Sudan halkının Ömer El Beşir başkanlığındaki diktatörlük rejimine karşı dört aydır yılmadan devam ettirdiği isyan, 11 Nisanda gerçekleştirilen askeri darbeyle kritik bir evreye ulaştı. Devrilmesi an meselesiyken Beşir’in tutuklandığını ve yönetime el koyduğunu açıklayan ordu kurmayı, bu önleyici hamleyle, devrimci isyanın daha ileri gitmesini engellemeyi amaçlamıştır. Ne var ki, darbeye ve ilan edilen olağanüstü hale rağmen Sudanlı emekçiler tüm gece boyunca başkentteki askeri karargâhın önünü ve meydanları terk etmemişler ve “barış, adalet, özgürlük” sloganını haykırmaya devam etmişlerdir. “Birincisi düştü, ikincisi de gidecek” diyerek yönetimin derhal sivil bir hükümete devredilmesini isteyen emekçiler, kararlılıkları sayesinde darbeci rejim güçlerine birbiri ardına geri adımlar attırmışlardır. Nitekim darbe konseyinin başında bulunan Başkan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Avad Muhammed Ahmed Bin Avf, darbenin ertesi günü istifa etmek zorunda kalırken, ondan görevi devralan General Abdul Fattah El Burhan başkanlığındaki askeri cunta, muhalefet temsilcileriyle görüşüp çeşitli tavizler vermek zorunda kalmıştır. Öncelikle, halkın fiilen hükümsüz hale getirdiği sokağa çıkma yasağı kaldırılmış ve sivil bir hükümet konusu diyaloga açılmıştır. Bu diyalog sonucunda cunta, içişleri ve savunma bakanlıkları askerlerde kalmak koşuluyla, muhalefetin karar vereceği sivil bir geçiş hükümetine onay vereceğini açıklamıştır. Bunun yanı sıra tüm siyasi tutukluların serbest bırakılacağı, eski hükümet üyelerinin tutuklanacağı, protestocuları öldüren kolluk güçlerinin yargılanacağı, medya üzerindeki kısıtlamaların ve sansürün kaldırılacağı duyurulmuştur.
Görünen o ki, darbeci rejim güçleri, muhalefeti, gerçekte iplerin kendi elinde olacağı bir geçiş hükümetine razı ederek hareketi sönümlendirmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte demokratik muhalefet güçleri tümüyle sivil bir hükümet ve rejimin toptan lağvı konusunda bastırmaya devam ediyorlar.
Kısa bir hatırlatma yapacak olursak, 1956’da İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasından bugüne dek askeri darbelerin birbirini kovaladığı Sudan’da, Ömer El Beşir de bir darbeyle iktidar koltuğuna oturmuştu. 1989’da albayken gerçekleştirdiği darbeyle yönetimi ele geçiren Beşir, başbakanlığı lağvederek başkanlık sistemini getirip kendini başkan ilan etmiş, tüm partileri ve birlikleri yasaklamış, şeriat ilan etmiş, çok sayıda siyasi lideri ve gazeteciyi zindana atmış, muhalif gazeteleri kapatmıştı. Muhalefetin boykotu nedeniyle tek aday olarak girdiği sözde seçimlerde kendini defalarca başkan ilan eden Beşir, otuz yıl boyunca fiili bir tek parti (Ulusal Kongre Partisi) diktatörlüğüyle Sudan’da terör estirdi.
Beşir diktatörlüğü vahşi yüzünü en çok da, kuzeyle güney arasında 22 yıl boyunca devam eden iç savaşta gösterdi. 2 milyondan fazla insanın hayatına malolan bu iç savaş, güneyli güçlerle yapılan anlaşmanın ardından 2005 yılında sona ermiş ve Güney Sudan 2011’de ayrılarak bağımsız bir devlete dönüşmüştü. Ne var ki bu arada rejim, 2003’ten itibaren ülkenin batısındaki Darfur’da, Arap olmayan halklara yönelik bir etnik temizlik harekâtı yürüterek, altı yılda 300 bin kişiyi katletmiş ve yaklaşık 3 milyon kişiyi topraklarından sürmüştü. Şu anda kendisini yoksul halkın temsilcisi, iç barışın sesi olarak gösteren ordu-polis-istihbarat kurmayının tamamı, katliamlarla, işkencelerle, tecavüzlerle örülü bu vahşette, adını tarihe “Darfur Kasabı” olarak da yazdıran Beşir’in birinci dereceden suç ortaklarıydı.
Tüm bunların yanı sıra, Beşir’in başında bulunduğu diktatörlük rejimi altında Sudan, hem yolsuzluk hem de yoksulluk sıralamasında başı çeken ülkeler arasında yer almaktadır. Nüfusu 40 milyona dayanan ülkede 6 milyona yakın insan açlık çekiyor. Buna karşılık rejimin tepesindekiler, ülkenin doğal kaynaklarını yağmalayarak ve halkı sömürerek devasa bir zenginlik elde etmiş durumdalar. 2010 yılında Wikileaks, Beşir’in petrol gelirlerini hortumlayarak elde ettiği 9 milyar dolarlık serveti İngiliz bankalarındaki hesaplarına aktardığını açığa çıkarmıştı. Rejimin kokuşmuş diğer sömürücülerinin de bu yağmaya ortak oldukları açıktır.
Devrimci yükselişi tetikleyen son süreç
Güney Sudan’ın 2011’de ayrılmasının ardından petrol gelirlerinin dörtte üçünü kaybeden Sudan, ciddi bir ekonomik krize yuvarlandı. İçine düştüğü darboğazı aşmak için 2017 yılında IMF’den borç alan Beşir hükümeti, emekçileri hedef alan ağır saldırı programına rağmen ekonomik krizin derinleşmesini engelleyemedi. Bu süreçte halkın içinde bulunduğu sefalet koşulları giderek daha da ağırlaştı. Enflasyonun %100’ü aştığı, Sudan parasının dolar karşısında hızla değer kaybettiği, bankaların nakit sıkışıklığı içine girdiği, kamu hizmetlerinin alabildiğine gerilediği derin bir ekonomik kriz ortamında, başta ekmek olmak üzere gıda ürünlerine ve akaryakıta peş peşe gelen zamlar karşısında sabırları tükenen Sudanlı emekçiler, geçtiğimiz Aralık ayında sokağa döküldüler. 19 Aralıkta ülkenin kuzeydoğusundaki Atbara kentinde ekonomik taleplerle başlayıp hızla başkente ve diğer bölgelere yayılan eylemler, kısa sürede siyasallaşarak rejimi hedef alan bir halk hareketine dönüştü. Öfkeli emekçiler Beşir’in Ulusal Kongre Partisinin binalarını ateşe verdiler. Hareketin böylesine çabuk siyasallaşmasında, o günlerde Beşir’in beşinci kez seçilmesinin önünü açacak bir anayasa değişikliğine gitmesinin de büyük bir rolü bulunuyordu.
Hareket hızla kitleselleşirken, başını Sudan Meslek Örgütleri Birliğinin (doktorların, avukatların, mühendislerin, gazetecilerin, öğretmenlerin vb. meslek örgütleri) çektiği çeşitli kesimlerden muhalefet örgütleri 1 Ocakta “Özgürlük ve Değişim Bildirgesi” başlığıyla bir deklarasyon yayınladılar.[1] Bu bildirgede, ülkeyi otuz yıldır askeri diktatörlükle yöneten Beşir’in derhal ve koşulsuz başkanlık görevini bırakması, Sudan halkını temsil eden gruplardan oluşacak bir ulusal geçiş hükümeti kurulması, iç savaşa son verilmesi, insan haklarına ve yasaların üstünlüğüne dayanan yeni bir anayasa yapılması için bir konferans toplanması ve bir komite oluşturulması, totaliter tek parti rejimini doğuran siyasi yapının ortadan kaldırılması, yargının bağımsız hale getirilmesi temel siyasi talepler olarak sıralanıyordu. Bunların yanı sıra bildirgede, mevcut ekonomik çöküşün önüne geçecek ve tüm Sudan halkının yaşamını iyileştirecek adımlar atılması, kadınların maruz kaldıkları ayrımcılığın ve baskının tüm formlarına son verilmesi, insani gelişim, sosyal refah, eğitim, sağlık, konut gibi alanlarda devletin sorumluluklarını yerine getirmesi, göstericilere şiddet uygulanmasına son verilmesi, ifade özgürlüğünü sınırlandıran tüm yasaların kaldırılması gibi talepler de yer alıyordu. İmzacılar, bu talepler karşılanana kadar sokağa çıkmaya ve barışçıl eylemlere devam edeceklerini belirtiyorlardı.
Hareketin örgütlü bir güce dönüşmeye başlaması ve kararlılığının artması karşısında Beşir 22 Şubatta bir yıl süreli olağanüstü hal ilan etti. Okullar ve üniversiteler kapatıldı, eyalet hükümetleri ve merkezi hükümet dağıtıldı, tüm valilerin yerine askerler atandı. Onlarca emekçinin katledildiği ve binlercesinin tutuklandığı gösterilerde, gözaltına alınanlar işkenceden geçirilirken, kadınlar kırbaçlanarak yıldırılmaya çalışıldı. Sudan Komünist Partisi başta olmak üzere çeşitli muhalif partilerin liderleri, gazeteciler ve akademisyenler de tutuklandı. Ne var ki, gazetelerin kapatıldığı ve açık bırakılanların ağır bir sansürle çıkabildiği, internetin kesildiği, mobil telefon şirketlerinin sosyal medya erişimlerini engellediği bu ortamda, rejim tüm bu baskılara ve yasaklara rağmen hareketi sindirmeyi başaramadı. 10 Martta Sudan İşçi Sendikalarını Yeniden Yapılandırma İttifakı adı altındaki sendikal oluşum, rejim tarafından kapatılan tüm sendikaları bu ittifak bünyesinde birleşmeye ve eylemlere katılmaya çağırdı.
Sudan’daki halk isyanının dikkat çeken bir özelliği de kadınların katılımının baştan beri son derece yüksek oluşu idi. Beşir diktatörlüğüne karşı sokaklara dökülen emekçilerin yüzde 60’ından fazlasını kadınların oluşturduğu ifade edilmektedir. Öyle görünüyor ki, Sudan’da kadınlar tüm kitle hareketlerinde tarihsel olarak öne çıktıkları, hatta önemli bir bölümünde bizzat kıvılcımı çaktıkları gibi, bu isyan hareketinde de “kuralı” bozmamışlardır. Antik Sudan’ın savaşçı kraliçelerine atıfla “Kandake” olarak adlandırılan mücadeleci kadınlar, bir kez daha militanlıklarıyla öne çıkmışlardır. Devrimci bir şiirden okuduğu “kurşunlar değil halkın sessizliği öldürür” dizeleriyle kadınları sokağa çağıran ve “kadının yeri devrimdir!” diye seslenen 22 yaşındaki Alaa Salah, dört aydır devam eden halk isyanında “Kandake”lerin sembolü olmuştur. Kadınların eylemlerde öne çıkmasının nesnel bir temeli bulunmaktadır elbette. Sudan’da Beşir’in faşizan İslamcı rejiminden en büyük zulmü görenler kadınlardır. Bunun en basit örneği olarak, her yıl yaklaşık 50 bin kadın, pantolon giyme, makyaj yapma gibi “uygunsuz davranışlar” yüzünden kırbaç cezasına çarptırılmaktadır. Maruz kaldıkları ayrımcılık ve baskı, kadınları rejime karşı daha öfkeli ve isyankâr hale getirmektedir.
Kadınlar da dâhil olmak üzere tüm emekçi toplum kesimlerinin öfkesinin tırmandığı bu süreçte, genel grevlerle büyüyüp güçlenen hareket, 6 Nisanda 800 bin kişinin sokağa çıkmasıyla tarihi bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Polisin ateş açarak çok sayıda insanı öldürmesine rağmen ertesi gün sayıları 2 milyona çıkan emekçiler, Sudan tarihinin en kitlesel eylemlerine imza atarken Beşir’in gidişini de kesinleştirmişlerdir. Bu süreçte ordu, tıpkı daha önce Mısır’da, Tunus’ta ve daha pek çok benzer durumda yaptığı gibi geri durmayı tercih etmiştir. Kuşkusuz ordu kurmayı, rejimin bekası açısından kritik noktaya ulaşıldığında devreye “halkın ordusu” görüntüsü çizerek girip, hareketi mümkün olduğunca kansız bir şekilde bastırma hesabı yapmıştır. 6 Nisanı izleyen günlerde, erler ve düşük rütbeli subaylarla ordu kurmayı arasındaki yarılma bariz hale gelmeye başlamıştır. Ordu tabanında devrimci güçlere yönelik sempati artarken, yer yer polisin önünde barikat oluşturularak devrimci güçler korunmuştur. Gidişatın yönünü gören ordu kurmayı açısından bu bir dönemeç noktası olmuştur. Durum rejim açısından daha vahim hale gelmeden müdahale etmeye karar veren darbeciler, işte tam da böylesi kritik bir noktada yönetime el koymuşlardır.
Ordu, polis, istihbarat teşkilatı ve Hızlı Destek Güçlerinden oluşan Yüksek Güvenlik Komitesi, 11 Nisanda gerçekleştirdiği darbeyle, iki yıllık bir geçiş dönemi boyunca yönetimin Askeri Geçiş Konseyinde olacağını, “rejimin kaldırıldığını”, Beşir’in tutuklandığını duyurdu. İlan edilen darbe bildirisinde, anayasanın askıya alındığı, üç ay boyunca olağanüstü hal ve bir ay boyunca gece sokağa çıkma yasağı ilan edildiği açıklandı. Başkanlığın, hükümetin, meclisin ve devlet konseyinin lağvedildiğinin belirtildiği bildiride, politik partilerin inşasının, anayasanın ve seçimlerin iki yıllık geçiş süreci sonunda hayata geçirileceği duyuruldu. Kendilerini rejime dışsal unsurlar olarak gösterip “her zaman yoksul halkın yanında yer aldıklarını” ve “yoksul halkla birlikte acılar çektiklerini” söyleyen, rejimi halkın taleplerini dikkate almamakla, “fakir daha da fakirleşirken zengini daha zengin hale getirmekle” suçlayan darbecilerin, aşikâr yalanlarla kendilerini kurtarmaya ve meşru göstermeye çalışmaları özellikle dikkat çekiyordu. Ne var ki kitleleri bu yalanlara ikna etmenin sandıkları kadar kolay olmadığını kısa sürede anladılar.
Gelinen noktada “rejimin yeni kıyafetlerle devam etmesine” izin vermeyeceklerini söyleyen emekçi kitleler, meydanı darbeci rejim güçlerine terk etmemekte kararlı görünüyor. Hareketin başını çeken Sudan Meslek Örgütleri Birliği, “bizler hâlâ gerçek devrimin yolundayız” diyerek, başkent Hartum’daki ordu karargâhı önünden ayrılmama çağrısını sürdürüyor.
Dış güçlerin tutumları
Son aylarda hareketlenen kuzey Afrika ülkeleri gibi Sudan’da da egemen güçlerin aldıkları ve alacakları tutumları, yürümekte olan emperyalist hegemonya ve paylaşım savaşından ve uluslararası burjuva kutuplaşmadan bağımsız ele almak mümkün değildir. Nitekim Beşir’in devrilmesinin ardından Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere tüm emperyalist ve kapitalist güçler bölgedeki gelişmelere kendi burjuva çıkarları temelinde yaklaşarak pozisyon alıyorlar. ABD ve Avrupalı emperyalist güçler Ortadoğu’daki müttefikleriyle birlikte (Suudi Arabistan, BAE, İsrail, Mısır) darbecileri desteklerken, Rusya ve Çin böyle bir destekten uzak durmaktadır. Türkiye ve Katar ise, öteden beri Beşir’i desteklemiş oldukları halde, şimdi her şeyi kaybetme tehlikesi nedeniyle açık bir taraf tutma tutumu sergilemekten kaçınıyorlar.
Bilindiği gibi, Beşir’in İran’la ilişkileri kesip Yemen savaşında Suudi Arabistan’a destek vermeyi kabul etmesinin ardından ABD Sudan’a yönelik yaptırımlarını 2017 yılında kaldırmıştı. Böylece, ekonomik kriz içindeki Sudan’a IMF’nin kapıları da açılmıştı. Beşir ülkenin içinde bulunduğu derin ekonomik krizi, IMF’nin yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’dan aldığı kredilerle aşmaya çalışıyordu. Bir yandan ABD eksenli Suud-Mısır-BAE ittifakıyla ilişkileri sıcak tutan, öte yandan Türkiye, Çin ve Rusya’yla yakın ilişkileri bulunan Beşir, bu çelişkili pozisyon içinde gemisini yürütmeye çalışıyordu.
Sudan AKP iktidarının Afrika açılımlarında da önemli bir yer tutuyordu. Rejimin Darfur’da gerçekleştirdiği soykırım nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesinin hakkında tutuklama kararı çıkardığı Beşir, bu süreçte Batı’ya adım atamazken, Türkiye’de defalarca kırmızı halılarla karşılanmıştı. Erdoğan’ın “İslam dinine teslim olmuş olan biri asla soykırım yapamaz” diyerek savunduğu Beşir, Türkiye’yle pek çok anlaşmaya da imza atmıştı. Bir buçuk yıl önce Erdoğan’ın Sudan ziyaretinde geniş kapsamlı anlaşmalar imzalanırken, 2022’ye kadar ticaret hacmini 10 milyar dolara çıkarma hedefi de konmuştu. Havalimanı da dâhil olmak üzere büyük altyapı inşaatlarını, 99 yıllığına kiralanan 780 bin hektarlık tarım arazisini, sulama projelerini, enerji, madencilik ve tekstil de dâhil olmak üzere çeşitli alanlardaki yatırımları içeren 1,2 milyar dolarlık anlaşmalar imzalayan Türkiye ile Sudan arasında askeri işbirliği de söz konusuydu. Nitekim Erdoğan’ın talebi üzerine, Beşir, Türkiye’nin Sudan’ın kuzeydoğusunda yer alan Sevakin adasında askeri üs kurmasına yeşil ışık yakmış ve bu doğrultudaki çalışmalar başlamıştı. Bu üs konusunda İsrail, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’dan sert eleştiriler alan Türkiye, bu adımı, ekonomik çıkarlarla ve Somalili korsanlara ve El Şebab terör örgütüne karşı bölgenin güvenliğini sağlama amacıyla attığını iddia ederek kendini savunmuştu. Beşir’in devrilmesinin ardından Türkiye’nin temkinli açıklamalarda bulunması, yeni yönetim altında bu ilişkilerin zarar görmesinin istenmemesinden kaynaklanıyor.
Emekçiler açısından nesnel ve öznel zorluklar
Sudan da dâhil olmak üzere kuzey/kuzeydoğu Afrika ülkelerindeki milyonlarca emekçi 2011’de devrimci isyanlarla ayağa kalkmıştı. Bu isyanları tetikleyen şey, aslında 2008 krizinin iyice ağırlaştırdığı yaşam koşulları olmuştu. Yoksulluğun ve özellikle genç işsizliğinin tahammül edilemez boyutlara geldiği bir ortamda, Tunus’ta patlak veren isyan, aynı koşullardan muzdarip diğer ülkelere de domino taşı misali yayılmıştı. Bu isyan dalgası Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle sonuçlansa da gelişmeler her ülkede farklı bir seyir izledi. Mısır askeri diktatörlüğün pençesine düştü ve Mübarek diktatörlüğünün yerini Sisi diktatörlüğü aldı. Tunus’ta ise Bin Ali rejimi yıkıldı ve parlamenter sisteme geçildi.
İsyan sürecinin bu ilk dalgasında Sudan ve Cezayir’de de emekçiler sokağa dökülmüş, ancak tepelerindeki tek adam rejimlerini yıkamamışlardı. Şimdilerde ise bu bölge, dünyanın yeniden büyük bir ekonomik krize girdiği bir dönemde ikinci bir isyan dalgasıyla sarsılıyor. İşçi sınıfının aylardır grevlerle huzursuzluğunu dışa vurduğu Tunus’ta, son olarak 750 bin kamu çalışanının greve gitmesinin ardından, devlet başkanı Essebsi, hareketi yatıştırmak için, bu yıl yapılacak seçimlerde ikinci kez aday olmayacağını açıklamak zorunda kaldı. Şubat ayında patlak veren halk isyanının devrimci duruma yol açtığı Cezayir’de[2] ise Buteflika 2 Nisanda istifa ettiğini duyurdu. Fakat emekçi kitleler rejimin bu oyununu yemeyip, “Gaid Salah’a da Bensalah’a da Hayır”, “Hepsini Def Et” sloganlarıyla meydanları inletmeye devam ediyorlar.[3] Bu dalganın bir parçası olarak Sudan’da yaşanan devrimci süreç de, Buteflika’dan on gün sonra Beşir’in devrilmesiyle kritik bir evreye ulaşmıştır.
Bu noktada, emekçi kitlelerin yükselttikleri iş, aş, adalet, özgürlük ve barış taleplerinin gelip dayandığı sınırı doğru değerlendirmek yakıcı bir önem taşıyor. Burjuva düzen güçlerinin aşılmaması için büyük bir çaba gösterdikleri fakat emekçi kitleler açısından sorunlarının çözümü için aşılması mutlak gereklilik olan o sınır kapitalizmdir. 2011’den bu yana yaşanan sürecin bir kez daha gösterdiği gibi, tek adam diktatörlüklerinin devrilmesi mücadele açısından büyük bir adım oluştursa da, bu emekçilerin yakıcı sorunlarını tek başına hiçbir şekilde çözmemekte ve devrim, çelişkilerin her geçen gün daha da büyüttüğü yarıklardan tekrar tekrar başını çıkarmaktadır. Burjuvazi, emekçilerin bu sancılı süreçten edindikleri derslerle mücadeleye her defasında daha kararlı ve dirayetli bir şekilde atılmasının önüne geçememektedir. Gerek Sudan’da gerekse Cezayir’de, “diktatör yetmez, tüm sistem gitmeli” sloganının bugün 2011-12’deki isyan dalgasında olduğundan çok daha yaygın ve kararlı bir şekilde atılması, devrim köstebeğinin harıl harıl çalışmaya devam ettiğini ve eninde sonunda kapitalizmi temellerinden sarsacağını göstermektedir.
[1] Söz konusu bildirgeye imza atan muhalif kurum ve örgütlerden bazıları şunlar: Sudan Meslek Örgütleri Birliği, Sudan Komünist Partisini ve İslamcı Ulusal Umma Partisini de içeren Ulusal Uzlaşı Güçleri, Sudan Çağrı Güçleri, Cumhuriyetçi Parti, Liberal Parti, Girifna Gençlik Hareketi, Değişim Şimdi, Sivil Güçler İttifakı, Sudan Direniş Komiteleri, Geniş Ulusal Cephe, Hartum Alumni Üniversitesi Kongresi, Sivil Toplum Örgütleri Konfederasyonu, Yeniden Canlanma Devrimci Konseyi, Sudan İnşa Partisi, Kadına Şiddete Hayır İnisiyatifi…
[2] bkz. Kerem Dağlı, Cezayir: Rejim Krizde, Kitleler İsyanda, marksist.com
[3] Gaid Salah genelkurmay başkanı, Bensalah ise Buteflika’nın yerine geçici olarak atanan Ulusal Konsey başkanıdır.
link: İlkay Meriç, Sudan’da Halk İsyanı ve Askeri Darbe, 17 Nisan 2019, https://en.marksist.net/node/6642
Üniversiteyi Terk Edenler Artıyor
150 Kurumdan Çağrı: “Hukuk İşletilsin, Kimse Ölmesin”