ABD bir kez daha ırkçı polis saldırganlığına tepki temelinde başlayan kitle eylemleriyle şiddetli bir şekilde sarsılıyor. Toplumun en yoksul kesimlerini oluşturan siyahlara ve Hispaniklere yönelik arkası kesilmeyen polis şiddetinin son örneği Minneapolis eyaletinin Minnesota kentinde yaşandı. George Floyd isimli bir siyah, polisin uyguladığı şiddet sonrasında hayatını kaybetti. Sözümona gözaltına alınmak üzere yere yatırılan Floyd, ensesine diziyle bastıran polise dakikalar boyunca “nefes alamıyorum” çığlığıyla seslenmesine rağmen sokak ortasında yapılan bu aleni işkenceden kurtulamadı ve kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Bu katledilişe şahit olanların tepkisi de polisi durdurmaya yetmedi ama şahitlerin kaydettikleri görüntüleri sosyal medyada yayınlamaları ABD’li emekçiler arasında haklı bir infiale yol açtı. Floyd’un katledilişinin ardından, olayın yaşandığı eyalette de, başta New York olmak üzere çeşitli kentlerde de protesto gösterileri düzenlenmeye başlandı. Gerek ABD yönetiminin ilk beyanatlarının pervasızlığı gerekse de faşist polis terörünün protestoculara dönük olarak devam etmesi kitlelerinin öfkesini daha da arttırmış ve polisle çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Kalabalıklar öfkelerini yalnızca polisten değil kapitalizmin sembollerinden de çıkartıyorlar. Çeşitli mağazalar yoksul kitleler tarafından tahrip edildi ve mallarına el konuldu. 28 Mayıs Perşembe gecesi kalabalıkların öfkesi Floyd’u katleden polislerin bağlı olduğu karakola yöneldi; polis merkezi öfkeli kalabalıklar tarafından basıldı, tahrip edildi ve ardından da yakıldı.
Bu protesto dalgası zaten alabildiğine gerginleşen bir siyasi atmosfere denk düşmüş durumdadır. Bu yılın Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimi nedeniyle ülkede siyasi kutuplaşma had safhadadır. Demokrat ve Cumhuriyetçi politikacılar ve onları destekleyen burjuva medya en küçüğünden en önemlisine kadar her olayda farklı kutuplarda tutum alıyor ve birbirlerini suçluyorlar. Trump yanlıları bu vahşeti “kınamak” zorunda kalmalarına rağmen öfkenin tahripkâr görünümlerini (çatışmalar, saldırılar, “yağmalar” vb.) göze batırarak göstericileri haksız konumda ve vandallar olarak göstermeye gayret ediyor. Demokrat burjuva politikacılar ve bu çizgideki medya kesimleriyse sorumluluğu Trump’ın izlediği politikalara yüklüyorlar.
Trump’ın izlediği politikalar ve onun faşist zihniyetinin kitleler üzerindeki devlet terörünü alabildiğine kışkırttığına şüphe yok. Zira daha Başkanlık koltuğuna oturmadan önce polisi yumuşak davranmakla suçlamış, ardından iktidar koltuğundayken polisin tüm vahşiliklerine arka çıkmıştı. Son olayda polis merkezinin yakılmasının ardından yaptığı açıklamalar da onun faşist zihniyetini ortaya koyuyor. Belediye başkanını “radikal solcu”lukla suçlayan Trump, eğer o sert önlemler almazsa, kendisinin ulusal muhafızları devreye sokacağını ve silahların konuşmaya başlayacağını söyleyerek göstericileri tehdit ediyor. Irkçı, homofobik, göçmen düşmanı, cinsiyet ayrımcı söylemiyle Trump toplumun en ezilen kesimlerinin, ilerici gençliğin ve demokrat aydınların haklı nefretinin odağına yerleşmiş durumda. Diğer taraftan işçi sınıfından adını anarak en çok bahseden burjuva politikacı da o! Trump, maalesef, örgütsüz, geri bilinçli ve son on yıllarda yaşam standartları sürekli düşen işçi kitleleri arasında hatırı sayılır bir destek bulabiliyor. Yüksek vasıflı ve belli bir eğitim görmüş işçiler ondan artan ölçüde nefret ederken, işçilerin daha geri kesimleri ona bel bağlayabiliyorlar. Ve bu durum, aslında işçi sınıfı içerisinde yapay kutuplaşma ve bölünmeyi arttıran bir faktör olarak rol oynuyor.
Ne var ki Demokratların iddia ettiği gibi meseleyi Trump’ın çizgisine indirgemek kesinlikle doğru değildir. Zira ABD’de polisin ırkçı vahşeti Trump’tan önce de vardı ve öyle gözüküyor ki kapitalist ABD yıkılmadığı sürece de devam edecektir. Demokrat Obama döneminde de başta siyahlar olmak üzere sayısız kişi polis terörünün kurbanı olmuş ve “Siyah Hayatlar da Değerlidir” mottosuyla bir kitle hareketi şekillenmişti. Aradaki fark, Trump’ın aksine Obama’nın kitleleri sakinleştirmeye çalışması, sorumlulardan hesap sorulacağını vaaz ederek onların gazını almaya çabalamasıydı.
Milenyum dönemecinden bu yana gerek polis şiddeti gerekse de diğer sansasyonel gelişmeler kitleleri hızlı bir şekilde radikal tepkiler göstermek üzere harekete geçiriyor. Küçük kıvılcımlar büyük patlamaları doğuruyor zira tüm insanlık adeta barut fıçısına dönmüş durumda. Bu bir rastlantı değildir. Şu noktanın altını çizmekte yarar var: Kapitalizm duvara toslamış durumdadır, tarihsel bir sistem krizi içerisinde çaresizce debelenmektedir. Bu sistem krizi içerisinde şiddeti giderek artan iktisadi kriz dalgaları sermayenin burçlarını dövüyor. Koronavirüs salgınını bahane ederek devasa bir iktisadi krizle karşı karşıya olunduğu gerçeğinin üstünü örtmeye çabalıyor burjuvazi. Üstelik bu bahaneyle işçi sınıfının sendikal ve sosyal haklarına büyük çaplı bir saldırı başlatıldığı yetmiyormuş gibi demokratik hak ve özgürlükler de birçok ülkede askıya alınmış durumdadır. “Yeni normal” adı altında sömürü ve baskıyı arttırıcı tedbirleri kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar. Ama bu arada salgının sona ermesiyle ekonominin hızla toparlanacağı yalanı da canlı tutulmaya çalışılıyor. Bir kez daha hükümetlerin basıp dağıtmaya giriştiği trilyonlarca dolar sayesinde Amerika’dakiler de dahil olmak üzere dünya finans piyasaları kayıplarını kısmen telafi eder gözükse bile gerçeklik çırılçıplak ortada duruyor. Hizmet sektöründeki küçük işletmelerin çoğu “salgın bitti” dendiğinde bile çalışmaya tekrar başlayamayacaklar; dev işletmeler arasında iflas dalgası büyüyerek yayılıyor; işsizlik oranları 6-7 katına çıkmış durumda; yalnızca ABD’de 40 milyonu geçiyor yeni işsiz kalanlar. Aylardır birçok ülkede olduğu gibi ABD’de de geniş emekçi kesimler büyük bir gelir kaybına uğramış durumdalar ve hayatta kalma savaşı veriyorlar.
Son yaşanan isyanın beslendiği zemin de işte budur. Emekçilerin polise, devlet kurumlarına, bankalara, büyük mağazalara duydukları öfkeyi onları yakmaya kadar vardırmalarında şaşacak bir şey yok. Gösterilerin görüntülerine bakıldığında, eylemlerde yer alan beyazların sayısının yabana atılmayacak kadar çok olduğu, hatta bunların birçoğunun ön planda olduğu görülüyor. Bu da isyanın sadece siyahların isyanı olmadığını çok açık biçimde göstermektedir. İsyan eden emekçiler farkında olmasalar bile bu sömürü düzenine duydukları nefreti dışa vurmuş oluyorlar ve sonuna kadar haklılar. Şurası açık ki, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde bu tarz tepkiler ve kendiliğinden patlamalar artarak devam edecektir. Dünyanın her yeri kaynıyor; şimdilik eve tıkılmak zorunda bırakılan insanlar er geç sokakları tekrar dolduracaklar ve isyan ateşlerini yeniden harlayacaklar. Ateşler orada burada yanmaya başladı bile. Burjuvazinin bundan kaçması mümkün değil.
link: Marksist Tutum, ABD’de Floyd’un Çığlığı: “Nefes Alamıyorum”, 29 Mayıs 2020, https://en.marksist.net/node/6950
Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk
Maden İşçisinin Bitmeyen Mükellefiyeti