“Çoğu kez, çiftlik sahipleri ve tüccarların halka «iş verdikleri», yoksullara bir kazanç kapısı «açtıkları» söylenir. Örneğin yakınlardaki fabrikanın ya da çiftliğin, yörenin köylülerini «geçindirdiği» ifade edilir. Gerçekte ise işçiler emekleriyle hem kendilerini, hem de kendileri çalışmayan herkesi geçindirirler. Fakat çiftlik sahibinin toprağında, fabrikada ya da demiryollarında çalışma izni için işçi, mülk sahibine, üretilen her şeyi karşılıksız olarak verir, kendisi ise sadece kıt bir ücret alır. Dolayısıyla gerçekte çiftlik sahipleri ve tüccarlar işçilere iş vermez, bilakis işçiler, emeklerinin en büyük kısmını karşılıksız verdikleri için, hepsini emekleriyle geçindirirler.” (Lenin, Kır Yoksullarına, İnter Yay., s.19)
Sömüren ve sömürülen sınıfların olduğu her toplumda, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan azınlık refah içinde yüzerken, toplumun büyük çoğunluğu kıt kanaat yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Elinde toplanan zenginliği meşru göstermek için ise egemenler her dönem kendi propagandalarını üretmiştir. Kapitalizm öncesi toplumlarda da egemen sınıf kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarıymış gibi sunmuştur. Kapitalist toplumda propaganda araçlarının sayısı artarak çok daha geliştirilmiş ve toplumun her kesimine rahatlıkla ulaşacak tarzda şekillendirilmiştir. Egemen sınıfın zenginlik kaynağı emekçilerdir. Ama egemenler işçi sınıfına iş vererek, ekmek kapısı olduklarını söylüyorlar. Gerçekten kim kimin ekmek kapısıdır, tarihten bazı örnekleri ele alarak ilerleyelim.
Egemenlerin tek yaptığı emekçileri sömürmektir
Yukarıda Lenin’den yaptığımız alıntıda bahsi geçen Rusya, Çarlıkla yönetildiği dönemde köylü nüfusunun ağırlıkta olduğu bir tarım ülkesiydi. Küçücük topraklarda kendi geçimlerini sağlamaya çalışan köylüler zamanla büyük toprak sahiplerinin yanında ücretli tarım işçisi olarak çalışmaya başladılar. Kimileri de yerlerini yurtlarını terk ederek kentlerde iş bulmaya çalıştılar. Zengin çiftlik sahipleri geniş toprakları satın almakla yetinmeyip, birçok araziyi de kiralayarak kır yoksullarının topraklarını ekme-biçme olanaklarını ellerinden aldılar ve zenginliklerine zenginlik kattılar. Kırda tarım işçileri milyonlarca hektar üretime rağmen açlık çekiyor, kentlerde ise işsizlikle boğuşan işçiler evsiz barksız veya izbe yerlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Tüm bunlar nasıl olabiliyordu? Bir tarafta zenginlik ve lüks artarken, emekleriyle bu zenginlikleri yaratan milyonlarca insan yoksulluk ve sefalet içinde kalmaya devam ediyordu? Tüm dünyada olduğu gibi Rusya’daki egemenler de emekçilerin emeğine el koyarak, onların sırtından zenginliklerini büyüttüler.
“Ailesiyle birlikte Çar, çiftlik sahipleri içinde birincidir, Rusya’nın en büyük çiftlik sahibidir. Bir aile, yarım milyon köylü ailesinden daha fazla toprağa sahiptir! Ayrıca kilise ve manastırlar yaklaşık altı milyon desiyatin toprağın sahibidir. Papazlarımız köylülere diğerkâmlığı [şahsi menfaatlerine bakmamayı –ÇN] ve perhizi vaaz ediyorlar, ama kendileri meşru ya da gayrimeşru yollardan muazzam miktarlarda toprak edinmişlerdir.” (Lenin, age, s.24)
Üstelik egemenler çalışan sınıfın emeğini sömürdükleri yetmiyormuş gibi ağır vergileri de onların sırtlarına yüklüyorlardı: “İşçiler ve köylüler birlikte nüfusun onda dokuzunu oluştururlar ve toplam dolaylı vergilerin onda dokuzunu ya da sekizini öderler. Oysa toplam gelirin onda dördünden fazlasını kesinlikle almazlar!” (Lenin, age, s.56)
Tarihten bir başka çarpıcı örnek de İngiltere’den verilebilir. İngiltere serbest rekabetçi döneminde (18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl), dünyanın en büyük gücü konumundaydı. Bu yıllarda sanayi devriminin kalesi durumunda olan İngiltere kapitalist gelişmede muazzam bir aşama kaydederek, bir yandan sömürgeleştirdiği ülkeler sayesinde, diğer yandan da işçi sınıfını posasını çıkarana kadar çalıştırarak üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurmuştu. Bu imparatorluğun egemen güç haline gelmesinin bedelini işçi sınıfı çok büyük acılar çekerek ödedi. Fabrikalarını işçi sınıfına “ekmek sağlamak” için kuran bu “insancıl”, bu “iyiliksever” burjuvaların işçilerin çıkarlarını nasıl da gözettiğine (!) bir bakalım.
O yıllarda fabrika ve atölyelerde çalışma süresi günde 16 saati buluyordu. Çok küçük yaşta çocuklar, kadınlar, ailedeki herkes çalışmak zorundaydı. Çocuklar küçücük yaşlarına bakılmaksızın o kadar uzun saatler çalışıyorlardı ki çoğu zaman makine başında çalışırken başları öne düşüp uyuyakalırlardı. Ustabaşının bağırmasıyla sıçrayarak uyanıp makinede çalışmaya devam ederlerdi. Eve gidemeyecek kadar yorgun düşen çocuklar fabrikanın bir köşesinde uyuklar ve fabrikadaki üstleri tarafından kayış ve tekmelerle uyandırılarak kovalanırlardı. Eve gittiklerinde ise yemek yiyemeyecek kadar uykulu ve iştahsız durumda oldukları için bir an önce uyumanın derdine düşerlerdi.
Kadınların çalışma koşulları da çocuklarınkinden farklı değildi: “M. H. yirmi yaşında, iki çocuğu var; ikincisi henüz bebek ve ona biraz daha büyük olan kardeşi bakıyor. Anne fabrikaya sabah saat beşi biraz geçe gidiyor, akşam saat sekizde dönüyor; bütün gün göğsünden süt geliyor, giysileri de sırılsıklam oluyor. (…) H. W.’nin üç çocuğu var, pazartesi sabah saat beşte gidiyor, cumartesi akşamı dönüyor; çocuklar için hazırlaması gereken o kadar çok şey var ki, sabaha karşı saat üçten önce yatağa giremiyor; çoğu zaman teni ıpıslak ve o haliyle çalışmak zorunda kalıyor. Kadın «Göğüslerim çok acı veriyor ve süt yüzünden sırılsıklam kalıyorum» diyor.” (Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay., s.207)
Fabrikalarda iş kazaları da had safhadaydı. İşçiler makineleri çalışırken temizlemeye uğraşıyorlardı ve birçok kaza da bu esnada oluyordu. Burjuvalar makineleri işçilerin dinlenme saatinde temizletmek istiyorlardı, ama işçilerin dinlenme saatine o kadar çok ihtiyacı vardı ki kendi hayatlarını riske atmaktan çekinmiyorlardı.
Ücretler çok düşük olmasına rağmen açgözlü burjuvalar işçilerin ücretinden de keserek buradan bile kâr sağlamaya çalışıyorlardı. İşe üç dakika geç gelen işçinin saat ücretinden dörtte birini, yirmi dakika geç gelen işçiye ise, gündelik ücretinin dörtte birini ceza olarak kesiyorlardı. Çalışma esnasında kırılan alet edevat olursa bunun cezasını da yine işçi ödemek zorunda kalırdı.
O dönemde işçilerin oturdukları evler rutubetli izbe harabelerden ibaretti. İçlerinde eşya bulunan çok az işçi evi vardı. Yatakları bile sadece paçavra bezlerden ibaretti. Altyapısı yoktu, lağımlar ve pis su akıntıları sokaklara akmaktaydı. Yollar çöp ve hayvan pisliği ile doluydu. Evler daracık alanlara inşa edilip küçücük alanlarda birçok insan yaşadığı için mahallelerin yoğun, boğucu bir havası vardı. Buralar işçilere ayrılmış bölgelerdi. Burjuvaların göz zevklerini bozmayacak şekilde kent merkezlerinin arka mahallerinde kurulmuştu. Bu evler burjuvalar tarafından satın alınır, işçileri cendereye hapsetmek için onlara kiralanırdı. Patronlar, işçilerin ücretleri henüz ellerine geçmeden kiraları tahsil ederdi. İşçilerin alışveriş yapacağı marketleri de yine işyeri sahipleri belirlemişti. Bu mağazalar da işyeri sahiplerine aitti ve işçiler buradan alışveriş yapmaya zorlanırdı. Üstelik bu mağazalar diğer mağazalara göre yüzde otuz daha pahalıydı. Tüm ipleri eline alan burjuvazi işçiler grev yapacak olsa onları hem işten hem de evden atardı, böylece işçi hem işsiz hem de evsiz kalırdı. Burjuvazi öyle bir düzenek kurmuştu ki, işçileri fabrikada uzun saatler sömürdüğü yetmezmiş gibi, kira gelirini ve market gelirini de fabrikasında çalıştırdığı işçilerden sağlamaktaydı. Ne de olsa işçiler garanti müşteriydi. İşçiler her yönden çıkışsızlığa itilmişti.
“Bir seferinde, böyle bir burjuvayla birlikte Manchester’a gittim ve onunla kötü, sağlıksız yapı yöntemini, emekçi mahallelerinin ürkünç koşullarını konuştum; böyle kötü kurulmuş bir başka kent görmediğimi söyledim. Adam, sonuna kadar sakin sakin dinledi ve tam ayrılacağımız köşede şöyle dedi: Ama gene de buradan epey para kazanıldı.” (Engels, age, s.359)
Fabrikalarda kurallar, yasa, hak, hukuk hepsi patronların insafına bırakılmıştı. Patron istediği gibi kural koyup işine gelmediğinde değiştirirdi, en olmaz kuralları koysa bile mahkemelerin işçilere söyledikleri şunlardı: “Sen kendinin efendisiydin, arzu etmiyor idiysen, seni böyle bir sözleşmeyi kabul etmeye kimse zorlamadı; ama mademki sözleşmeye özgürce girdin, onunla bağlı olmak zorundasın.” (Engels, age, s.246)
Görüldüğü gibi mahkeme kısaca “çalışıp çalışmamakta özgürsün” demektedir. İş verdikleri için işçileri düşündüklerini iddia eden burjuvaların, sermayelerini büyütmek ve bencil çıkarları uğruna bir kuşağı insanlık dışı koşullarda nasıl yıprattıklarının, hasta ve sakat bıraktıklarının özetidir anlatılanlar. İngiltere bugün tüm ihtişamıyla modern bir kapitalist ülkedir. Peki, bu ihtişama, “modernliğe” nasıl ulaşmıştır? Kurulan her fabrika, yapılan her yapı, üretilen her şey geçmiş kuşak işçilerin kanı, emeği ve yoğun sömürüsüyle yaratılmamış mıdır? İngiltere’nin burjuvaları egemenliklerini, imparatorluklarını, tüm varlıklarını, sefalete ittikleri, emeklerini yağmaladıkları işçi sınıfı sayesinde kurmuşlardır.
Örneklerin başka ülkelerden olması bizi yanıltmamalıdır, çünkü Türkiye’de de durum farklı olmamıştır. Cumhuriyet tarihinin ilk otuz yılı işçi sınıfının sosyal, siyasal ve ekonomik haklarından mahrum bırakıldığı, her bakımdan baskı altında tutulduğu yıllardır. Bu dönem, yerli burjuvaları bizzat devletin besleyip palazlandırdığı bir dönemdir. 1960’lı yılların ikinci yarısı ise Türkiye’de kapitalizmin hızla geliştiği ve kentlerin hızla birer sanayi merkezi haline geldiği yıllardır. Bugünün dev firmaları, devleti arkalarına alıp işçilerin üzerinden sermaye edinerek bugünlere geldiler. Buna rağmen kendilerini “işçi dostu” olarak lanse etmekten geri durmadılar. Bunlardan en bilindik olanı Sabancı Holdingin sahibi Sakıp Sabancı’ydı. Bir dönem medyada kendisine bol bol yer verilirdi. Kitleye seslenirken ekran başından coştukça coşardı, işleri daha da büyüteceğinden, binlerce işçiye ekmek kapısı olacağından dem vururdu. Sabancı’nın insana çok önem verdiği, çocukları ve aileyi çok önemsediği, aynı oranda işçilerini de bir o kadar düşündüğü propaganda edilirdi TV ekranlarından ve gazetelerden. Bu sahneleri izleyen insanlara da “helal olsun adam binlerce kişiye ekmek kapısı oluyor” dedirtilirdi. Zaten burjuva sınıfın yapmak istediği şey tam da buydu. Sakıp Sabancı aldığı ödüller dolayısıyla açıklama yaparken şöyle diyordu: “İşçi arkadaşım benim iş ortağımdır”. Aynı Sabancı başka bir zamanda “iş ortağım” dediği işçileri işten çıkarırken şunları söylüyordu: “Herkes işçisini seviyor, çıkartmamaya çalışacaktır. Fakat mecburiyetler geldiği zaman. Yangın sermayeye geldi, müteşebbise geldi, işçiye geldi, yani aileye geldi. Ailenin her yanı ağlarken, işçilerin aynen, aynı statükoda devam etmesini beklemek mahal değildir. Ama gönül ne ister? Onlar zor koşullarda oldukları için, en son oraya gidilsin. … işçileri çıkartmak mecburiyeti geldi, gelmek zorunda oldu.” “İnsana çok değer veren” Sabancı, söz konusu kârı olunca, işçileri işten atmakta hiç tereddüt etmedi. İşçilerin işsiz kaldıklarında geçimlerini nasıl sağlayacağı onun pek gündemine girmedi.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında işçilerin canı kanı üzerinden palazlanan Sabancı Holding, Koç Holding, Eczacıbaşı gibi birçok firma Türkiye’nin büyük sermaye grupları haline gelmiştir. Bu şirketlerin yöneticileri de tıpkı Sabancı gibi durmadan çok çalışarak bugünlere geldiklerini vaaz edip durmaktadırlar. Biz ise bunu şöyle okuyoruz; işçilerin en ufak hak arayışına bile tahammül göstermemek, sendika hakkını bile çok görmek, olabildiğince ucuza çalıştırmak ve işçiden maksimum kâr elde etmek istemek! İşçiyle patronlar arasında sorunlar yaşandığında sırtını devlete yaslayarak kolluk güçleriyle baskı aygıtını devreye sokmak.
Sermaye sahipleri kriz var diyerek ağladıkları dönemlerde bile işçiler üzerinden kârlarına kâr katmışlardır. Peki, bu nasıl olmuştur? İşçileri derin bir sefalete sürükleyerek. İkiyüzlülükte sınır tanımayan burjuvalar bu arada sosyal yardım projeleriyle de ne kadar “hayırsever” ve “insancıl” olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Burjuvazinin yaşam standartlarıyla işçilerin yaşam standardını kıyaslamaya bile gerek yoktur. Bu uçurumun sebebi, kişilerin yetenekleriyle, zekâsıyla, çalışkanlığıyla, tutumluluğuyla veya kaderiyle açıklanamaz.
Türkiye’de çok çalışırsan, aklını kullanırsan zengin olup kendi işinin sahibi olabilirsin düşüncesi çok yaygındır. Vaktiyle işçilikten gelip büyük firma sahibi olduğu söylenen kişiler örnek verilir. Bunlardan birisi de Sakıp Sabancı’nın babası Ömer Hacı Sabancı’dır. Onun hikâyesi şöyle anlatılır: 16 yaşlarında Kayseri’den Adana’ya iş bulmak için parası olmadığından 450 km yolu yürüyerek gider. Adana’da pamuk fabrikasında işçilik yapar. Birkaç yıl sonra ise çırçır fabrikasında işçi müteahhitliği yapmaya başlar. Ardından pamuk tüccarlığı yapar ve birikimini sağlayarak Sabancı grup şirketlerini yıllar içinde büyütür. Hacı Ömer Sabancı ilerleyen yıllarda da Akbank, Bossa un ve çırçır fabrikası, Bossa tekstil fabrikası, Oralitsa, Aksigorta ve Teknosa şirketlerini kurar.
Çukurova denince akla ilk gelen pamuk tarlaları ve çırçır fabrikalarıdır. Buralarda çalışan işçi ve emekçilerin hayatları, çalışma şartları içler acısıdır. Orhan Kemal bu topraklarda çalışan yoksul ailelerin acılarına, çalışma koşullarına romanlarında bolca yer vermiştir. Bereketli Topraklar Üzerinde bunlardan birisidir. Kitap yayınlanmadan önce Orhan Kemal oradaki işçilere bu kitabı okur ve işçiler şöyle der: “Bütün anlattıkların doğru, eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle şeyler olur ki, aklın durur. Oturup sana hepsini anlatsak bir değil, beş roman yazarsın.”
Çukurova’nın bereketli topraklarında binlerce işçi çalışıyordu. Bu işçiler tarlalarda sabahın kör vaktinden akşama kadar kuru ekmek yiyerek, yarı aç yarı tok çalışıyorlardı. Çırçır fabrikalarında da durum farklı değildi. İş kazalarından, sıtmadan, bakımsızlıktan yüzlerce insanın hayatı zehir oluyordu. Türkiye’nin sayılı zenginleri bu topraklarda, bu koşullarda çalıştırdıkları işçiler sayesinde sermaye birikimlerini sağlamışlardır. İşçiler ürettikleriyle dönemin “ağa”larını, bugünün kapitalistlerini daha fazla zengin ediyor, kendileri ise sefalet içinde yaşıyorlardı. Sonradan görme burjuvalar işçi emeğini hoyratça ve zalimce sömürerek, işçilerden bir lokma ekmeği bile esirgeyerek sermayelerini büyüttüler. Devlet zaten bir burjuva sınıf yaratma derdindeydi. Devleti de arkalarına alan fabrikatörler bütün kuralları, yasaları istedikleri gibi kendileri koyuyorlardı.
Sakıp Sabancı bir röportajında şunları söylüyordu: “Ağam inanın çalışmaya doyamadım. Hayatta doyamadığım bir şey varsa, o da para değil, çalışmaktır. Çünkü çok kısa sürede, harcayamayacağım kadar paraya, bana yetecek kadar varlığa kavuştum. Ama çalışmak, bir işi başarmak, paradan farklı şeylerdir.” Çok çalışmakla harcayamayacak kadar paraya kavuşulsaydı, herhalde dünya üzerinde, nesillerce ömürlerinin yarısından fazlasını çalışarak geçiren işçilerden, emekçilerden daha zengin kimse olmazdı.
Bunlar elbette işçi kitlelerini aldatmak için sarf edilen cümlelerdir. Örneğin Türkiye’de işçiler hakkını arayıp grev yapmaya kalkıştığında “ekmek yediğin tekneye kötülük edilir mi?” denilir. Bu cümleler patronlar sınıfının bilinçli olarak insanların zihnine yerleştirdikleri cümlelerdir.
Yapılan propagandalardan birisi de Türkiye’deki zenginlerin sayısının artmasının ülkenin zenginleşmesi olarak, yani bir avuç asalağın zenginliğinin toplumun zenginleşmesi olarak sunulmasıdır. Hatta bunu övünç ve gurur kaynağı olarak görmemiz gerektiğini salık veriyorlar. Oysa asalak azınlığın zenginliği arttıkça, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin yoksulluğu da artıyor. İşçi sınıfı her geçen gün daha fazla çalışmasına ve üretmesine rağmen yoksullaşırken onlar daha fazla zenginleşiyor. Kuşkusuz mesele burada ismini andığımız kişilerin iyiliği veya kötülüğüyle alâkalı değildir. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları vardır ve burjuvaları da sermayenin kölesi haline getirir. Hırs, rekabet ve kazanma şehvetiyle yanıp tutuşan burjuvaların insanî duygularının lekelenmeden kalması da mümkün değildir.
İşçi sınıfı üretmeden patronlar kazanamaz
Tüm dünyada zenginleşmenin ana kaynağı işçi sınıfıdır diye belirtmiştik. İşçi ve emekçilerin yaşam koşulları kapitalist sistem altında hep zor olmuştur. Bugünün işçi sınıfına bakıp eski dönemlere göre durumunun daha iyi olduğu düşünülebilir. İşçilerin yaşadıkları evler, çalıştıkları ortamlar değişse de sömürü çok daha fazla artarak devam etmiştir. İşçi sınıfının çalışma ve yaşam şatlarındaki görece iyileşmeler ise, eski kuşak işçilerin mücadelesi sayesinde kazanılmıştır.
Burjuvalar bize şunu söylüyorlar: “Fabrikaları kuran, içine makineleri yerleştiren, hammaddeyi sağlayan, siz işçileri bir araya getirip üretimi örgütleyen biziz. Siz de çalışıyor ve karşılığında ücretinizi alıyorsunuz. Biz olmasak ücret alamaz ve aç kalırsınız. Ayrıca sadece üretimi değil, ticareti, tüketimi kısacası tüm toplumsal yaşamı organize eden biziz. Bize minnet duymalısınız.” Kimilerinin kulağına hoş gelen bu sözler elbette bir yalandan, kandırmacadan ibarettir. Çünkü onların bahsettiği fabrikaları kuran, makineleri üreten ve kullanan, hammaddeleri toprağın altından çıkaran, ürünleri taşıyan ve pazara götüren, tüm toplumsal hizmetleri yerine getiren işçilerdir. Burjuvaların “benim” dedikleri sermayeleri geçmiş işçi kuşaklarından zorla gasp edilmiş emeğin birikmiş halidir. Bu yüzden, bize böyle seslenen ve minnet duymamızı isteyen burjuvalara biz de şunu diyoruz: “Elinizdeki sermayeyi yaratan, tüm toplumsal hayatı, tüm zenginlikleri, güzellikleri var edenler bizleriz. Sizin tek yaptığınız emeğimizi çalmak ve bizi sömürmek. Aslında birer asalaktan farkınız yok. Yaşamı var etmek ve çok daha güzel bir şekilde sürdürmek içinse size hiç mi hiç ihtiyacımız yok. Tek ihtiyacımız olan birleşmek ve örgütlenmek, sizin bu yağma düzeninizi yıkmaktır!”
link: Çiğdem Berrak, Kim Kimin Ekmek Kapısı?, 16 Mayıs 2020, https://en.marksist.net/node/6940
Soma Katliamını Unutmadık, Unutturmayacağız!
Dünya Sağlık Örgütü Tarafsız mıdır?