Erdoğan rejimi, 20 Martta bir gece yarısı kararnamesiyle Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) çekildiğini duyurdu. Kadınların iradesini bir kez daha çiğneyenlerin aldığı bu kararın sessiz sedasız geçiştirilemeyeceği daha ilk andan belliydi. Rejimin bu keyfi tutumu ve dayatmaları karşısında kadın örgütleri sabahın erken saatlerinden itibaren eylem çağrıları yaptılar. Kadınlar İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Kocaeli’nin, Adana’nın, Eskişehir’in, Antep’in, Mersin’in, Denizli’nin ve daha pek çok kentin meydanlarında bir araya geldiler. İstanbul Sözleşmesinin kendi mücadeleleri sonucunda imzalandığını dile getiren kadın örgütleri çekilme kararını tanımadıklarını haykırdılar. “Sen çekil, biz çekilmiyoruz”, “İstanbul Sözleşmesinden de haklarımızdan da vazgeçmiyoruz” dediler. Kadınların “itaat etmiyoruz, korkmuyoruz, susmuyoruz” haykırışları, toplumun dokusunu kendi çıkarları temelinde şekillendirmek ve her ne pahasına olursa olsun iktidarlarını baki kılmak isteyenlerin suratında bir tokat gibi şakladı.
Siyasi iktidarın en tepesinden gelen bu baskın karar, kadın hareketine duyulan nefretin, kadın hareketini sindirme arzusunun bir ifadesidir. Ancak hiç kuşkusuz sadece kadın düşmanlığı temelinde açıklanamaz. Rejimin niteliğinden ve bu niteliğin bir sonucu olarak attığı adımlardan bağımsız düşünülemez. ABD ve AB’ye mesaj verme gayreti içinde hukuk reformlarından, insan hakları eylem planlarından, krizin yükü üstlerine yıkılan emekçilerin öfkesini yatıştırmak gayreti içinde ekonomik reform paketlerinden bahsedilen bir süreçte 8 Mart’ın ardından eylemlere katılan kadınların evlerine baskınlar yapıldı. HDP’yi kapatmak ve yüzlerce insana siyasi yasak getirmek için dava açıldı. Gergerlioğlu’nun milletvekilliği keyfi biçimde düşürüldü. HDP ve İHD yöneticileri gözaltına alındı… Bu gibi icraatlarla birlikte düşünüldüğünde çekilme kararı, totaliter rejimin tüm toplumsal muhalefeti baskıyla sindirme girişimlerinin bir parçasıdır. Kadın hareketi ise bugün Türkiye’de toplumsal muhalefetin en dinamik unsurlarından biridir.
Kadına yönelik şiddetin önüne geçilmesi ve bu amaçla İstanbul Sözleşmesinin etkin biçimde uygulanması son yıllarda kadın hareketinin en öne çıkan talepleri arasında bulunuyordu. Sözleşme, 2011’de imzaya açıldı, ilk olarak Türkiye tarafından imzalandı, 2014’te yürürlüğe girdi ama Türkiye’de uygulanmadı. Sözleşmenin gerektirdiği yasal ve fiili düzenlemeler için gerekli adımlar atılmadı. Buna rağmen iktidar çevrelerinde, yandaş medyada, muhalefetin muhafazakâr kesimlerinin bir bölümünde büyük rahatsızlık yarattı, tartışmaların odağından hiç çıkmadı. Kadın örgütlerinin uygulanması için yoğun çaba sarf ettiği sözleşme, iktidar çevrelerine yakın kişi ve kurumlar tarafından “Batı’nın sinsi bir dayatması” olarak yaftalandı. Sözleşmenin doğrudan aileyi, milleti, vatanı hedef aldığı, LGBT sapkınlığının kalkanı olduğu, boşanma oranlarını arttıracağı, insanları ve özellikle kadınları yalnızlaştıracağı zırvaları ve nefret söylemleri sınırsızca tedavüle sokuldu. Eşcinselliğe özenen gençlerin çocuk yapmaktan vazgeçeceği, milletin yok olacağı şeklinde en ucube ve gerici yalanlara başvuruldu. Kadın cinayetlerini arttırdığı bile iddia edildi. İstanbul Sözleşmesinden bir canavar yaratılmak, bu canavar toplumun bilinçaltına yerleştirilmek istendi. Dindar, muhafazakâr tabanda infial oluşturulması, sözleşmeyi destekleyen seküler kesimlerin sesinin boğulması amaçlandı.
Tüm bu yalanlara ve kara propagandaya rağmen İstanbul Sözleşmesinin toplum içinde ve özellikle kadınlar arasında, dahası dindar ve muhafazakâr kadınlar arasında gördüğü destek anlamlı biçimde arttı. Son aylarda kriz ve koronavirüs sürecinin ağır sonuçları belirginleştikçe, toplumda yaratılan boğucu atmosferin etkisi yoğunlaştıkça şiddet de arttı. Yoksulluk ve işsizlik gerilimi, artan iş yükü, bakım yükü emekçi kadınlar arasında sözleşmeye desteği büyüttü. Sözleşmeden çekilme kararı her kesimden kadının büyüyen öfke ve tepkisine neden oldu. Çünkü sözleşme gerçek ve son derece can yakıcı sorunlara işaret ediyor, şiddeti engellemek amacıyla anlamlı yöntemler öneriyor.
İnsan Hakları Derneği 2020 Yılı Kadın Raporuna göre; 2020’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve olmayan en az 709 kadın seks işçiliğine zorlandı. En az 1075 kadın ekonomik, fiziksel, psikolojik, cinsel şiddete maruz bırakıldı, taciz ve tehdit edildi, kaçırıldı. En az 41 kadın intihara sürüklendi, en az 178 kadın şüpheli şekillerde ölü bulundu ve en az 316 kadın öldürüldü. Buna karşılık; 6284 Sayılı Kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) çoğu zaman uygulanmadı. Meclise verilen soru önergeleri hükümet tarafından reddedildi. Engelli kadınların temel haklara ulaşmakta yaşadığı zorluklar arttı. Kürtaj hakkına erişim fiilen zorlaştırıldı. İHD’ye ulaşan ekonomik ve sosyal haklar temelli başvuruların %75’i kadınlar tarafından yapıldı… Tablo bu kadar ağırken iktidarın hedefi şiddet değil, İstanbul Sözleşmesi oldu!
“Sözleşme kadınların ve yanı sıra çocukların, göçmenlerin, mültecilerin, LGBTİ+’ların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin etmek üzere çeşitli hükümler içeriyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin, cinsel yönelimleri de kapsayacak şekilde sağlanması için eğitimden uluslararası işbirliğine, mağdurları koruma tedbirlerinden faillerin cezalandırılmasına kadar çok çeşitli yükümlülükler getiriyor. Ayrıca kadının sadece kamusal alanda değil özel alanda da korunmasını öngörüyor.”[1] Kısacası “kadına yönelik şiddeti önle, kadını şiddetten ve özellikle ev içi şiddetten koru, şiddete uğraması halinde şiddet uygulayanları mahkûm et, etkin yöntemlerle cezalandır” diyor. Ama burada da bırakmıyor: “Toplumsal cinsiyet”i, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak tanımlıyor. Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığa ve şiddete maruz kaldıklarını vurguluyor. Şiddetin eşitlikçi olmayan toplum yapısından kaynaklandığını, şiddetin önüne geçilebilmesi için bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılması yönünde çalışmalar yapılması gerektiğini vurguluyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıyla, erkek egemen anlayış temelinde inşa edilip dayatılan cinsel kimlikler, roller ve davranışlar aracılığıyla yaratılan cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasına odaklanıyor.
İşte bu özellikleriyle İstanbul Sözleşmesi, totaliter iktidarın, boyun eğen, tevekkül eden, hesap sormayan, sinik kadın ve toplum tahayyülü ile zerre kadar bağdaşmıyor. Kadını ikinci sınıf ilan eden, kadın-erkek eşitliği konusunu toplumsal yönünden koparıp bu olguyu maraton koşma, ağırlık kaldırma, duygusal olma gibi aldatıcı örnekler üzerinden açıklamaya girişen, erkek egemen zihniyeti durmaksızın körükleyen, sonra da “kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen tek adamların kanına dokunuyor. Farklı cinsel kimlik ve yönelimleri marjinal ilan etmeye, kriminalize etmeye, nefretin hedefi haline getirmeye alışmış anti-demokratik bünyeleri sarsıyor. Fakat tüm dinamizmi ile hayatın akışı, değişip dönüşen toplumsal yaşam, itaatkâr, kanaatkâr ve kindar toplum projelerinin karşısına engeller çıkarmaya devam ediyor. Bu koşullarda totaliter rejimin gerici projelerindeki ısrarı, kadınların kazanımlarını ellerinden alma, tarihin tekerleğini geri döndürme çabasıdır. Her ne pahasına olursa olsun toplumun sırtında kalma isteğinin bir tezahürüdür. Köhne zihniyetinin ve zalimliğinin göstergesidir.
Kadın örgütleri ilk günden itibaren sözleşmenin uygulanması için mücadele edip kampanyalar yürütürken, sözleşmenin imzalanmasından sadece haftalar sonra Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı kaldırıldı, yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu. Bu bakanlık ilerleyen yıllarda Çalışma Bakanlığı ile birleştirildi, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı haline getirildi. 2016’da oluşturulan “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar İle Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu”nun hazırladığı raporlarsa kadınlara ve haklarına yönelik saldırı politikalarının yol haritası niteliğindeydi. O tarihten itibaren cinsel istismar suçlularının mağdurla evlenmeleri halinde affedilmelerini öngören yasa tasarıları hazırlanması, kürtaj hakkının, nafaka hakkının kısıtlanması, boşanmaların zorlaştırılması, erken yaşta evliliğin teşvik edilmesi gibi girişimler arka arkaya geldi. Tüm kara propagandalara rağmen toplumun önemli bir kesiminin İstanbul Sözleşmesini desteklemesi aslında bu politikaların yarattığı ağır sonuçlara verilmiş bir tepkidir. İktidarın kadına yönelik şiddet konusunda dünyanın en iyi durumdaki ülkelerinden biri olduğumuz şeklindeki şişinmelerine, yalanlarına rağmen tablo giderek daha fazla ağırlaşmaktadır.
Öyle ki sözleşmeden çekilme kararının açıklandığı saatlerde, bir erkek, sosyal paylaşım sitelerinde Azrail resimleri eşliğinde tehditler savurarak boşanma aşamasında olduğu eşini, eşinin annesini, yardıma gelen komşuyu öldürdü. Şiddeti önlemekle yükümlü olanlarsa her zaman olduğu gibi acı çığlıkları duymadılar. Sadece kadınların çığlıklarına, isyanlarına, taleplerine kulaklarını tıkadıkları için değil, İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararını kutlamakla pek meşgul oldukları için de! Bu katliamı gündemine bile almayan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, “Kadın haklarının teminatı, Anayasamız başta olmak üzere, iç mevzuatımızdaki mevcut düzenlemelerdir. Hukuk sistemimiz ihtiyaca göre yeni düzenlemeleri hayata geçirebilecek kadar dinamik ve güçlüdür” diye buyuruyordu. Şiddete “sıfır tolerans” gösterdiklerini ileri sürüyordu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Fatma Betül Sayan Kaya, büyük bir kibirle kendini tüm kadınların yerine koyarak İstanbul Sözleşmesine ihtiyacımız olmadığını söylemekten geri durmuyordu. Yandaş medyanın zafer manşetlerine yandaş sendikacıların takdir açıklamaları karışıyordu. Bu keyfiliği ve dayatmacılığı meşrulaştırmak için kararın ülkenin “kültürel bağımsızlık ilanı” olduğu iddia ediliyordu.
Rejimin resmi yayın organı niteliğindeki Yeni Şafak, LGBT alerjisi içinde kaşınıp duranlar, nefreti yayanlar kendileri değilmiş gibi “İstanbul Sözleşmesi, LGBT ideolojisi savunuculuğuna indirgendi” diyerek Türkiye’nin, İstanbul Sözleşmesinden çekilmesinin sebeplerini sıralıyordu: “LGBT’nin bazı kesimler tarafından meşru evrensel hukuk normu şeklinde dayatılmasının önüne geçilecek. Milli ve manevi değerler ile Türk aile yapısında LGBT propagandasının oluşturduğu rahatsızlık giderilecek. LGBT ideolojisi üzerinden inşa edilmek istenilen diplomatik ve siyasi baskı engellenecek. Kadın hakları meselesi LGBT odaklı tartışmaların tahakkümünden kurtarılacak. Sözleşmenin toplum değerleri ile bağdaşmayan kısımlarının, Türkiye’nin kadına şiddet ile mücadelesine ve kadın hakları konusundaki adımlarına gölge düşürmesinin önüne geçilecek. LGBT’yi işaret eden ifadeler sebebiyle rahatsızlık duyan kesimlerin kadına yönelik şiddete karşı desteğinin konsolide edilmesi sağlanacak. Kadına şiddet ile mücadelede iç hukuka dayalı uygulamaların iyileşmesine odaklanmak için gerekli zihinsel paradigma değişikliğine engel olan «cinsel yönelim» unsuru ortadan kalkacak.”
Rejimin çanak yalayıcıları şehvetle İstanbul Sözleşmesinin üzerinde tepinmeye devam ededursun daha önce de ifade ettiğimiz gibi: “Erkeğe itaat etmesi, boyun eğmesi, namus adına kendine keskin bir otokontrol uygulaması, erkeğin «koruyuculuğunu» kabul etmesi, ikinci planda kalmaya, eşitsizliğe razı olması, dindar-kindar nesiller yetiştirmesi beklenen kadınlar bu kalıba sığmadılar. Toplumun derinliklerine sirayet etmiş erkek egemen, ayrımcı, aşağılayıcı kültürel kodları, kadın düşmanı politika ve uygulamaları, onları boğan toplumsal atmosferi daha fazla sorgular hale geldiler. Bugün kadınlar daha fazla söz sahibi olmayı, erkeklerle eşit olmayı, eşleriyle, aileleriyle çok daha modern temellerde ilişki kurmayı istiyorlar. Günümüz dünyasında toplumsal hayatta, çalışma hayatında farklılaşan konumlarının aynı şekilde aile içinde ve erkek karşısında da bir değişim yaratması gerektiğinde ısrar ediyorlar, geleneksel rollerini taşıyamaz hale geliyorlar. Bilinçli ya da bilinçsiz, elde ettikleri kazanımlardan vazgeçmeyi, annelerinin yaşadığı koşullara geri dönmeyi reddediyorlar. İktidarın kadına yönelik düşmanca politikalarını daha fazla görüyor ve reddediyorlar. İşte iktidarı ve çevresine toplaşanları çileden çıkaran, daha da saldırganlaşmalarına neden olan tam da bu dönüşümdür.”[2]
Rejim bu dönüşümü büyük bir tehlike olarak görse de kaderinden kaçması mümkün değildir. Nitekim attığı her adımın bu dönüşümü hızlandırması gerçeğiyle karşı karşıyadır. Kentlerin ve modern yaşamın dinamizmi içinde köprülerin altından çok sular akmıştır. Özelde başörtülü, dindar kadınların ve genelde tüm kadınların yaşama bakışı, talepleri, beklentileri değişip farklılaşmıştır, farklılaşmaya devam etmektedir. Muhafazakâr, dindar kesimlerden kadınların itaatkâr olmayı reddetmesi, geç yaşta evlenmek kadar evlenmemenin, boşanmanın, çocuk yapmamanın normal olduğunu savunması, her saatte sokakta ve hayatın her alanında olmaya istek duyması, seküler kadınlarla kol kola verip demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmesi, yalnızca aile içinde ve anne olduğunda değerli olduğunu söyleyenlere hakları ve talepleri olan bir birey olduğunu haykırması, taleplerinin duyulmasını istemesi, eylemlere katılması rejimin efendilerinin uykularını kaçırıyor.
Kadınlar artık taleplerini daha yüksek sesle dile getiriyor. Sadece İstanbul Sözleşmesine sahip çıkıp çekilme kararına tepki duymakla kalmıyor, iktidarın politikalarıyla şiddet, yoksulluk, işsizlik gibi sorunlar arasındaki bağı daha fazla görmeye başlıyor. Ekonomik kriz, koronavirüs salgını ve bu olguların ortaya çıkardığı sonuçlar değişim isteğini ve öfkeyi güçlendiren bir işlev görüyor. Elbette rejimin korkularını ve baskılarını da! Korkunun ecele faydası olmadığı gibi baskılar da zalimlerin iktidarını baki kılamayacaktır.
[1] Ezgi Şanlı, İstanbul Sözleşmesi Aynasında Muktedirlerin Sancısı, marksist.com
[2] agm
link: Ezgi Şanlı, İstanbul Sözleşmesi, Kadın Düşmanlığı ve Yalanlar, 22 Mart 2021, https://en.marksist.net/node/7327
Bilseler, Ah Bir Bilseler!
Çelişkiler Çağı: Uzayda Yolculuk, Texas’ta Felâket