düzen vermek üzere başlattığı savaş, Türkiye egemenlerinin de emperyal arzularını kamçıladı.”[3]
AKP döneminde bu emperyalist hayaller hız kazanmış ve AKP başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da içine alan geniş bir bölgede yayılmacı politikaları devreye sokmuştur. Özellikle 2009 yılından itibaren AKP iktidarı Müslüman dünyanın hamisi olabileceği ve böylece emperyalist politikalarını hayata geçirebileceği vehmine kapılmıştır. Bu politikanın ideolojik temelini ise Osmanlıcılık oluşturmaktadır. “İslamcı ideologlar Osmanlı’nın barışı, huzuru, kardeşliği ve hoşgörüyü temsil ettiği, ümmetin birliğinin ve dirliğinin ifadesi olduğu safsatasıyla manipülatif bir algı yaratmaya çalışmaktadırlar. Tüm Müslüman halkların Osmanlı’nın egemenliğini isteyerek kabul ettiğini söylemektedirler. Bu ideologların savlarına bakılırsa, Osmanlı, acımasız ve seküler kapitalist Batı karşısında İslam âleminin ruhu, kalbi, koruyucusudur. İşte bu yüzden Batılı emperyalist güçler Osmanlı’yı parçalayarak İslam dünyasını zayıflatmış ve bir daha birleşmemeleri için Müslümanlar arasına nifak sokmuşlardır. Cumhuriyeti kuran Batıcı kadrolar ise, Osmanlı ve İslam âlemi ile olan bağlarını keserek Türkiye’nin kolunu kanadını kırmış, ümmeti umutsuz ve başsız bırakmışlardır. İslam ülkelerinin birleşmesi ve ümmetin yeniden ayağa kalkması için Türkiye’ye ihtiyaç vardır. Çünkü Türkiye, yüz yıllarca geniş coğrafyayı yöneten ve söz konusu nitelikleri taşıyan Osmanlı’nın mirasçısıdır.”[4]
Bu saik ile hareket eden AKP iktidarı, Suriye’de Esad’ı devirmeye girişmiş, Kuzey Afrika ülkelerini ise Müslüman Kardeşler aracılığı nüfuz alanı haline getirmeyi amaçlamıştı. Ne var ki hiçbir şey AKP’nin istediği gibi gitmemişti. Ne Suriye’de Esad rejimi devrilmiş ne de Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidarlarını koruyabilmişti. Son olarak Doğu Akdeniz’de gerilimi tırmandırarak bir şeyler koparmayı hedefleyen Türkiye burada da istediğini alamamıştır. Bölge ülkeleriyle arası iyice açılan Türkiye “değerli yalnızlığı” ile baş başa kalmıştır. Şu gerçeği unutmamak gerekiyor: “Geriden gelen bütün emperyalist güçler, kendi coğrafi, tarihi vs. arka planlarına göre temellerini döşedikleri mağduriyet söylemini, hakkımız olan bize verilmiyor demagojisi eşliğinde, yayılmacı politikalarının temel ekseni haline getirmişlerdir. Örneğin Birinci Dünya Savaşının bitiminde Almanya’ya dayatılan ağır şartlar bir mağduriyet edebiyatını beslemiş ve bu durum Alman faşizminin temel demagojik argümanlarından birisi olarak kullanılmıştır. Saldırgan dış politikalarını ve yayılma heveslerini haklı göstermek için bir yandan tarihi geçmişi, ırk ortaklığını, din kardeşliğini vb. dayanak yapanlar, bir yandan da saldırı altında olunduğu propagandasına sarılarak kitleleri peşlerine takmaya çalışmışlardır. Çeşitli emperyalist güçlerin kendi haydutluk siyasetlerini gizlemek için başvurdukları demagojilerle bugün AKP’nin emperyalist ideologlarının demagojileri arasında pek çok benzerlik vardır. İnsaniyet kılıfı altına gizlenen emperyalist politikalarsa bunların ortak paydasıdır.”[5]
Türkiye’nin çapından büyük bu yayılmacı politikaları başta ABD olmak üzere diğer büyük emperyalistlerin politikalarıyla ters düşmeye başladı ve çeşitli engellerle karşı karşıya kaldı. İstediklerini elde edemeyen AKP iktidarı “dünya beşten büyüktür” çıkışı ile kendine engel olan emperyalist ülkelere ayar vermeye çalıştı. Bilindiği üzere BM Genel Konseyinin beş daimi üyesi bulunuyor. ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’den oluşan konseyde, bu ülkelerden her biri alınacak kararları veto yetkisine sahip. Dolayısıyla BM kararlarına esas olarak bu ülkeler yön veriyor. Erdoğan’ın itirazı da burada başlıyor. Erdoğan’ın derdi bu tür yapıların yeniden düzenlenmesi ve Türkiye gibi ülkelere de bu gücün bahşedilmesidir. Hesapta Türkiye böylece emperyalist politikalarını daha rahat yürütecek ve emperyalist paylaşım savaşından istediği gibi pay alabilecektir. Günümüzde başını bir tarafta ABD’nin, diğer tarafta ise Rusya ve Çin’in çektiği emperyalist güçler arasında bir hegemonya savaşı yürümektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyasında oluşturulan BM gibi kuruluşlar da artık eskisi gibi işlememektedir. Geçmişe göre emperyalist mücadelede Türkiye, İran, Hindistan, Brezilya gibi nice ülkeler birer bölgesel güç olarak sivrilmişlerdir. Erdoğan’ın talebi düzenin yeniden tesis edilmesi ve Türkiye gibi alt-emperyalist güçlerin de pastadan payını almasıdır.
Erdoğan iktidarı sürekli olarak Batı’yı ve ABD emperyalizmini adil olmamakla, teröre (kasıt elbette PKK ve PYD’dir) destek olmakla, terör örgütlerine silah yardımı yapmakla suçluyor. Oysa Türkiye’nin eli kanlı cihatçı örgütlere askeri ve siyasi her türlü desteği verdiği, bu güçleri Libya, Karabağ ve Suriye’de kullandığı tüm dünyanın malûmudur. IŞİD Suriye ve Irak’ta kadınlara tecavüz ederken, çoluk çocuk demeden insanları vahşice katlederken buna göz yuman ülkelerden biri de Türkiye’ydi. AKP’nin Suriye politikası nedeniyle milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu ve göçmen durumuna düştü. Göçmenleri Avrupa’ya karşı pazarlıkta sürekli bir koz olarak kullananlar nasıl bir adaletten söz ediyorlar? Her defasında göçmenlere sahip çıktıklarını söyleyip duruyorlar. Ne var ki burada da büyük bir ikiyüzlülük söz konusudur. Erdoğan iktidarı Suriye’ye müdahaleyi gerçekleştirmek için başlangıçta göçün yolunu açtı. Amaç yüz binin üzerinde bir göçmen nüfusuna dayanarak BM ve Batı’nın da onayını alarak Suriye’ye müdahale etmekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve milyonlarca Suriyelinin savaştan kaçarak Türkiye’ye gelmesi kaçınılmaz hale geldi. Bu durum Erdoğan’ın iddia ettiği gibi sahip çıkmanın değil Türkiye’nin yanlış ve iflas etmiş dış politikasının bir sonucuydu. Adaletten söz eden muktedirler göçmenleri hem ucuz işgücü hem de Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanıyorlar. Bugün dünya göçmen krizi ile baş başadır. Milyonlarca mülteci insanlık dışı koşullarda yaşıyor ve dayanılmaz acılar çekiyor. Bu acının müsebbipleri başta emperyalist güçler ve onları adaletsizlikte suçlayan Erdoğan iktidarının ta kendisidir.
Gelinen noktada Türkiye’nin dış politikası iflas etmiş durumdadır. İktidarın ABD ve Rusya’ya karşı izlediği tahterevalli politikası ve yaptığı manevraların sonu gelmiştir. Dışarıda sıkıştıkça milliyetçiği kışkırtan söylemleri ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte artık istediği etkiyi gösterememektedir. İktidarın dibine kadar yolsuzluğa batması, her fırsatta muhalefeti teröristlikle suçlaması muhafazakâr kesimlerin de tepkisine neden olurken, emperyalist politikaların bir kılıfı olan adalet söylemi de bu kesimde önemli ölçüde karşılık bulmamaktadır. Ayrıca iktidar izlediği politikalar nedeniyle hem ulusal hem de uluslararası alanda yargılanma tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Dolayısıyla kitapta yer alan iddiaların uluslararası alanda bir karşılığı yoktur, olamaz.
Kapitalizmde adil bir dünya mümkün değildir
Sınıflı toplumların ilk ortaya çıktığı günden bu yana adil bir dünya kurmak insanlığın başlıca hayallerinden birisi olmuştur. Ancak ezilenlerin adaleti, egemenlerin sahte adaletinin aksine, eşitliğe, dolayısıyla da sömürünün ortadan kalkmasına dayanmaktadır. Sömürünün olduğu bir dünyada adalet olamaz, çünkü adaletsizliğin kaynağı bizzat sömürü düzeninin kendisidir. Toplumun sınıflara bölündüğü, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumun küçük bir azınlığının elinde bulunduğu bir toplumsal düzende nasıl adalet sağlanabilir? İnsanlık tarihi kapitalizme gelinceye kadar sömürüye son vermek ve eşitlikçi bir düzen kurmak için yüzlerce isyana tanıklık etti. Fakat ilk kez kapitalizm, proletaryayla birlikte üretici güçleri de sıçramalı bir şekilde geliştirerek, sınıfsız, sömürüsüz, adil bir dünyayı kuracak öznel ve nesnel koşulları yaratmış oldu.
Kapitalizm sınıfsız toplumun koşullarını oluşturmakla birlikte, geçmiş sınıflı toplumlara nazaran muazzam oranda eşitsizlikler üretmiş bir sistemdir. İnsanlık hiçbir döneminde kapitalizm altındaki kadar zulüm yaşamamıştır. Sadece iki dünya savaşında yüz milyondan fazla insanın hayatını yitirmesi bile bunun en korkunç örneklerinden biridir. Geldiğimiz noktada kapitalizm tarihsel bir krizin içindedir ve insanlığa verecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Bilim ve teknolojinin ve üretim araçlarının bunca gelişmesine rağmen insanlığın büyük bir bölümü yoksulluğun, açlığın ve hastalıkların pençesinde kıvranmaktadır. Dünyada 25 kişinin sahip olduğu zenginliğin yaklaşık 5 milyar insanın gelirine eşit olması bu düzende eşitsizliğin ve adaletsizliğin ne kadar derin olduğunu yeterince ortaya koyuyor. Bu düzen akıl almaz bir eşitsizliğin ve adaletsizliğin yanı sıra her alanda korkunç bir çürümeye yol açmaktadır.
İşte böylesi bir ortamda adalet arayışı insanlığın gündemine çok daha fazla girmeye başlamıştır. Kapitalist sistemin ürettiği tüm adaletsizliklere karşı işçi ve emekçiler isyan ateşini çoktan yakmış durumdalar. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurulduğunda insanlık özlemini çektiği adalete işte o zaman kavuşmuş olacaktır.
[3] Utku Kızılok, AKP’nin Patolojik Emperyalist Siyaseti ve Sonuçları (23 Mayıs 2016), marksist.com
[4] Utku Kızılok, age
[5] Zeynep Güneş, AKP’nin Emperyalist Politikaları ve Yalanları (12 Haziran 2015), marksist.com
link: Hakan Sönmez, Erdoğan’ın “Daha Adil Bir Dünya”sı, 20 Ekim 2021, https://en.marksist.net/node/7489
Basına Yönelik Baskılar Artıyor
Talan