Açlık ve yoksulluk sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ortak ve can yakıcı bir sorun olarak giderek büyüyor. Çeşitli burjuva kurumlar da kapitalist sistemin bekası açısından tehlikeli bir boyuta doğru gidebilecek bu soruna –asıl kaynağının kapitalist sistem olduğunu ortaya koymasalar da– büyüklüğünü ortaya koydukları verilerle dikkat çekiyorlar. BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı Örgütünün (UNCTAD) Eylül ayında yayınladığı bir raporda[1], koronavirüs salgınının dünyada en fazla yoksulları vurduğu ve yoksulluğu daha da tırmandırdığı uyarısı yapılmıştı. Raporda 1998’deki Asya krizinden bu yana dünyada yoksulluğun ilk kez tırmanışa geçtiği ve 2020 yılı sonuna kadar 130 milyon insanın daha aşırı yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya kalacağı belirtilmişti. Bu arada Dünya Bankasının –hangi akla ve mantığa dayanıyorsa– aşırı yoksulları günlük geliri 1,90 dolar (14 TL) altında olan insanlar olarak kategorize ettiğini hatırlatalım.
BM Tarım ve Gıda Örgütünün (FAO) içinde yer aldığı Küresel Gıda Krizleri Ağının açıkladığı 2020 yılı raporu[2] da 55 ülkede 135 milyon kişinin gıda güvencesi açısından kriz düzeyinde ya da daha kötü durumda olduğunu belirtiyor. Covid-19 salgınının da etkisiyle daha ciddi sıkıntılar yaşanabileceği konusunda uyarıyor. FAO’nun aynı konudaki verileri ortaya koyduğu Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Güvenliği Raporunda[3] ise 2018 yılında 820 milyon insanın açlık çektiği, yani dünyada her 9 kişiden birinin yatağa aç girdiği ortaya konuyordu. Bu raporlara göre dünyada 3 milyar civarında insan sağlıklı beslenemiyor ve her yıl yüz milyonun üstünde insan daha açlık girdabına sürükleniyor. Mevcut durumun daha kritik olduğuna işaret eden BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier De Schutter, “krizin yoksulluk üzerindeki en kötü etkilerinin henüz tecrübe edilmediğini” belirtiyor.[4] BM raporlarına göre durumu en kritik olanlar dünya çapında sayıları 2 milyarı bulan ve çalışan nüfusun yüzde 61’ini oluşturan kayıt dışı çalışanlar. En ağır şekilde etkilenenler ise belgesiz göçmenler. Pandemi sürecinde birçok ailenin birikimlerini tükettiği, varını yoğunu elinden çıkarmak zorunda kaldığı da belirtiliyor.
BM raporları açlık ve yoksulluğun boyutları konusunda bize fikir verse de yaşanan sorunların sorumlusunun salgın olduğuna dikkat çekiyorlar. Oysa biz biliyoruz ki salgın sorunları derinleştirdi ama sorunların asıl sebebi salgınla birlikte daha görünür hale gelen kapitalist sistem krizidir. Kapitalistler ise krizin üstünü örtmek ve emekçileri susturmak için salgını bir araç olarak kullandı. Zaten çeşitli sorunlarla hayatları perişan olan milyonlarca insan, ölüm gösterilip sıtmaya razı edildi. Kapitalizm hayatını bir yük hayvanı gibi yaşayan milyonlarca insanın ömrünü her vesileyle kısaltmaktan başka bir şey yapmıyor. BM üyesi 193 ülke daha önce oy birliğiyle 2030’a kadar dünya üzerinde açlığın sona erdirilmesini hedeflemiş ve bu hedefe uygun faaliyetler yapmayı önüne koymuştu. Oysa bıraktık açlığı sona erdirmeyi, azaltmayı bile başaramadılar. Üstelik dünyada aç insanların sayısı katlanarak artıyor.
Yaşadığımız topraklarda da milyonlarca işçi ve emekçi krizin yol açtığı işsizlikle ve giderek ağırlaşan yoksullukla boğuşuyor. Son dönemlerde nüfusun %22’si (18 milyon insan) yeterli gıdaya ulaşamazken, 7 milyon insan da açlık düzeyinde yaşamaktadır. İktidarın kontrolündeki çeşitli kurumların uydurma sayılarla ve ucube tanımlamalarla gerçekleri nasıl çarpıtmaya ve saklamaya çalıştıklarını da hatırlarsak, asıl verilerin bunların çok üzerinde olduğu anlaşılır.
Türkiye ekonomisi derin bir kriz sürecinden geçerken esnaf çöküyor, çiftçi borç altında batıyor, on milyonlarca işçi ve emekçinin yaşam koşulları giderek çekilmez hale geliyor. Birçoğu bir lokma ekmek bulamaz duruma düşüyor. Ekim ayında iktidarın ortağı MHP’nin başlattığı “askıda ekmek kampanyası” bir anlamda sorumlusu oldukları yoksulluğun, insanların ekmek parası bulamayacak duruma getirildiğinin itirafıydı adeta. Hem açlar ordusu yaratılıyor hem de bir parça kuru ekmekle susturulmak isteniyor. CHP sözcüsü Engin Altay’ın Meclis kürsüsünden milletin midesine giren tek şeyin kuru ekmek olduğu yönündeki eleştirisine AKP Denizli milletvekili Şahin Tin’in sözleri adeta bu durumu özetliyor. “Midesine kuru ekmek giriyorsa o zaman aç değildir demek ki” sözlerini sarf eden bu “milletin vekili” aynı zamanda Denizli’de fabrikaları olan, işçileri iliklerine kadar sömüren sermayenin has bir vekili olduğunu ortaya koyuyordu. İktidar, insanların karnındaki gurultuyu ya “müjde” gürültüleriyle ya milliyetçiliği harlayarak öfkesini bir süre de olsa başka yerlere kanalize ederek bastırmaya çalışıyor. Ama milyonların sorunları günden güne katmerlenerek arttıkça bir de inkâr etme, yok sayma, görmezden gelme yollarını deniyor. Eh kabul ederse, bunun müsebbibi olduğunu ve çözmekle sorumlu olduğunu da kabul etmesi gerekmez mi?
İktidar, kaybetme korkusunun yarattığı itkiyle, tabandan gelen rahatsızlığı bastırma dürtüsüyle ama yine de karşılarında bu durumu değiştirecek anlamlı bir güç görmemenin yarattığı rahatlıkla ilkel sınıfsal duygularını dışa vuruyor. Son dönemde iktidardakilerin ve sözcülerinin Fransa kraliçesi Marié Antoinette gibi konuşmaları, onların gerçeklerden koptuklarına ama asıl olarak da içinde bulundukları sıkışma durumundan dolayı öfkeyle gerçekleri inkâr ettiklerine işaret ediyor. Fakat gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadadır. Örgütsüz emekçilerse bireysel çözüm arayışları içinde çırpınmaktadır. Sorunlarını çözecek bir kanal, çaresiz ve umutsuz bir şekilde tutunacak bir dal bulamayanlar son noktada intihara teşebbüs etmektedir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin verilerine göre 2020 yılının ilk 8 ayında 54 kişi işyeri içinde veya işle bağlantılı olarak intihar etti. Mart ayından Eylül ayına kadar 100’e yakın müzisyen pandemi yasaklarından sonra eve bir lokma ekmek götürecek iş bulamadığı için yaşamına kıydı. Birçok intihar ve intiharların onlarca katı intihar teşebbüsleri, büyük çoğunluğu el pençe divan, iktidarın emrine amade basına yansıtılmıyor bile! İktidar ve sözcüleri gerçekleri görmezden geliyor veya pişkince inkâr ediyorlar. Böylece toplumda “her şey yolunda” algısı yaratılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz günlerde Aile, Sosyal Politikalar ve Çalışma Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, Samsun’da bir eline “iş” diğer eline “aş” yazarak intihar eden 45 yaşındaki emekçiye ilişkin soru sorulması üzerine şu cevabı verdi: “Yoksulluk, özellikle aşırı yoksulluk, uluslararası dokümanlarda da ifade edildiği gibi artık Türkiye için sorun olmaktan kalktı.” Asgari Ücret Tespit Komisyonunun başında olan bu şahsın asgari ücret tartışmalarının sürdüğü, asgari ücretlilerin geçinebilecek bir ücret beklentisi içinde olduğu bir dönemde bu sözleri söylemiş olması anlamlıydı. Adeta “asgari ücret size çok, bununla yetinmeyi bilmiyorsunuz” deniyordu!
Onlar ne kadar inkâr ederse etsin, ne kadar çarpıtırsa çarpıtsınlar, gerçekler bu rejimin kibirli sözcülerini her gün yalanlıyor. Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin yaşam standartları yıldan yıla geriliyor. Yoksulluk daha can yakıcı hale geliyor ve insanlar en temel gıda maddelerine daha fazla muhtaç hale geliyor. Mesela 2013 yılında yeterli miktarda gıdaya ulaşamayan, temel besin maddesi olarak ancak ekmek ve tahıl ürünleri tüketebilen insan sayısı 13 milyon civarındaydı. Ancak aradan geçen zamanda bu sayıda gerileme olmamış, tersine büyük bir sıçrama yaşanmıştır. En temel ihtiyaçlara erişememenin yanı sıra, kira ödeyemediği için veya icra tehditleriyle evsiz kalma riski; elektrik, su, doğalgaz faturasını ödeyemediği için gündelik hayatın felce uğraması çeşitli sorunlar arasında. Yıl içinde zam üstüne zam yiyen faturalar ödenemiyor, bu ödenemeyen faturalar faiziyle borçluların tepesinde sallanıyor. 2019 yılında 1 milyon 800 bini aşkın elektrik aboneliği iptal ettirilmiş. 4 milyon civarında abone, faturasını ödeyemediği için elektriği kapatılarak cezalandırılmış. Milyonlarca insan, yıllardır ödeyemediği borçlar nedeniyle haciz tehdidi altında yaşıyor. Borçlu sayısı giderek artıyor. Haziran ayında basına yansıyan verilere göre yalnızca kredi kartı borcu yüzünden bile yasal takibe düşen kişi sayısı 3 milyon civarındaydı. 21 milyon 300 bin kişi de icra tehdidiyle borcunu nasıl ödeyeceğini bilemez duruma düşürülmüş durumda.
TÜİK her ne kadar gerçekleri çarpıtmak için rakamlara kırk takla attırsa da on binlerce işyerinde pandemi gerekçesiyle faaliyetlerin durdurulması işsizlik rakamlarını daha da tırmandırıyor. Ekim ayındaki verilere göre DİSK-AR’ın “Covid-19 Etkisiyle Geniş Tanımlı İşsizlik Oranı” %29,1 idi. 10,4 milyon kişiye karşılık gelen bu rakam son yasaklamalardan sonra birkaç milyon daha artmış durumda. İşsiz gençlerin oranı da giderek artış gösteriyor. Aralık ayında yapılan bir araştırmaya göre gençlerin %64’ü karın tokluğuna çalışmaya razı. Eğitimden ayrılan gençlerin sayısındaki artış da devam ediyor. Genç İşsizler Platformunun raporuna[5] göre 15-29 yaş grubundaki gençlerin %33,1’inin (5 milyon 903 bin genç) ne eğitimde ne de istihdamda olması durumun vahametini gösteriyor. Yani her 3 gençten biri tutunacak bir dalı olmadan, adeta boşlukta sallanıyor!
2020’nin başında 339 dolar seviyesinde olan asgari ücret, en son yapılan zamdan önce 290 dolara kadar gerileyip açlık sınırının da altına düşmüş durumdaydı. 29 Aralıkta yapılan zamla 2 bin 825 TL’ye çıkan asgari ücret, sürekli artan enflasyon karşısında birkaç ay içinde kuşa dönmese bile işçileri açlık sınırından bir adım öteye götürmemiştir. Türk-İş’in Kasım ayında açıkladığı 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık gıda harcaması olan açlık sınırı 2 bin 516 TL, yoksulluk sınırı ise (konut, giyim ve ulaşım gibi zorunlu giderlerin de hesaba katıldığında) 8 bin 197 TL’ydi.
Türkiye’de açlık sorununu Dünya Bankasının uyduruk açlık sınırını baz alarak “ortadan kaldıran” Aile, Sosyal Politikalar ve Çalışma Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, marketten, pazardan artık tane ile meyve-sebze almaya başlayan işçilere sanki kiloyla alacaklarının müjdesini verir gibi şunları söylüyor: “İşçimizi enflasyona ezdirmeyeceğimize dair sözümüzü bir kere daha tutmuş olduk.” Onlar enflasyon rakamına ilişkin ne oyunlar çevirip, ne yalanlar uydururlarsa uydursunlar –ki aynı şahıs enflasyon rakamını %14 olarak telaffuz ediyor– geniş işçi ve emekçi kitleler en temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını, sofraya ne getireceğini, faturaları nasıl ödeyeceğini bilemiyor. Sağlığı ve eğitimi ise artık boşluyor. Borcu borçla kapatıyor, geleceğe olan umudunu her geçen gün daha fazla kaybediyor. Giderek pahalılaşan hayat ise ilk elden en çok güvencesizleri vuruyor.
“Derin Yoksulluk” isimli çalışma grubunun[6] İstanbul’un 34 ilçesinde sosyal güvencesiz, düzensiz, yevmiye ile çalışan 2000’den fazla ihtiyaç sahibi hanede yaptığı bir araştırmaya katılanların %53’ü daha fazla öğün atladığını, %49’u bazı besin gruplarına hiç ulaşamadığını, %14’ü ise gıdaya hiç erişemediğini söylüyor. Bu çalışma grubunun araştırmasına konu olan ailelerde, birçok anne bebeğine mama yerine şekerli su veriyor, bebek bezi yerine poşet kullanıyor. Yoksulluk derinleştikçe birçok aile bazı temel ihtiyaçlarından vazgeçmeye başlıyor. Bu arada süpermarket raflarında alınan önlemler de arttırılıyor. Bebek mamalarına, 5 litrelik ayçiçek yağına, tıraş bıçaklarına ve daha nice nice kalem tüketim ürünlerine alarm takılıyor. Çok geniş bir kitlenin alım gücü sıfırlanmaya doğru gidiyor ve 100 binlerce insan çöp konteynırlarından, pazar artıklarından besleniyor.
Tüm bunlara karşın, bir tarafta içler acısı bir sefalet varken diğer tarafta muazzam bir zenginlik yaşanıyor. Türkiye’nin en zenginleri, milyonlarca insanın işsiz kaldığı 2020 yılını kâr rekorlarıyla kapattıklarını açıklıyorlar. İktidar ve genişçe bir kapitalist grubun da dahil olduğu çevresi, iktidarda olmanın getirdiği nimetlerden sonuna kadar faydalanmaya, devlet kaynaklarını kendilerine aktarmaya ve muazzam bir zenginlik içinde yüzmeye devam ediyor. “Geçinemiyoruz, açız” demek nerdeyse yasaklanıyor, bunu sosyal medyada ya da sokak röportajlarında dile getirenler gece baskınlarıyla gözaltına alınıyor. Üstlerine keyif çayı atılanlar ise kendilerini şanslı sayıyor. Bu durumun emekçilerin gözünden kaçması ve derinden derine bir öfke birikimi yaşanmaması düşünülemez. Nitekim AKP’nin oylarındaki erozyondan tutalım da işçi eylemlerine ve sokak röportajlarına kadar bunun yansımalarını görüyoruz.
Hem Türkiye’de hem dünyada yaşanan açlık ve yoksulluk meselesinin asıl nedeni içinde yaşadığımız sınıflı toplum olan kapitalizmdir. İşçi sınıfı, her şeyi ürettiği bu dünyada sermaye sınıfı iktidar olduğu sürece açlık ve yoksulluk sorunuyla boğuşmaktan kurtulamaz. Milyarlarca emekçinin giderek katlanılmaz hale gelen sorunlarının çözümü, kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Bundan kaçmak veya ertelemek sonraki nesillere daha büyük sorunlar bırakmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır!
link: Aylin Dinç, Kapitalizm Hastalıklı Kriziyle Debelendikçe Açlık ve Yoksulluk Üretiyor, 3 Ocak 2021, https://en.marksist.net/node/7145
Boğaziçi Kayyum Rektör İstemiyor
Hazineden Halka Kuru Ekmek, Patronlara Milyar Dolarlar Çıktı!