2018 dünyanın pek çok ülkesinde kitlesel protestoların, işçi eylemlerinin yaşandığı bir yıl oldu. 2019 ise geleceğin muazzam işçi mücadelelerini müjdelercesine bugüne kadar gerçekleşmiş en büyük işçi greviyle açıldı. 8-9 Ocakta Hindistan’da 200 milyon işçinin katıldığı bir grev gerçekleşti ve bu grev, 2016’da 180 milyon işçinin katıldığı grevi geride bırakarak tarihe geçti. On ulusal sendika konfederasyonunun çağrısını yaptığı bu devasa grev, hiç kuşkusuz pek çok açıdan büyük önem taşımaktadır.
Bu grevle birlikte son yıllarda gerçekleşen yığınsal genel grevler Hindistan işçi sınıfının büyüyen öfkesini ve potansiyellerini yansıtmaktadır. Üstelik Hindistan; aynı zamanda Çin, Bangladeş, Endonezya gibi devasa işçi sınıflarına sahip olan ülkelerle komşudur. Hindistan işçi sınıfının uyanışının ve baş kaldırışının Hindistan’la sınırlı kalmayacağı, Güney Asya’yı sarsma potansiyeli taşıdığı açıktır.
Bu açıdan 8-9 Ocak grevinin nedenlerine bakmak, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi bakımından önem taşıyan Hindistan’a ilişkin kısa hatırlatmalarda bulunmak yararlı olacaktır.
Grevin nedenleri
Hindistan’da 2014’te iktidara geldiği ilk günden bu yana Modi hükümeti, iş kanununda ve sendikalar kanununda değişiklikler yapmak istiyordu. Hükümet, 2015’te çalışma yaşamına ilişkin 44 ayrı kanunu 4 kanun altında toplamayı planladığını duyurdu ve tepkilerin önünü kesmek için değişiklikleri sendikalarla mutabakat sağlayarak yapacağı sözünü verdi. Bu nedenle merkezi sendika konfederasyonlarını ve işveren örgütlerini çağırdığı “istişare” toplantıları düzenledi.
Çok geçmeden hükümetin hazırladığı kanun taslaklarının işçi sınıfına ve sendikalara yönelik ciddi saldırılar içerdiği açığa çıktı. Hükümetin hedefleri arasında güvencesiz istihdamı kural haline getirmek, kamu ve özel sektörde taşeron çalışma biçimini yaygınlaştırmak, kadrolu işçi yerine daha düşük ücretle çırak ve stajyer işçi çalıştırılmasının önünü açmak, güvencesiz çalışan işçileri sosyal güvenlik sistemine dâhil etme bahanesiyle ödeyemeyecekleri sigorta primleri ile borçlandırmak, işverenlerin vergi yükünü ve iş güvenliği, işçi sağlığı konusundaki yasal yükümlülüklerini hafifletmek, asgari ücretin belirlenme kriterlerini keyfi biçimde esnetmek, özelleştirmelere hız vermek, kamuda bireysel emeklilik projeleriyle aracı şirketlere kâr sağlamak, sendikaların işletme bazında, eyalet bazında ve merkezi olarak örgütlenmesini ve tanınmasını zorlaştırmak gibi pek çok başlık vardı.
Sözde istişare toplantıları ve tartışmalar henüz devam ederken, çeşitli eyaletlerin hükümetleri merkezi hükümetin planları doğrultusunda yasal düzenlemeler yapmaya giriştiler. Merkezi hükümet toplantılara çağırdığı sendika konfederasyonlarına taslakları incelemek üzere yeterli süre tanımadığı gibi yaptıkları itirazları da dikkate almadı. Sendika konfederasyonları, 450 milyon işçiyi ilgilendiren böylesine önemli kanunların üzerinde mutabakat sağlanmadan Halk Meclisinde[1] görüşmeye açılmasına tepki gösterdiler. Hükümetin formalite icabı yaptığı “istişare” toplantılarını boykot edeceklerini açıkladılar. 2018 Eylülünde, 8-9 Ocak 2019’da iki günlük genel grev gerçekleştirme kararı aldılar.
8-9 Ocakta gerçekleşen grevde demir-çelik, maden, enerji, otomotiv, tekstil, ulaşım, bilişim, tarım, bankacılık, sigorta, telekomünikasyon, inşaat, eğitim, posta işçileri, kamu çalışanları iş durdurdular. Yoksul köylüler, çiftçiler, gençler, sendikalı-sendikasız, sözleşmeli-sözleşmesiz, kadın-erkek işçiler, milyonlar, on milyonlar olup kent merkezlerinde meydanlara çıktılar, yürüyüşler düzenlediler. Kerala’dan Batı Bengal’e, Assam’dan Gujarat’a, Karnataka’dan Tripura’ya onlarca eyalette adeta hayat durdu, sokaklarda, meydanlarda Hindistan işçi sınıfının öfkeli sesi yankılandı.
İşçiler Modi hükümetinin baskılarını, saldırılarını, işsizliği, hayat pahalılığını, protesto ettiler. Temel tüketim maddelerine yapılan zamların geri çekilmesini, enflasyona karşı önlem alınmasını; işsizliğin önlenmesini, herkese sosyal güvence ve istihdam sağlanmasını; iş kanununun işçiler lehine değiştirilmesini, yasaları ihlal eden, iş kazalarına neden olan, sendikaları tanımayan patronların cezalandırılmasını; asgari ücretin yükseltilmesini, emeklilik hakkının güvence altına alınmasını, özelleştirmelerin ve taşeronluğun yasaklanmasını; demokratik hakların derhal tanınmasını ve baskılara son verilmesini talep ettiler.
Bu talepleri destekleyen öğrenci örgütleri işçilerle dayanışma amacıyla iki günlük ders boykotu gerçekleştirdi. Üniversite sınavları grev nedeniyle ertelendi. İşçilerle birlikte meydanlara çıkan öğrenciler grevin taleplerinin karşılanmasını istediler, nitelikli eğitim ve demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi taleplerini yükselttiler. Aylardır hükümetin tarım politikalarını protesto eden çiftçiler ve tarım işçileri de greve destek verdiler ve kent merkezlerindeki eylemlere katıldılar. İki günlük grevin ardından ara vermeden eylemlerine kaldıkları yerden devam ettiler.
Bir yandan kapitalizmin dünyayı etkisi altına alan tarihsel krizinin, öte yandan Hindistan kapitalizminin yapısal sorunlarının derinleştiği koşullarda, 2019 baharındaki parlamento seçimlerine hazırlanan Modi iktidarı grevin etkisini kırmak, yoksul halkın tepkisinin büyümesini engellemek ve hedef şaşırtmak amacıyla hızla harekete geçti. Ülkenin Pakistan, Bangladeş gibi komşularıyla sorunlarını kullanarak, mültecileri, azınlıkları hedef göstererek milliyetçiliği kışkırttı, gündem değiştirmeye çalıştı. Faşist Modi, yaşarmış gözlerle, “kahraman” Hindistan ordusunun üzerinden yıllar geçmiş Keşmir operasyonları sırasında nasıl uykusuz kaldığını anlatarak şovlar yaptı. “Kızıl Avı”nı devam ettireceği, “kızıllara” yaşam şansı tanımayacağı naralarını daha gür bir sesle attı. Elbette sopanın yanı sıra havucu da eksik etmedi: Kaynağını ve yararlanma koşullarını açıklamadan çiftçilere, küçük işletmelere, esnafa, sigortalı olmak isteyen işçilere bol keseden destek ve kredi vaatlerinde bulundu. Sözde emperyalizme meydan okuyarak Hindistan ekonomisini daha da büyütme, dünyanın zirvesine taşıma sözü verdi.
Oysa 200 milyon işçinin katıldığı greve neden olan saldırılar, “büyümenin” ne pahasına sağlanmak istendiğini de, ekonomik büyümeden Hindistan işçi sınıfının payına ne düştüğünü de açıkça ortaya koyuyor. Hindistan, son yıllarda ekonomisi en hızlı büyüyen ülkeler arasında bulunuyor. Ülke, 2011-2018 döneminde %5,6 ortalama ile büyüdü ve IMF verilerine göre 2018 yılında 2,85 trilyon dolarlık gayrisafi milli hâsıla ile dünyanın yedinci büyük ekonomisi oldu. Şimdi bu büyümeyi devam ettireceğini ileri süren Modi’nin ve partisi BJP’nin (Bharatiya Janata Party, Hindistan Halk Partisi, iktidardaki aşırı sağ parti) 2014 seçimlerindeki sloganı “mutlu günler kapıda” idi. Modi, iktidara gelmesi halinde yeni yatırımlarla ve altyapı çalışmalarıyla istihdam alanları yaratacağını, işsizliği azaltacağını, çiftçilerin sorunlarını çözeceğini, Hindistan halkının refah düzeyini yükselteceğini vaat ediyordu. Oysa Modi yönetimi altında işsiz sayısı daha da arttı. Çiftçi intiharları, çocuk ölümleri, iş cinayetleri hız kesmeden devam etti. Demokratik haklar daha da kısıtlandı; azınlıkların, kadınların, kast sisteminin en altında bulunan şudra ve dalitlerin, mültecilerin, işçi ve emekçilerin kısacası yüz milyonlarca insanın yaşamı daha da katlanılmaz hale geldi. Kapıdaki mutlu günleri düşlerinde bile göremeyen kitleler, cehennemi yaşamaya devam etti.
Bugünün Hindistan’ı; kapitalist çelişkiler cehennemi
Pek çok açıdan hayret verici bir ülke olan Hindistan, yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük yedinci ülkesi. Bu özelliği nedeniyle alt kıta olarak da anılan ülkenin nüfusu son sayımlara göre 1 milyar 322 milyon. Yani dünya nüfusunun %17,5’i Hindistan’da yaşıyor. Hindistan’ın her bir eyaleti dünya ülkelerinin pek çoğundan daha büyük bir nüfusu barındırıyor. Ülkenin Delhi, Mumbai, Bangalore, Haydarabad, Kalküta gibi dev şehirlerinin keşmekeşi; yaklaşık 850 milyon insanın yaşadığı, 700’ü aşkın dilin konuşulduğu kırsal kesimleri; din, etnik grup, kültür, iklim çeşitliliği, aynı ülke içinde bambaşka ülkeler, hatta bambaşka dünyalar olduğu izlenimi veriyor. Ancak Hindistan’ın en çarpıcı tarafını yoksul yığınların dünyası ile egemen azınlığın dünyası arasındaki fark oluşturuyor.
Uluslararası kuruluşların yayımladığı raporlara göre Hindistan’da 270 milyon civarında insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ancak bu sınırın oldukça altta tutulduğu düşünüldüğünde gerçek yoksul sayısının bunun çok üstünde olduğu ortaya çıkar. Kapitalist örgütler, son derece ikiyüzlü bir tutumla günde 1,9 doların altında bir gelirle yaşayanları “yoksulluk sınırının altında yaşayanlar” olarak tanımlıyor. Oysa daha tarafsız uzmanlara göre bu rakam gerçekte en az 7,5 dolardır. Eline günde 1,9 dolar yerine 2-3 dolar geçen insanlar derhal yoksul kategorisinin dışına atılmaktadır. Hindistan’da bu civarda bir gelirle yaşamaya çalışanlar ancak yoksul olmadıkları iddia edilenler nüfusun %65’inden fazlasıdır ve ülke nüfusunun 1 buçuk milyara dayandığı düşünüldüğünde karşımıza çıkan yoksulluk manzarası dehşet vericidir.
Ülkede iki yüz milyon insan açlıkla boğuşuyor. Bir kısmı günde bir öğün yemek yiyebiliyor ama bu öğün belki biraz pirinç belki biraz mercimekten oluşuyor. On milyonlarca insan temiz içme suyuna ulaşamıyor. Her 15 saniyede bir çocuk açlık ve hastalıktan ölüyor. Tıpta ve ilaç sanayiinde müthiş ilerlemeler gösteren dünyanın 7’inci büyük ekonomisi Hindistan, sağlığa erişimde 195 ülke arasında 145’inci sırada bulunuyor. Ve milenyum çağındaki Hindistan’ın egemenleri ortalama yaşam süresi beklentisinin 66’ya çıkmış olmasıyla övünüyor.
Son derece kalabalık nüfuslu, altyapı bakımından feci durumdaki şehirler, tam bir cangılı andırıyor. Trafik, gürültü, hava kirliliği, günde sadece 2-3 saat elektrik verilen, lağım içindeki milyon nüfuslu mahalleler, kapitalist Hindistan’ın bugününü resmediyor. Bu kentlerde korkunç hayatlar yaşayan, ümitsizlik içinde bir çıkış arayan, her türlü suça bulaşan, öfkesini kendisinden daha dezavantajlı durumda olandan çıkarmaya çalışan milyonlarca genç yaşıyor. Onlarca dolar milyarderinin yaşadığı finans merkezi Mumbai’nin nüfusunun yarısı, “slum” adı verilen ve üst üste binmiş derme çatma barakalardan oluşan gecekondu mahallelerinde yaşıyor. Delhi gecekondularında binlerce kişiye bir tuvalet düşüyor. O kadar “şanslı” olmayanlar da var. Mesela kentin kaldırımlarında binlerce aile yaşıyor. Bu ailelerin temiz suya, temiz tuvalete, temiz kap kacağa ulaşma olanağı yok. Şehrin göbeğindeki bir caddenin kaldırımında yaktığı ateşle ailesine yemek pişirmeye çalışan bir kız çocuğunun yanından geçen ultra lüks cipler, bu kentte son derece “normal” bir manzara oluşturuyor. Gecekondu mahalleleri okula gitmeyen, ekmek parası için merdiven altı atölyelerde çalışan, lağım akıntıları içinde plastik çöp toplayan, caddelerde çiçek satan, dilenen, hırsızlık yapan çocuklarla dolu. Günün her saatinde kent meydanlarındaki tren istasyonlarında, ağaç kovuklarında yaşayan onlarca çocuğa rastlamak mümkün. Bu keşmekeşin sonuçları her alanda karşımıza çıkıyor. Meselâ Hindistan’da her 20 dakikada bir, bir kadın tecavüze uğruyor ve dünyada intihar eden her 10 kadının 4’ü Hindistanlı.
Nüfusun %65’inin yaşadığı kırsal kesimde de tam bir keşmekeş hâkim. İşgücünün yarısı tarım alanında istihdam ediliyor. Ülke sık sık tarım işçilerinin insanlık dışı çalışma koşullarıyla, çiftçi intiharlarıyla gündeme geliyor. Son 16 yılda 250 binden fazla çiftçi geçinemediği, borçlarını ödeyemediği ve bir çıkış yolu bulamadığı için intihar etti. Uçsuz bucaksız coğrafyaya yayılmış geniş tarım alanları ve iklim çeşitliliği nedeniyle her türlü tarım ürününü yetiştirmek mümkün. Ancak uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenen tarım politikaları nedeniyle yüz binlerce çiftçi açlıkla boğuşuyor. 1960’ların ortalarında ilan edilen “Yeşil Devrim”in merkezi bereketli Pencap’ta on binlerce çiftçi bugün açlık ve kıtlıkla boğuşuyor. Devasa tekeller Masala, Assam, Darjeling gibi eyaletlerdeki uçsuz bucaksız topraklarda yetiştirilen çayları “çevreye zarar vermediklerini”, “işçilere adil ücretler ödediklerini” iddia eden sertifikalarla satıyorlar. Ancak o çayları yetiştiren yüz binlerce işçi, başlarını sokacakları bir baraka, tuvalet, içme suyu, adil bir ücret, iş güvenliği önlemleri gibi talepleri için muhatap bile bulamıyorlar. Aşırı pestisit (tarım zararlılarına karşı zehir) kullanımı ve barınma şartları nedeniyle işçiler, minicik çocuklar, bebekler vücutlarını çürüten hastalıklarla boğuşuyor. Gujarat’ın pamuk, Malabar’ın kahve tarlalarındaki, Tamil Nadu’nun muz bahçelerindeki manzara bundan farklı değil.
Ülkede yaşları 15 ilâ 64 arasında, çalışabilir durumda olan yaklaşık 850 milyon insan bulunuyor. Bu nüfusun ancak 520 milyonluk kesimi işgücüne katılıyor. Hükümetin 2017 ve 2018 için açıkladığı işsizlik oranı %3,5 iken uluslararası kurumların açıkladığı oranlar bu rakamı ikiye katlıyor. Meselâ tüm ülkelerin ekonomik istatistiklerini tutan kimi örgütler bu oranın %8,5 olduğu belirtiliyor. Ancak 15 ilâ 64 yaş aralığında iş aramayan-arayamayan 330 milyon civarında insan olduğu ve işsizlik oranlarının hesaplanmasında kullanılan yöntemlerin sakatlığı düşünüldüğünde bu rakamın bile gerçeği yansıtmaktan çok uzak olduğu anlaşılıyor. Nitekim BBC’nin yayınladığı bir habere göre Modi hükümetinin hazırladığı ve basına sızmasını engelleyemediği bir rapor, işsizlik rakamlarının 1970’ten bu yana en yüksek düzeye ulaştığını gösteriyor.
Raporun sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmayı reddeden Modi, istihdam üzerine hiç kimsenin elinde güvenilir veriler olmadığını iddia ediyor. Hindistan gibi bir ülkede “güvenilir verilere” ulaşmak kolay değil elbet! Ülkede kayıt dışılığın, eğreti çalışmanın yaygınlığı biliniyor. İşgücünün %90’ı belirsiz süreli iş sözleşmesi olmadan çalışıyor. Yani yüz milyonlarca insan düzenli bir işi, düzenli bir geliri, sosyal güvencesi olmadan, eğreti işlerde çalışıyor. Ülkede kayıtlı çalışanlarda sendikalaşma oranı %2 civarında ve bunun önemli bir çoğunluğu kamu sektöründe bulunuyor. Yine rapordan sızan bilgilere göre Hindistan’da her yıl 10-12 milyon arasında genç işgücüne katılıyor, bu gençlerin sadece 5’te biri iş bulabiliyor. Her yıl on milyonlarca insan iş bulmak amacıyla yer değiştiriyor, göç ediyor. Okuma yazma oranı erkeklerde %81 iken kadınlarda %61 ile sınırlı. Buna karşılık Hindistan’daki yüzlerce üniversite ve meslek okulu her yıl yaklaşık yarım milyon öğrenciyi mezun ediyor. Ülke, aynı zamanda büyük bir genç nüfusa, çok iyi İngilizce bilen, özellikle bilgisayar yazılımlarında ve kimya araştırmalarında dünya liderliğine oynayan eğitimli, nitelikli işgücüne sahip. Bu koşullar uluslararası sermayenin ağzını sulandırıyor. Türkiye gibi işgücü maliyetlerinin zaten çok düşük olduğu ülkelerde bile sermaye örgütleri, ucuz işgücü ve geniş pazar olanaklarından yararlanmak için kendi hükümetlerine Hindistan’la ilişkileri geliştirme ve Hindistan’a da ticari ilişkileri geliştirmek için bankacılık sisteminde düzenlemeler yapma çağrısında bulunuyor.
Hindistan, ultra zenginlerin sayısında görülen artışın en hızlı olduğu ülkelerin başında geliyor. 1990’lı yılların ortasında Forbes’un en zenginler listesinde Hindistan’dan sadece 2 dolar milyarderi varken, bu sayı 2012’de 61’e, 2016’da 84’e, 2017’de 104’e yükseldi. Türkiye, Hindistan’ın ultra zenginlerini Antalya, Kapadokya gibi tatil merkezlerindeki ultra lüks otellerde günler, geceler süren ve milyon dolarların harcandığı düğünlerden biliyor. Binlerce konuğun özel uçaklarla taşındığı, dünyaca ünlü şarkıcıların ve hatta politikacıların katıldığı, eğlence adına her türlü aşırılığın yapıldığı bu düğünler, Türkiye basınında kendine geniş yer buluyor. Hindistan’da zenginler için adeta tüm dünyadan yalıtılmış cennet kentler inşa ediliyor. Zenginlerin yaşadığı bu “siteler” yüzlerce kilometrekarelik alanları kaplıyor. Atlı güvenlik ekipleriyle, köpekli bekçilerle, yüksek duvarlarla, binlerce kamerayla korunuyor. Elbette bu sitelerin geniş caddelerinde trafik, gürültü ve yoksulluğun çirkin manzaraları yok.
İşte bugünün Hindistan’ı böyle bir kapitalist çelişkiler cehennemidir. Hindistan’daki muazzam grev, ülkenin bu cehennemi yaratan tarihsel koşullarının aynı zamanda bu cehennemden çıkışın yolunu da ördüğünün kanıtıdır. Kuşkusuz kapitalizm, ülkenin toplumsal mücadeleler açısından felçleştirici bir rol oynayan tarihsel, siyasal ve kültürel arka planının etkilerini zayıflatmaya devam etmektedir. Yüzlerce yıllık parçalanmışlık, onlarca din, etnik köken, yüzlerce dil ile bölünmüşlük, kaderci-çileci dini inanışlar, kast sistemi… Hindistan işçi sınıfının birliğinin ve mücadelesinin önündeki bu engeller aşınmaktadır. Kapitalizm altında keskin sınıfsal ayrımlar geri dönüşsüz biçimde geçmişin kalıntılarını silmektedir.
Dünden bugüne Hindistan
Hindistan bağımsızlığını 1947 gibi geç bir tarihte, ancak İngiliz emperyalizmi tarafından Pakistan ve Hindistan diye ikiye parçalanma pahasına kazanmıştı. O günden sonra Bağımsız Hindistan dünyaya ayak uydurmaya, sorunlarını çözmeye, tarım ve sanayisini geliştirmeye odaklandı. Sanayide 5 yıllık kalkınma planları, tarımda “Yeşil Devrim” adı altında reform hamlelerine girişti. O günün dünyasında ve Sovyetler Birliği’nin varlığında, Bağlantısızlar Hareketi içinde yer aldı. Bu yıllar boyunca Stalinist ve Maoist hareket ve partiler iyiden iyiye güçlenirken, Batı’nın desteklediği sağcı hareketler de etkinliğini korudu. Kentlerin, eyaletlerin, ülkenin siyasal yelpazesi daha da çeşitlendi. Ancak halkın çok büyük bir kesimi için yaşam eskisi gibi yavaş akmaya devam etti.
1991’den itibaren neoliberal politikalar hızla hayata geçirildi. Bu politikaların sonuçlarının alınmaya başlandığı 2000’li yıllarla birlikte ekonomi hızla büyüdü. Uzun yıllar iktidarda kalan Kongre Partisi, neoliberal politikaların başlıca yürütücüsü oldu. Ekonomik büyümeden aldıkları pay daha fazla sömürü ve daha fazla yoksulluk olan işçiler ve yoksul kesimler, bu politikalara duydukları öfkeyi 2014’te Kongre Partisini iktidardan indirerek gösterdiler. Seçimlerin galibi Hindu milliyetçisi Narendra Modi ve BJP oldu.
Gujarat eyaletinin başbakanıyken 2014 seçimleriyle Hindistan başbakanı olan Narendra Modi, genç yaşından itibaren faşist hareketin içinde yer alıyor. Modi’nin, Avrupa’daki faşist gençlik örgütlerinin örnek alınmasıyla 1925’te kurulan ve dünyanın en kitlesel paramiliter örgütü olan RSS’ye[2] üye olduğu biliniyor. 2002 Şubatında Gujarat’ta Hindu hacıları taşıyan bir trene düzenlenen saldırı sonucu 59 kişi ölmüş, bunun üzerine Müslümanlara yönelik haftalar süren bir katliam yaşanmıştı. 2000’den fazla insan ölmüş, 150 bin kişi göç etmek zorunda kalmıştı. Bu katliam ve saldırılarla ilgili olarak yargılananlar arasında Modi de vardı. Modi, soruşturmanın ardından “temize çıktı”. Ancak partisinde görev verdiği pek çok ismin bu saldırıları organize edenler arasında bulunduğu biliniyor.
Doğrusu faşist Modi’nin kanlı geçmişi hiç de şaşırtıcı değil. Modi bugün okul kitaplarını değiştirerek Hindu milliyetçiliğini güçlendirmeye çalışıyor. Müslümanlara ve diğer etnik gruplara karşı nefreti körüklüyor. Bangladeş’ten gelen Hinduları mülteci olarak kabul ederken Müslümanları yasadışı ilan ediyor ve Rohingyalıları sınırdan içeri almıyor. Bengal’i Hindulaştırmaya çalışıyor. Batı kültürünün halkı yozlaştırdığını iddia ederek muhafazakârlığı kutsuyor. Eğitimde, politikada alt kastlar için konulan kotaları kaldırmak istiyor. Paramiliter grupları besliyor. Aydın, kadın, komünist, işçi düşmanlığı yapıyor.
Modi’nin ve BJP’nin sermaye yanlısı politikaları ve faşizan uygulamaları yoksul halkın sorunlarını daha da arttırıyor. Bundan da önemlisi hayal kırıklığını ve öfkeyi iyice açığa çıkarıyor. Hindistan’ın sosyal patlamanın eşiğinde olduğu sözleri bugünlerde sık sık dillendiriliyor.
Bu koşullarda grevin çağrısını yapan sendikaların durumu da Hindistan’ın köklü çelişkilerini yansıtıyor. Bu sendikalar arasında çoğunlukla merkezi hükümette muhalefette bulunan ancak bazı eyaletlerde iktidarda olan “komünist” partiler CPI ve CPM’nin, sosyal demokrat partilerin yönlendirdiği sendikalar var. Ancak iktidar partisi BJP’nin ve RSS’nin etkin olduğu Hindistan İşçileri Sendikasına (BMS) bağlı işçilerin anlamlı bir kısmı da bu greve destek verdiler. Öte yandan CPI’nın iktidarda olduğu Kerela eyaletinde bu partinin yönlendirdiği sendika, “turizmin kötü etkilenebileceği” gerekçesiyle bu sektördeki işçilerin greve katılımını engelledi.
Açıktır ki Hindistan’da ya da dünyanın herhangi bir ülkesinde derinleşen çelişkilerin, toplumsal sorunların kapitalizm altında çözümü yoktur. Çürüyen kapitalizm sorunları derinleştirmekte ve yeni sorunlar yaratmaktadır. Biriken çelişkiler ve sorunlar karşısında ayağa dikilmeye ve savaşmaya hazır olduğunu gösteren Hindistan işçi sınıfının, kendisine doğru temellerde yol gösterecek bir devrimci önderliğe duyduğu ihtiyaç ortadadır.
[1] Halk Meclisi: Lok Sabha, iki meclisten oluşan Hindistan Parlamentosunun alt meclisi
[2] RSS, Rashtriya Swayamsevak Sangh, Ulusal Gönüllü Örgütü
link: Ezgi Şanlı, Hindistan İşçi Sınıfının Ayak Sesleri, 7 Şubat 2019, https://en.marksist.net/node/6593
Sayılamayacak Kadar Çoğuz!
Faşizmin Din ve Aile Üzerinden Tahakkümü