“Marx kapitalizmi, cehennemden çağırdığı güçlere artık hükmedemeyen büyücüye benzetir. Gerçekten de kapitalizm bir yandan insanlığı ilerletmiş, ancak öte yandan bu ilerleme insanlık için gitgide daha büyük bedellere mal olmaya başlamıştır. Böyle olduğu ölçüde o gericileşmiş ve insanlık için katlanılmaz bir nitelik kazanmıştır. Bu durum kendisini en iyi biçimde, üretici güçlerin sunduğu muazzam olanaklarla insanlığın mevcut sefaleti ve doğanın inanılmaz boyutlardaki tahribatı arasındaki çıplak çelişkide ifade etmektedir.”[1] İşte bu çelişki her geçen gün büyümekte ve burjuvazinin bitmek bilmeyen kâr güdüsü insanlığı ve doğayı her geçen gün kapitalizmin içine girdiği karanlık kuyuya çekmeye çalışmaktadır.
Bugün ivme kazanmış bir hızla bir taraftan insanlar, bir taraftan doğa katlediliyor. Amerika’dan Rusya’ya, Japonya’dan Türkiye’ye, Afrika’dan Avustralya’ya ve hatta Kuzey Kutbu’na kadar dünyanın her bir köşesi sermayenin talanına uğruyor. Başta Amazon ormanları olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde alevler göklere yükseliyor. Orman yangınları teknolojinin hızla ilerlediği günümüzde önüne geçilemez bir biçimde sürüyor. Kapitalistler ve onların hükümetleri orman yangınlarını önleyebilecek güce sahipken tam tersine yangınları ya bizzat çıkarıyor ya da çıkarları uğruna pervasızca “bırakınız yansınlar” diyor. Bugün dünya küresel ısınma felâketiyle yüz yüze bulunuyor. İklim değişiyor, doğal olmayan bir şekilde fırtınalar, kasırgalar, aşırı sıcaklar yaşanıyor. Buzullar eriyor, sular yavaş yavaş yükseliyor. Bilim-kurgu filmlerindeki senaryoları aratmayacak şekilde doğanın dengesi bozuluyor. Nükleer sızıntılar, kimyasal atıklar toprağı, suyu, havayı zehirliyor. %1’lik bir kesimi ifade eden burjuvazinin kâr tutkusuyla gerçekleştirdiği bu talan, yağma ve sömürünün bedelini tüm doğa ve dünya nüfusunun %99’u ödüyor.
Kapitalizmin yarattığı bu tablo, küresel bir soruna ve insanlığın yaşamsal bir tehditle karşı karşıya olduğuna işaret ediyor. Mesafeler uzak da olsa yaşananlar birbirinden bağımsız ve yalıtık değildir. Tüm dünyada yaşanan doğa katliamının boyutu artarken Türkiye’de yaşananlar da hem Türkiye’deki işçi-emekçiler hem de dünyanın geri kalanı için son derece önemlidir.
Türkiye’de talanın boyutu
Tüm dünyada yaşanan, son süreçte daha fazla gündeme gelen doğa tahribatı tabii ki Türkiye’yi de es geçemezdi. Zira Türkiye’nin iştahlı kapitalistleri için de işçilerin sömürüsü gibi doğanın sömürüsü de son derece normal bir şeydir. Türkiye’de son süreçte yaşananlar doğanın nasıl da sermayenin çıkarları doğrultusunda talan edildiğini açıkça göstermektedir. Sayıları hızla artan HES’lerin yarattığı sorunlar, katledilen zeytinlikler, inşaat kapitalistlerinin cepleri dolsun diye yok edilen ormanlar, doldurulan denizler, 3. havalimanı, köprü, otoyol diyerek talan edilen doğa, kesilen ormanlar sonucu meydana gelen seller, heyelanlar vb. artık sıkça duyduğumuz “doğal” yıkımların parçaları. Belki de eksik saydığımız bu doğa yıkımlarına her geçen gün bir yenisi eklenmektedir. Fakat geçtiğimiz aylarda gündeme damga vuran, bu doğa katliamlarının en çarpıcı biçimde gözler önüne serildiği bir örnek üzerinde durmakta fayda var. Türkiye’nin akciğerleri denilebilecek ormanlara sahip İda Dağı. Antik çağların İda’sı, yani bugünkü adıyla Kaz Dağları, sermayenin kâr hırsının vahametini gösteren güzelliklerden biri. Kaz Dağları, Biga yarımadasının en yüksek, en yeşil yeri ve Ege’nin nefes aldığı ormanları, derin vadileri, kanyonlarıyla değerli bir kaynaktır. Homeros’un İlyada Destanı’nda “Vahşi hayvanların anası olarak” bahsettiği Kaz Dağları pek çok canlının evi olmakla birlikte bitki örtüsü anlamında da zengin bir orman olma özelliğini sürdürmektedir. Bu güzelim doğa parçası bugün ve daha önceki yıllarda, Bergama’da tanık olunduğu üzere kapitalist şirketlerin altın arama ve çıkartma emelleri nedeniyle yüz binlerce ağacın kesilmesiyle çıplaklaştırılıyor. Bununla da kalınmayarak altın çıkarma tekniği olan siyanürlü liç ile toprak zehirleniyor ve ayı, porsuk, su samuru, yarasa vb. hayvanların ve onlarca bitki türünün yaşam alanı yok ediliyor. Bu yapılırken de, muhalefetten gelen tepkiler neticesinde çeşitli açıklamalar yapan yetkililer ve iktidar organları kesilen ağaç sayısının 13 bin civarında olduğunu, zaten çalışmanın Kaz Dağları bölgesinde yer almadığını söylüyorlar. Hatta maden şirketine ruhsatın çok eskiden verildiğini söyleyerek kendilerinin kabahatini örtmeye çabalıyorlar. Ama açıklamalar ve yalanlar nasıl sıralanırsa sıralansın fark etmez. Açıkça görülüyor ki; gözü dönmüş kapitalistler için “vatanın her karış toprağı altın!” olduğu için olsa gerek, Kaz Dağları da bugün yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor.
Yerli yabancı sermaye el ele
Bilindiği üzere Kaz Dağları’nda maden arama çalışmalarını yürüten Alamos Gold adında Kanadalı bir şirket. Çevreciliğiyle nam salmış ülkelerden olan Kanada ne hikmetse gelmiş elin ülkesine doğa katliamına soyunuvermiş. Elbette ki Kanada’nın ve diğer kapitalist ülkelerin çevreci olmasını beklemek kapitalizmi iyi tahlil edememek demektir. Nihayetinde her ülkenin burjuvazisi kendi çıkarlarını düşünecek ve oraya el atacaktır. Bu noktada Kanada Komünist Partisinin merkez komite üyesi ve Genç Komünist Birliği Genel Sekreteri Adrien Welsh’in aktardıkları Kanada’nın gerçeğini yansıtıyor: “Buradaki en önemli sorun şu: Ana akım medya ve Kanada hükümeti büyük bir illüzyonu ayakta tutmaya çalışıyor. Bu illüzyon kapitalist bir ekonomik sistemde doğayı koruyabileceğimiz illüzyonu. Onlar karbon vergisi ve yeşil kapitalizmin çözüm olduğuna inanıyor. Kaz Dağları’ndaki durum kapitalizm ve çevrenin yok edilmesinin el ele gittiğidir. Şirketler ve ana akım medyanın sakladığı da bu.”
Welsh Kanada’nın ve Türkiye’nin yaklaşımlarını şöyle özetliyor: “Türkiye hükümeti, Kanada hükümeti ve Alamos Gold’un üçlü pinpon oynamakta olduğu gerçeği utanç verici. Gerçekte olan şu: Hepsi bu sosyal ve çevre felâketinden sorumlu ancak hepsi sorumluluktan kaçmak için başkalarını hedef alıyor. Madencilik şirketleri Kanada’nın uluslararası ticareti için büyük bir tabu. Gerçek şu ki dünyadaki madencilik şirketlerinin yaklaşık yüzde 75’inin merkezi Kanada’da ve küresel madencilik endüstrisinin elde ettiği sermayenin çoğu Toronto borsasından geçiyor. Bunun nedeni şu: Madencilik şirketleri bir tarafta Kanada’nın toleranslı ve zayıf madencilik yasalarından faydalanıyor, öbür taraftan Kanada emperyalizmi için diplomasiye fayda sağlıyorlar. Kanada hükümetinin Kaz Dağları’ndaki operasyonları durdurmak için yapabileceği çok şey var. Ancak asıl soru bunun çalışmaları tamamıyla durdurmak için yeterli olup olmayacağı.”[2]
Söz konusu madenlerin iktidara yakın isimler de dâhil olmak üzere yerli şirketlerle ortaklığı biliniyor. Demek ki Kanadalı şirkete tek suçlu gibi ateş püskürenler yerli sermayeyi es geçmekteler. Aralarında Eczacıbaşı, Koza, Cengiz Holding gibi büyük şirketlerin de bulunduğu pek çok yerli sermaye grubu yabancı sermaye ile işbirliği içinde altın çıkarma faaliyetleri ile ilgili projeleri hayata geçirmekteler. Unutulmamalı ki kapitalistler çıkarları uyuştuğu noktada el ele verip ortak projeler geliştirirler, bu doğayı talan etmek, dünyayı yok etmek anlamına gelse bile!
Kaz Dağları’nda yürütülen ve şimdiye kadar 200 binden fazla ağacın katledildiği belirlenen çalışmada, altının çıkarılması için kullanılacak yaklaşık 20 bin ton siyanürün, proje sonunda ortaya çıkacak arsenik ve ağır metallerin etkisini hayal etmek zor değil. Toprağın, suyun, doğal yaşamın yok olması tehlikesi göz göre göre geliyor. Ama tabii her şey “vatan” için! Öyle ya, sonuçta bu çalışmalardan çıkarılacak altın, ülke hazinesine girecek ve nihayetinde Türkiye büyüyecek ve tabii ki millet kazanacak öyle değil mi?! İktidar, yandaşları ve yandaş medya kalemşorları her zamanki gibi bu demagojiye başvuruyor. Bu nedenle de tartışmaların temelini “çıkarılacak altını yerli sermaye mi yoksa yabancı sermaye mi çıkarmalı”, “neden yerli teknoloji kullanılmıyor”, “yabancı sermaye ortaklığı durumunda altından Türkiye ne kadar pay almalı” gibi sorular oluşturuyor. Her şeyden önce doğanın katledilmesi anlamına gelen bu durum, özellikle Aydınlık ve Vatan Partisi cenahı gibi “vatan” edebiyatı yapan çevreler tarafından da ibretlik tutumlarla karşılandı. Yeri geldiğinde sözde vatanın tek karış toprağını feda ettirmeyenler, altın çıkarılması için doğanın katline göz yummakla kalmayarak, bu duruma karşı çıkanları da “terörist” ilan etmekten çekinmediler.
Doğa talanına devam
Şu dikkat çekici konuşmayı hatırlayanlar olacaktır: “Denizlerimizin kenarlarında, orman alanlarında, buraları betona toprağa çevirme gayreti içerisinde olanlar var. Şu para var ya nelere muktedir. Şu kapitalizm nelere muktedir. Orman morman ne var ne yok kesiyor atıyor götürüyor…”
31 Mart seçimlerine giden süreçte hiç utanıp sıkılmadan yukarıdaki lafları sarf eden Erdoğan, tam da Kaz Dağları ve diğer ormanlık alanlardaki talan gündemdeyken, bu talanın önündeki tüm engellerin kaldırılarak hızlandırılmasına yönelik bir genelge yayınladı. 16 Ağustosta Resmi Gazetede yayınlanan bu genelgeye göre, 2016 yılında kurulan “Enerji Yatırımları Takip ve Koordinasyon Kurulu”nun adı , “Enerji ve Tabii Kaynak Yatırımları Takip ve Koordinasyon Kurulu” olarak değiştirildi. Bu kurul, kamu ve özel sektör tarafından yapılacak tüm enerji ve tabii kaynak yatırımlarının hızlı bir şekilde gerçekleşmesini koordine etmek üzere kuruldu. Erdoğan’ın aynı gün yayınladığı bir diğer genelgede ise, nükleer santral projelerinin gecikmeden tamamlanabilmesi için “ilgili kamu kurum ve kuruluşlarınca yürütülen iş ve işlemlerin ivedilikle sonuçlandırılması için ihtiyaç duyulan her türlü destek, yardım ve kolaylığın titizlikle sağlanacağı” belirtilmekteydi. Kısacası iktidar ve sermaye grupları doğanın sömürüsünü hızlandıracak projeleri bir bir hayata geçiriyorlar. Kaz Dağları bu projelerin en ses getireni olsa da doğa yağması onunla sınırlı kalmamıştır ve kalmayacaktır. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün orman alanlarına yakın bölgelerde maden arama ruhsatı için düzenlediği ihaleler de devam etmekte. Örneğin, Cerattepe’den hatırlanacak olan Mehmet Cengiz ve Ömer Faruk Kalyoncu’nun sahibi olduğu şirketlerin, Artvin’de maden arama ruhsatı için düzenlenen üç ihaleyi kazandığı haberleri çıkıyor. Ya da Kayseri’nin Develi ilçesinde Öksüt Madencilik aracılığıyla altın madeni projesine devam eden Kanada merkezli Centerra Gold şirketinin Zonguldak’ın Alaplı ilçesinde de taşeron firmalarla altın aradığı bilinen bir örnek. Yine Kanadalı madencilik firması olan Eldorado Gold Corporation’ın Türkiye’deki uzantısı Tüprag Madencilik’in, Samsun’un Kavak ve Havza ilçeleri arasında kalan Şahin Dağları’nda altın madeni araması yapmak için ruhsat aldığı ve 1975 hektar alanda yapılacak çalışmanın 16 Ekim 2024 tarihine kadar süreceği söylenmekte.
Elbette Türkiye’de doğayı tahrip eden faaliyetler sadece altın arama çalışması ile sınırlı değil. Meselâ Akkuyu nükleer santrali bir felâkete davetiye çıkarmaktadır. Daha şimdiden zemininde çatlaklar bulunan Akkuyu projesi bizzat iktidar eliyle hızlandırılmaya çalışılıyor. Ya da 3. havalimanı… Apar topar yapılan havalimanında inşaat işçilerinin nasıl koşullarda çalıştırıldığına, iş cinayetlerinde katledildiklerine tanık olundu. Sırf “itibardan tasarruf olmaz” diyenlerin sermayelerini katlamak için yine ormanlar katledildi, göçmen kuşların göç yolları kesildi. Siyasal iktidarın kendi eliyle yetiştirdiği sermayedarlar palazlansın diye ormanlar rant alanına çevrildi, çevrilmeye devam ediyor. Şehirler beton yığınları haline getirildi. Geçtiğimiz günlerde yaşanan İstanbul depremiyle akıllara tekrardan yaşanacak afet geldi. Olası bir depremde İstanbul’un ne hale geleceğini etrafındaki beton yığınlarına bakan herkes kestirebilir.
“Kapitalizmin insana bakışı ile doğaya bakışı arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsana sadece iliğine kadar sömürülecek bir yaratık gözüyle bakan bir üretim tarzının doğaya da öyle bakması gayet anlaşılır bir şeydir. Kapitalizmin ekolojik sorunlar karşısındaki tavrının son zamanlardaki bazı örnekleri yeteri kadar aydınlatıcıdır. Bir yandan büyük çaplı ekolojik tehlikelere ikiyüzlüce dikkat çekilmekte ve tüm dünya toplumuna ekolojik duyarlılık pozu verilmekte, ama öte yandan aynı yıkıcı üretim faaliyeti tüm hızıyla devam etmektedir. Şatafatlı gösterilerle, ekolojik sorunlara güya çözüm için, uluslararası konferanslar, toplantılar düzenlenmekte, sera gazları, CFC’ler (kloroflorokarbonlar) için emisyon hacimlerini sınırlandırma protokolleri imzalanmakta, ama diğer tarafta bütün bu protokoller hiçe sayılmaktadır. Birçok büyük uluslararası toplantıya ve alınan kararlara rağmen hâlâ ciddi hiçbir önlem alınmamıştır.”[3] Alınması da beklenemez. Söz konusu sermayenin çıkarlarıysa gerisi teferruattan başka bir şey olamaz.
Doğayı savunmak için anti-kapitalist mücadele
Hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok ülkesinde doğa ve iklim için çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Türkiye’de Kaz Dağları’nı savunmak için “Su ve vicdan nöbetleri” adıyla eylemler örgütlendi. Bu eylemlere Kanada’dan da destek ve dayanışma eylemleri geldi. Hükümet ve şirketler beklemedikleri bu tepkiler neticesinde bazı geri adımlar atmak zorunda kaldılar. Örneğin Gökçeada’nın da içinde olduğu 1102 adet maden sahasının ihalesi ertelenmek zorunda kalındı. Ardından “Küresel İklim Grevleri” adıyla dünyanın pek çok yerinde küresel ısınmaya ve hükümetlerin iklim politikalarına karşı eylemler yapıldı. Gerek Kaz Dağları için yürütülen, gerekse de iklim değişikliğine karşı yürütülen mücadeleler önemlidir. Dünyanın ve canlıların geleceğinin hiçe sayıldığına dikkat çekilmesinin, bu noktada kamuoyu oluşturulmasının ve kapitalist şirketlere karşı örülen dayanışmanın önemi yadsınamaz. Fakat salt ekolojik-çevreci temelli bir mücadele perspektifiyle dar sınırlara indirgenen mücadelelerle, ne doğayı korumak ne de yaşamı savunmak ne yazık ki mümkün değildir.
Kapitalizmin yarattığı tehlike gün geçtikçe derinleşiyor. Sermaye, varlığı uğruna önüne ne geçerse yıkıp atmaya, ezip geçmeye yeminlidir. Dolayısıyla sorunun özünü ciddiyetle kavrayarak, anti-kapitalist temelde bir mücadele örgütlemenin önemi büyüktür. Doğanın ve insanlığın hakiki kurtuluşu ancak kapitalizmin kökünden sökülüp atılmasıyla mümkün olacaktır.
[1] Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Ekim 2004, Tarih Bilinci Yay.
[3] Deniz Moralı, age
link: Başak Güler, Doğa Talanı Artarken Yaşam Alanı Daralıyor, 21 Ekim 2019, https://en.marksist.net/node/6771
Suriyeli Mülteciler Sorunu
Bitmedi Sürüyor O Kavga!