İnşaat ustası İsmet Şeker, matbaa işçisi Koray Çapanoğlu, İstanbul Üniversitesi öğrencileri Polen Ünlü ve Büşra Mete, Mimar Sinan Üniversitesinden Hatice Ezgi Saadet ya da 18 yaşındaki Okan Pirinç… Tam 33 kişi! “Hiçbir düş yarım kalmayacak” diyerek yola çıkmışlardı. Suruç’ta düzenledikleri basın açıklaması sırasında patlayan bomba onları yaşamdan kopardı. IŞİD saldırılarından biri olduğu söylenerek Türkiye’nin “karanlık tarihi”ndeki yerini alan Suruç Katliamı, yüreğimizde yarattığı acıyla, öfkeyle tazeliğini koruyor.
Çoğu SGDF üyesi sosyalist gençlerden oluşan yaklaşık 300 kişi, 20 Temmuz 2015’te Urfa Suruç’ta bir araya geldi. Kimisi annesinden bayram şekeri ve birkaç çift çorap istemiş, kimisi “kek-börek yaparım” demişti. Yanlarında kitap ve oyuncaklarla, gıda maddeleriyle çeşitli kentlerden yola çıkmışlardı. IŞİD’in ağır kuşatması ve saldırıları altında harabeye dönen Kobanê’nin yeniden inşa edilmesine ve yaralarının sarılmasına yardım etmek istiyorlardı. Konaklamak için geldikleri Suruç Belediyesine ait Amara Kültür Merkezinde düzenledikleri basın açıklaması sırasında bombalı saldırıya uğradılar.
Bu topraklarda bu tür katliamlar sonrasında devletin tepelerinden yapılan yarım ağız kınamaların riyakârlıktan ibaret olduğunu biliyoruz. Devletin gerçek tutumu, ortada onca ölü ve yaralı varken bombanın patlatıldığı mekâna ambulanstan önce TOMA’ların gönderilmesinde kendisini göstermektedir. Acı içerisinde kıvrananların ve onları hastanelere taşımaya çalışanların üzerine basınçlı su püskürtmesidir, çeşitli kentlerde acıyı paylaşan ve katliamı protesto eden kalabalıklara saldırılmasıdır burjuva devletin gerçek tutumu! Dahası vardır. 5 yıl önce vurgulamıştık şimdi yineliyoruz: “Suruç gibi bir yerde, devletin birimlerinin bilgisi olmadan böylesi bir saldırının gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını bu toprakların gerçeklerinden haberdar olan herkes bilir.” Bu nedenledir ki yakınlarını kaybedenler, 5 yıldır aynı soruyu soruyorlar: “Devlet yapmadıysa neden önlemedi?”
Suruç Katliamı; 2015’ten 2020’ye bir adalet mücadelesi
Suruç Katliamı davasında 14 celse geride kaldı ve süreç devam ediyor. Bugün en ufak hak mücadelesi veren insanlar dahi yargı karşısına çıkartılırken, 33 insanı yaşamdan koparan ve 150’den fazlasının yaralanmasına, sakat kalmasına yol açan katliama ilişkin sadece bir kişi yargılanıyor. Tam 5 yıldır gerek IŞİD’ciler, gerekse de sorumluluğu bulunan kamu görevlileri korunuyor. Katliamda oğlunu kaybeden Murat Budak’ın dediği gibi, “samanlıkta iğne aramak Türkiye’de adalet aramaktan daha kolay”!
Avukatlardan oluşan Suruç İçin Adalet Platformu, geçtiğimiz günlerde beş yılı anlatan detaylı bir rapor hazırlarken raporda öne çıkan bilgiler gerçeklere ışık tutmaktadır. Bombanın pimi bir IŞİD’ci tarafından çekilmiş olabilir ama burjuva devlet birincil derecede suçludur! Suriye’de yakalanan IŞİD’ci İlyas Aydın, Suruç Katliamına ilişkin “Türk istihbaratının büyük bir yönlendirmesi oldu” derken, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, o dönem için “Defterler açılırsa birçok insan, insan içine çıkamaz” ifadelerini kullanmıştır. Peki, nedir bu süreçte tüm kirli çabalara rağmen ortaya saçılan gerçekler?
Her şeyden önce gizlilik zırhıyla 18 ay süren Suruç Katliamı soruşturması bittiğinde hiçbir delilin toplanmadığı ortaya çıkmıştır. Dahası katliam gününe ilişkin kamera görüntüleri olaydan ancak üç buçuk yıl sonra, avukatların ısrarlı çabaları sonucu dava dosyasına getirtilebilmiştir. Fakat hâlâ 5 saatlik görüntü ortada yoktur!
Katliamın gerçekleştiği gün, Amara Kültür Merkezi önünde Suruç halkı tarafından katliamla bağı olabileceği düşüncesiyle yakalanan ve emniyet görevlilerine teslim edilen Abdullah Ömer Arslan’la ilgili takipsizlik kararı verilmiştir. Çantasından IŞİD bayrağı çıkan ve Suriye’den birileriyle çok sık telefon görüşmesi yaptığı belirlenen Arslan salıverilmiştir. Firari olan sanıklardan İlhami Bali ve Deniz Büyükçelebi’nin yakalanabilmesi için ise bugüne kadar somut hiçbir işlem yapılmamıştır. Davanın tek tutuklu sanığı Yakup Şahin’in duruşma salonunda hazır edilmesine karar verilmiş fakat sonra nedense bu karardan geri dönülmüştür! Şahin, aynı zamanda 10 Ekim Ankara Katliamının da şüphelisidir ama bir kez dahi duruşmaya getirilmemiştir. Gerek savcılık gerekse de Anayasa Mahkemesi siyasilerin ve kamu görevlilerinin katliamın gerçekleşmesindeki sorumluluğunu görmezden gelmiştir.
Katliamın bir numaralı faili olan IŞİD bağlantılı ve poliste arama kaydı olan Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün hiçbir güvenlik kontrolüne tabi tutulmaksızın Suruç Emniyet Müdürlüğü önünde gezebilmesi ve Amara Kültür Merkezi’ne girerek bu katliamı gerçekleştirmiş olması dikkatlerden kaçmamalıdır. Canlı bombacılar için yapılmayanlar bugün devletin kolluk güçleri tarafından hayatını kaybedenlerin ailelerine reva görülmektedir. Takip edilmesini zorlaştırmak için Hilvan Cezaevi kampüsünde görülen davaya, aileler örseleyici bir şekilde didik didik aranarak alınmaktadır.
5 yıldır sorulan ama bir türlü cevap alınamayan en önemli sorulardan biri de şudur; Şeyh Abdurrahman Alagöz ve Ankara Katliamını gerçekleştirenlerden biri olan kardeşi Yunus Emre Alagöz neden daha önce yakalanmamıştır? Bu kişilerin “terör nitelikli aranan şahıs” kaydı olmasına, canlı bomba olabileceklerine dair istihbarat bilgilerine ve bu bilginin bütün illere gönderilmesine rağmen nasıl ellerini kollarını sallayarak gezebilmişlerdir? Nihayetinde serbestçe dolaşan ağabey Alagöz Suruç’u, kardeşi ise birkaç ay sonra Ankara Tren Garını kana bulamıştır. Oysa Suruç gerçekten araştırılsaydı, yürütülen soruşturma olması gerektiği gibi genişletilseydi, sadece 3 ay sonra Ankara Emek, Barış ve Demokrasi Mitingini kana bulayan, 103 kişinin ölümüne sebep olan patlama da yaşanmayabilirdi.
Suruç Katliamını doğru kavrayabilmek için dönemin siyasi iklimini hatırlamak önemlidir. Suruç’ta patlayan bombayı, ondan yaklaşık bir buçuk ay önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde ve yaklaşık üç ay sonraki Ankara Emek, Barış ve Demokrasi Mitinginde patlayan bombalardan azade düşünemeyiz. Aynı politik çizgi üzerinde birbirinin devamı şeklinde gerçekleştirilen bu katliamlar, burjuva rejimin dönüşümü açısından birer dönemeç noktası olmuşlardır.
O dönemde sermaye devletinin cihatçılara nasıl askeri ve maddi destek sağladığı biliniyor. Dahası Kürtler Rojava’da önemli başarılar elde ederken, Ortadoğu’da dikkate alınması gereken bir güç konumuna yükselmişlerdi. Daha da önemlisi, 7 Haziran seçimlerinde HDP yüksek oy oranına ulaşmış ve AKP, kurulduğu günden bu yana tatmadığı bir yenilgiyi tadarak tek başına hükümet kuramaz hale gelmişti. İşte bu koşullarda AKP iktidarı 7 Haziran seçim sonuçlarını fiilen boşa düşürmüştü. 1 Kasımda seçimler yenilenirken, 7 Hazirandan 1 Kasıma giden süreçte “çözüm süreci” bitirilip savaş tekrar başlatılmış, aynı zaman diliminde Suruç ve Ankara katliamları yaşanmıştı.
Suruç Katliamı, birer hikâyeyle birlikte geriye tarifsiz acılar bırakarak yaşamdan koparılan düş yolcularını anmanın ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bu süreçte ardı ardına gelen olaylar, hem sermaye devletinin mahiyetini anlamak hem de totaliter rejimin inşasının dönemeç noktalarını kavramak bakımından önemlidir.
Zaman kapitalist sömürücülere, savaş tacirlerine karşı işçi sınıfının örgütlü gücünü büyütme zamanıdır. Çünkü bu güç olgunlaşıp serpildiğinde diğer katliamlarla birlikte Suruç Katliamının hesabı da sorulacaktır. İşte o zaman gerçek adalet tecelli etmiş olacaktır!
link: Marksist Tutum, Suruç’un Acısı ve Öfkesi 5. Yılında da Taze!, 20 Temmuz 2020, https://en.marksist.net/node/6992
“Özgürlük Yazarları”nın Değişim Serüveni
Dünyanın Üzerinde Bir Heyulâ Dolaşıyor