3 Kasım tarihli yazımızda rejimin sorunlarının büyüdüğüne dikkat çekmiştik.[1] Nitekim birkaç gün sonra, Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın istifası bu tespitimizi doğruladı. Kuşku yok ki Albayrak’ın gitmiş olmasına basit bir istifa gözüyle bakılamaz. Bu gidiş, gitme biçimi ve istifa metninde kullandığı ifadeler, aslında arka planda yaşanan sorunların, tepede kopan fırtınanın ve onun ruh halinin dile gelmesidir. Erdoğan, yıllardır öne çıkartıp desteklediği ve koruduğu Albayrak’ı harcamak zorunda kalmıştır. Damat, adeta Erdoğan’ın güttüğü ekonomi politikasının cisimleşmiş haliydi ve onun feda edilmek zorunda kalınması izlenen politikanın iflasının itirafı niteliğindedir. İzlenen ekonomik politikaların iflasının ve gerilimin damadın istifasıyla sonuçlanmasının iktidar çevresi ve tabanın ruh dünyasında bir kırılma yaratmaması için, sanki en tepenin ekonomideki sorunlardan haberi yokmuş, yeni öğrenmiş ve öğrenir öğrenmez de gidişatı değiştirmek üzere harekete geçmiş gibi bir görüntü çizildi/çiziliyor. Totaliter rejimlerde en tepede oturanlar, bizzat sorumlusu oldukları sorunları basit bir alete dönüştürdükleri uygulayıcıların sırtına yıkarken, aynı zamanda, durumdan istifade ederek manevralar yapmaya, yeni bir denge kurarak iktidarlarını korumaya çalışırlar. Türkiye’de yaşananlar da bu durumu doğruluyor.
Nitekim bu doğrultuda Merkez Bankası başkanı değiştirilirken, Hazine ve Maliye Bakanlığına da Lütfü Elvan atandı. Ve Erdoğan bir anda “reformcu” oluverdi. Erdoğan’ı Adalet Bakanı izledi ve sanki iktidarı dün almış, demokrasi ve reform aşkıyla yanıp tutuşuyormuş edasıyla açıklamalar yaptı. Erdoğan’ın ekonomik ve hukuk alanında reform açıklamaları, Batı’ya verdiği ılımlı mesajlar, rejim sözcülerinin birdenbire AB hedeflerini hatırlaması, derken Bülent Arınç’ın Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarındaki hukuksuzluğu gündeme getirmesi, tutuksuz yargılanmaları gerektiğine dönük çıkışı bir anda burjuva siyaset arenasını ve medyayı hareketlendirdi. Yandaş medya derhal topa girerek “reform” balonunu şişirmeye başladı. Öyle ki kimi çevreler Erdoğan’ın makas değiştirmek istediğini ve parlamenter sisteme dönülebileceğini dile getirdiler. Fakat heyhat, rüya bir hafta bile sürmedi. 20 Kasımda “hem ekonomik politikalarımızı tahkim edecek, hem demokrasi ve özgürlüklerimizin çıtasını yükseltecek, hem de milletimizin günlük hayatında rahatlamaya yol açacak hazırlıklar içindeyiz” diyen Erdoğan, iki gün sonra Arınç’ı hedefe koyarak; “Son günlerde bizimle asla ilgisi olmayan kimi bireysel açıklamalar ile reform gündemimize yaptığımız vurgular bahane edilerek yeni bir fitne ateşi yakılmaya çalışıldığını görüyoruz” dedi. MHP’ye minnettar olduklarının altını çizdi ve ekledi: “Bizim nerede durduğumuz bellidir, istikametimizde değişiklik yoktur.”
Reform söylemi kime, amaç ne?
Ekonomideki çöküş, dış siyasal alandaki sıkışma, parti ve devlet içinde kızışan kavga, AKP tabanındaki erime ve dolayısıyla durumun eskisi gibi sürdürülemeyecek olması kaçınılmaz olarak rejimin üst katlarında gerilimlere yol açmıştır. İşte bu koşullarda Erdoğan, burjuva muhalefetin “uyurgezer” siyasetini de fırsat bilip iktidarını korumaya yönelik yeni planlar yapmaya girişmiştir. Türkiye kapitalizmi birikimli sorun ve çelişkilerle boğuşmaktadır. En başta acil olarak yüksek miktarda krediye/borca ihtiyaç vardır. Ekonominin kurmay kadrosunda yapılan değişiklik ve para politikasına dair kimi adımlar da rejimin derdine derman olmamaktadır. Bu koşullarda siyasi iktidarın öncelikli sorunu, Hazine’nin iflas etmesinin önüne geçmek için acilen kaynak bulmaktır. Dolayısıyla Erdoğan’ın “reform” mesajının birinci muhatabı iç ve dış sermaye çevreleridir. Aynı zamanda yarattığı havayla tepedeki krizin üzerini örtmeye, sorunların hâl yoluna gireceği görüntüsü oluşturmaya ve emekçi kitleleri oyalamaya çalışmaktadır. Erdoğan, durumun eskisi gibi sürdürülemeyeceğini kabul edip tavizler vermek zorunda kalırken, kontrolün kendi elinde olduğunu ve tıkanmaların aşılabileceği algısını yaratmak istemekten de geri durmamaktadır! Toplumda yeni algı oluşturulması, kitlelerin manipüle edilmesi ve oyalanması rejimin temel önceliklerinden biridir. Zira ekonomik krizin inkâr edilmesi, Albayrak’ın kitleleri aptal yerine koyan pervasız konuşmaları AKP’nin oy tabanında devam eden çözülmeyi hızlandırmıştı.
Kaç zamandır uluslararası sermayede ve Türkiye’de onunla iç içe geçmiş çevrelerde rejimin ekonomik uygulamaları nedeniyle kaşlar kalkmış; kurum ve kuralların yerini keyfiliğin alması, finans alanında sermaye hareketlerine getirilen kimi kısıtlamalar güvensizlik doğurmuştu. İşte Erdoğan’ın şu sözlerini bu açıdan okumak lazım: “Ekonomideki yeni dönemin ruhuna uygun şekilde, temel hakların korunmasından mülkiyet hakkının geliştirilmesine kadar, pek çok ilave hükümleri ilgili tüm taraflarla istişare ederek bu eylem planına derç edeceğiz.” Şu sözler de Lütfü Elvan’ın: “Piyasa dostu bir dönüşüm programına odaklanacağız. Önemli olan kurumların güçlendirilmesi, kuralların etkili bir biçimde işletilmesidir.” Böylece rejimin reformdan esas olarak ne kast ettiği de netleşmiş oluyor: Uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda adımlar atılması yani faizlerin arttırılması, sermaye hareketlerine getirilen sınırlamaların terk edilmesi, bankalara ucuz kredi vermeleri yönündeki dayatmalara son verilmesi! Nitekim faizler arttırılırken, bu doğrultuda peş peşe adımlar atılmıştır. Vurgulamak gerekiyor ki faizlerin arttırılması veya düşük tutulması kararı, kapitalist ekonominin, sermaye sınıfının ya da onun çeşitli kesimlerinin ihtiyaçları doğrultusunda alınır. Her iki durumda da bedel ödeyen yine emekçiler olmaktadır ve kapitalizm altında başka türlü olması da mümkün değildir.
Atılan adımlar eşliğinde, rejim aynı zamanda kapitalist örgütlerle (TÜSİAD, MÜSİAD ve TOBB) toplantılar yaparak sermaye çevrelerinin yüreğine su serpmeye çalışıyor. Hatırlanacağı gibi faizler düşürülerek ve bankaların çok sorgulamadan kredi vermesi sağlanarak ekonomik çarklar döndürülmeye, bu arada başta müteahhitler olmak üzere yandaş sermaye ihya edilmeye çalışılmıştı. Ancak para basılması ya da aynı anlama gelmek üzere Merkez Bankası eliyle piyasadaki para miktarının arttırılması, bankaların ucuz kredi vermeye zorlanması ve bir anda kredi balonu oluşması, yüksek dış borç, Merkez Bankası rezervlerinin erimesi, ekonomideki küçülme, yüksek bütçe açığı, ödemeler dengesinin ciddi ölçüde bozulması ve rejimin dış siyasetinin getirdiği basınçtan dolayı lira serbest düşüşteydi. Dolayısıyla Albayrak’ın istifası ve alınan yeni kararlar, nesnelliğin dayatması altında rejimin inatla savunduğu ekonomi politikasından geri adımdır. Yeter ki sermaye kaçışı dursun, rejim daha ucuz dış borç bulabilsin ve yabancı sermaye Türkiye’ye gelsin!
Acı reçete uygulamaktan bahsettiği konuşmasında Erdoğan, şöyle diyor: “Ülkemizi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde cazibe merkezi haline getirmekte kararlıyız. Yatırım süreçlerinin iyileştirilmesi yoluyla iş ve yatırım alanlarını daha da cazip hale getirmek istiyoruz.” Bu sözlerin anlamı açıktır: İktisadi krizin tahripkâr yükü işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin sırtına daha fazla yıkılacak, işgücü maliyetleri alabildiğine aşağı çekilecek! Ardı ardına gelen kriz dalgaları emekçi kitlelerin yoksulluğunu derinleştirmiş, işçiler ve emekçiler daha da yoksullaşmışlardır. Lira değersizleşmiş, fiyatlar artmış dolayısıyla enflasyon yükselmiş, reel ücretlerde ve alım gücünde ciddi kayıplar yaşanmıştır. Siyasi iktidar ve sermaye sınıfı, salgını kullanarak işçi sınıfına karşı topyekûn bir saldırıya geçmiştir. Marksist Tutum olarak, salgın uluslararası alanda gündeme oturduğu günden beri meselenin bu boyutuna yani sermaye sınıfının pandemi bahanesiyle tüm dünyada işçi sınıfına karşı saldırıya geçtiğine, her türlü anti-demokratik uygulamanın bu yolla meşrulaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekmekteyiz. Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar salgın bahanesiyle delik deşik edilmekte, bu alan tümüyle kuralsız hale getirilip sermayenin keyfine terk edilmek istenmektedir. Nitekim esnek ve güvencesiz çalıştırma salgın sürecinde alabildiğine yaygınlaşmıştır. Ücretsiz izin ve kısa çalışma uygulaması sermaye sınıfının elinde bir kırbaca dönüşmüştür.
Sermaye sınıfı ve AKP iktidarı, uzun zamandır Türkiye’yi “Çin gibi yapma”nın hayallerini kuruyor. Emek maliyetlerinin alabildiğine ucuzladığı, esnek ve güvencesiz çalıştırma biçimlerinin yaygınlaştırıldığı, artı-değer sömürüsünün ve kâr oranlarının yükseldiği bir Türkiye yaratmak istiyorlar. Egemenler son iki yıldır bu yolda epey mesafe almışlardır.[2] İktidar, Erdoğan’ın konuşmalarında dile getirdiği üzere; kriz, salgın ve ticaret savaşı nedeniyle uluslararası sermayenin Çin’den çıkması durumunda ona yeni üs olmanın hayallerini kuruyor. Bu olasılık uluslararası toplantılarda da dile getiriliyor. Meselâ metal patronları uluslararası alanda Nouriel Roubini gibi tanınmış ekonomistlerin de katılımıyla düzenledikleri toplantılarda Türkiye’yi bu yönde pazarlıyorlar. Ancak Türkiye’nin Batı sermayesi için yeni bir üs olması o kadar da kolay değildir. Birçok etmeni bir kenara koyarak şu hususların altını çizelim: Tarihsel olarak tıkanmış kapitalizm 2020’ye çok şiddetli bir krizle girmiş, dünya ekonomisi tarihinin en büyük küçülmelerinden biriyle karşı karşıya gelmiştir. Meselâ dünya ticaretinde yüzde 10’dan fazla bir daralma, doğrudan/kalıcı uluslararası sermaye yatırımlarında ise bu yıl yüzde 40 oranında bir düşüş söz konusudur. AKP iktidarı her ne kadar uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda kimi adımlar atmışsa da, gelecek günler tümüyle belirsizdir.
Diğer yandan Türkiye’nin izlediği hırslı emperyal politikalar, son olarak ABD, Fransa ve Almanya dışişleri bakanlarının konuşmalarına da yansıdığı üzere, uluslararası alanda tepki toplamaya devam ediyor. Doğu Akdeniz’de izlediği saldırgan emperyal politikadan dolayı AB, Türkiye’ye yaptırımları yeniden gündeme getireceğini açıklamıştır. Düne kadar Türkiye’yi bir şekilde koruyan ve Fransa’yı dizginleyerek dengeli bir politika izleyen Almanya da önceki tutumuna göre daha sert bir çizgiye gelmiştir. Şu sözler Merkel’e aittir: “Türkiye’nin tartışmalı sularda doğalgaz arayışını, 10 Aralıkta yapılacak bir sonraki AB zirvesinde masaya yatırma konusunda uzlaştık. Bu konuda hiçbir soru işareti yok. O zamana kadar yaşanacak gelişmeleri izleyeceğiz ve ona göre bir karar vereceğiz. Şu an başka bir şey söyleyemem ama bugüne kadar olayların umduğumuz şekilde gelişmediğini söyleyebilirim.” 23 Kasımda Türk bandıralı bir ticari geminin yasadışı silah taşıdığı iddiasıyla Libya açıklarında AB denetim güçlerinin baskınına uğraması da Türkiye’ye verilen ciddi bir mesajdır. ABD başkanlığına Biden’ın seçilmiş olması ise rejim açısından bir başka ağırlaştırıcı gelişmedir. Geçtiğimiz günlerde Almanya ve Fransa dışişleri bakanları, Türkiye’ye karşı birlikte ve sert politika izlemesi doğrultusunda Biden’a çağrı yapmışlardır. Bunun anlamı, önümüzdeki dönemde dış siyasal gelişmelerin Türkiye’nin ekonomisi üzerinde önemli bir belirleyen olmaya devam edeceğidir! Bu tablo, rejimin ne denli sıkıştığını ortaya koyuyor ve Erdoğan’ı kaçınılmaz olarak yeni manevralar yapmaya itiyor.
Rejimin dar manevra zemini
Her politik manevra belirli bir zeminde yapılır ve o zemini doğuran, belirleyen tarihsel-toplumsal koşullar vardır. Erdoğan, MHP ve Ergenekoncu kesimlerle ittifak yaparak daha önce ittifak yaptığı güçleri tasfiye etmiş, oluşan yeni iktidar bloku Türkiye’de olağanüstü bir rejim dönemini başlatmıştı. Bilindiği gibi totaliter rejimin kurulmasında 15 Temmuz dönemeci belirleyici olmuştur. Süreç içinde rejim yasal kurum ve kuruluşlarını da yaratmış, devlet düzeni yeniden şekillendirilmiş, iktidar blokunu oluşturan kesimler güç ve dengelere göre devlete yerleşmişlerdir. Kuşkusuz iktidar blokundaki güçleri bir araya getiren ortak motivasyon, uluslararası bir sorun haline gelen Kürt sorunudur. Rejimin Batı’yla gerilimlerinin kaynağını da Kürt sorunu oluşturmaktadır. Buna son onyıldır giderek belirginleşen Doğu Akdeniz ve Kıbrıs sorununu da ilave edelim. Bunlara Erdoğan’ın ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma ihtirasını, bloku oluşturan kesimlerin emperyal politikalarda ortaklaşan çizgisini de eklemek lazım. İşte reformlardan söz edip manevra yapmaya çalışan Erdoğan, böylesi bir zemine basıyor ve manevra yapmaya çalışıyor. Ancak tam da bundan dolayı Erdoğan’ın manevra zemini son derece dardır. Nitekim bir haftaya kalmadan geri basmış ve iktidar bloku içindekileri yatıştırmak için Arınç’a ağır sözler sarf ederek bedel ödetmiştir.
Hem iktidar bloku içinde hem de AKP’de kıran kırana bir kavga sürmektedir. İstifa etmek zorunda kalan Albayrak hem Erdoğan’ın damadıdır hem de Pelikancılar denen kesimle ve Turkuvaz Medyanın da içinde yer aldığı sermaye grubuyla bağlantılıdır. Bilindiği gibi AKP’den birkaç parti çıkmış ve AKP bugünkü rejim doğrultusunda dönüşerek Erdoğan’ın aygıtı haline gelmiştir. Gül, Davutoğlu ve Babacan’ın yaptığının tersine, çeşitli faktörler nedeniyle partiden ayrılmayan Arınç kaç zamandır günü gelince doğacak boşluğu doldurmayı düşünmekteydi. Bu fırsatın doğduğunu düşünerek ara ara bu yönde çıkışlar da yapıyordu. Nitekim Albayrak’ın istifasıyla açılan süreçte, Erdoğan’ın manevrasını hesaplayarak yeni bir çıkış yapmıştır. Şu hususun altını çizmek gerekiyor: Bu çıkışın illa Erdoğan’ın bilgisi ve onayıyla olması gerekmiyor, gerekmez. Üstelik Arınç bu konuda tek de değildir. Cemil Çiçek ve eski Diyarbakır milletvekili Mehmet İhsan Arslan da benzeri tutumlar almışlardır. Besbelli ki bu isim ve onlarda ifadesini bulan kesim, verili koşullardan yararlanarak Erdoğan’ı etkileyip onu MHP’den uzaklaştırıp yeni bir çizgiye oturtabileceklerini düşünüyorlardı. Ancak Arınç örneğinde gördüğümüz üzere, bu çizgi her seferinde hem AKP içindeki kesimlerin hem de iktidar blokundaki diğer tarafların oluşturduğu sert duvara çarpmaktadır. Neticede Arınç Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu görevinden istifa etmiş (bu kurulun bir işlevinin olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur), Arslan hakkında ise disiplin soruşturması başlatılmıştır.
Türkiye’deki siyasal gelişmeleri ele alırken, olağanüstü bir rejimin iş başında olduğunu ve bu rejimin bir iktidar blokuna yaslandığını asla unutmamak gerekiyor. Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesi bu blokun kaderine bağlı hale gelmiştir ve blok içindeki güçler de bunu bilerek hareket ediyorlar. Nitekim CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na tehdit ve hakaretler savuran Alaattin Çakıcı durup dururken sahne almamıştır. Çakıcı, derin devletin ve faşist güçlerin mafya kanadını temsil eden birisidir. Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na savurduğu tehditlerden kısa bir süre önce Mehmet Ağar gibi ağabeyleri ve amirleriyle görüntü vermesi hem onun rolünü hem de bu görüntünün öylesine verilmediğini ortaya koyuyor. Çakıcı aracılığıyla savrulan tehditlerin amacı, gerici güç ittifakının zemininde olası bir kaymanın önünü almaktır. Çakıcı ve Bahçeli’nin tehdit ve hakaretleri, aslında bir buçuk yıl önce Ankara Çubuk’ta asker cenazesinde Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının ve girişilen provokasyonun devamıdır. Aynı zemin ve koşullardan doğan olaylar, zincirin halkaları gibi birbirini izlemektedir.
Kısaca hatırlayalım: 31 Mart yerel seçimlerinin ardından Erdoğan, çeşitli arayışların sonucu olarak “Türkiye ittifakı” konusunu gündeme getirmişti. Amaç sermaye sınıfının krizden çıkmaya dönük programını hayata geçirmekti. Erdoğan, CHP ve İYİ Parti’yi bir şekilde bu saldırı programının parçası yaparak krizin ağır siyasi sonuçlarını onların da sırtına yıkmayı ve aynı zamanda Batılı sermaye güçlerine “birlik ve güven” mesajı vermeyi amaçlayan bir manevra peşindeydi. Türkiye’nin Kürt sorunundaki tarihi açmazından dolayı Batı ve NATO’dan uzaklaşarak Rusya’ya yanaşması ve bunu durdurmak üzere ABD’nin başvurduğu şantajlar düzenin sorunlarını büyütmekteydi. Ancak MHP, Batılı sermaye güçlerine güven vermek amacıyla CHP’yle bir anlaşma yapılmasına karşıydı. Ayrıca Erdoğan’ın Suriye’de ABD’nin çizdiği planları bir şekilde kabul etme olasılığının da önünü kesmek istiyordu. Nitekim Bahçeli, “«Türkiye İttifakı»ndan bahsetmek kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır… Bizim bildiğimiz Cumhur İttifakı’dır. İnandığımız milli birlik ve beraberliktir. Amacımız milli bekayı sonsuza kadar yaşatmaktır” diyecek ve muhalefete tehditler savuracaktı. Bu şekilde konuşan Bahçeli, bugün nasıl Çakıcı’ya sahip çıkıyorsa, o zaman da Kılıçdaroğlu’na saldıranlara sahip çıkarak övüyordu.
Bugüne kadar sayısız örnekte gördüğümüz üzere, Türkiye’nin içine düştüğü açmaz yeni provokasyonları, siyasal ve toplumsal gerilimi, baskı dalgasını beraberinde getirmektedir. Durum bugün de farklı değildir. Aradan geçen zaman, rejimin daha da sıkışmasına yol açmıştır. Kapitalizmin 2020’ye tarihinde benzeri olmayan büyük bir krizle girmesi ve dünya ekonomisinde gelecek yılların belirsizliği, 2018’deki çöküşten belini doğrultamayan Türkiye ekonomisinin sorunlarını alabildiğine büyütmektedir. Ağır ekonomik kriz, kitlelerin genişleyip derinleşen yoksulluğu, 10 milyonu aşan işsizlik, esnafın çökmesi, genç kuşaklarda doğan ve büyüyen umutsuzluk, toplumda derinden derine mayalanan hoşnutsuzluk, rejimin uluslararası alanda sıkışması ve kendi içindeki kavgalar, Kürt meselesi ve daha nicesi… İşte bu tablo, Erdoğan’ın arzularından bağımsız olarak onu manevra yapmaya zorluyor. Ancak bu rejimden kendi doğasına aykırı adımlar beklemek bir yanılsama olur. Erdoğan’ın manevralarının amacı iktidarını korumak ve sürdürmektir ama vurguladığımız gibi manevra alanı son derece sınırlıdır. Düzen muhalefeti gidişatı öylece izlerken, verili tablo, bizzat rejimin varlığı ve izlediği politikalar nedeniyle Türkiye’deki çelişkilerin daha da sertleşeceğine işaret ediyor. Çıkışsızlığın gün geçtikçe artacağını, biriken ve çözümsüz kalan sorunların çekilen sancıyı daha da şiddetlendireceğini, çeşitli düzeylerde gerilimleri artıracağını ve rejimin ayakta kalmak için baskı politikalarını daha da arttıracağını gösteriyor. Esasında son DTK ve HDP operasyonlarında görüldüğü üzere, Kürtlere yönelik saldırıların aralıksız devam etmesi, metal ve maden işçilerine dönük muamele de bunun ifadesidir.
Ne var ki bu denli yüklü sorunlar yerinde dururken ve çelişkiler keskinleşirken, rejimin baskıları arttırarak ömrünü daha ne kadar uzatacağı meçhuldür. Ücretli kölelik zinciri her geçen gün daha fazla ağırlaşmasına rağmen, özellikle salgın, bugünkü durumun geçici olmadığı gerçeğinin emekçi kitlelerin bilincinde yer etmesini engelliyor. Ancak nesnel koşullardan doğan gerçeklik eninde sonunda hükmünü icra edecektir. Üstelik konu sınıf mücadelesi olunca, Türkiye’den dünyaya değil ama dünyadan Türkiye’ye bakmak bir zorunluluktur. Tüm dünyada sınıf mücadelesi yükseliş halindedir. Son iki yıldır ardı ardına gelen isyan dalgaları, salgınla gerilere savrulmak istenmişse de başarılı olunamamıştır. Kapitalist düzen her alanda birikimli sorunlarla boğuşmaktadır ve emekçi kitlelerin patlayan öfkesi de bu gerçeği ortaya koymaktadır.
[1] Rejimin Sorunları Büyüyor, marksist.com
[2] Çin’de her ilde farklı asgari ücret uygulanmaktadır. Birçok bölgede asgari ücret 130 ilâ 160 dolar arasında değişmekte ve giderek Türkiye’deki asgari ücretle eşitlenmektedir. Şanghay ve Pekin’de ise asgari ücret (sırayla 358 ve 330 dolar) Türkiye’deki asgari ücretin üzerindedir.
link: Marksist Tutum, Büyüyen Sorunlar ve Dar Alanda Manevra Arayışı, 2 Aralık 2020, https://en.marksist.net/node/7122
Haftada Sadece 30 Ders mi? Hadi Bakalım Filyasyona!
Bu Yalnızca Bir Manzara Resmi mi?