Gülün Adı filmi 13. yüzyılda İtalya’da bir manastırda yaşananları konu edinen aynı isimli romandan uyarlama. Manastırda yaşanan cinayetler üzerinden Ortaçağ Avrupa’sına ışık tutuyor. Ortaçağda halk açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken, din adamları ve yöneticiler halktan aldıkları vergilerle bolluk içinde yaşıyorlardı. Bu durum kilise içinde de tartışmalara ve bazı din adamlarının bunu sorgulamasına neden oluyordu. Hıristiyanlık içinde bir tarikat olan Fransiskenler genel olarak kilisenin mallarının ve topraklarının yoksul halka dağıtılması gerektiğini savunuyorlardı. Oysa Katolik Kilisesi halkı sömürerek edindiği serveti “İsa’nın da para çantası vardı” diyerek savunuyordu. Kilise mal varlığını ve otoritesini “dinin gereği” olarak gösteriyordu.
Diğer taraftan Ortaçağda insanlığın o güne kadarki tüm bilgi birikimi kilisenin tekeli altındaydı. Sanat, tarih, bilim, felsefe alanındaki tüm birikimin yer aldığı kitaplar kütüphanelerde kilitli kapılar ardında saklanıyordu. Amaç insanların bilgiye ulaşmasını ve toplumdaki haksızlıkları sorgulanmasını önlemekti. Dönemin egemenleri için gerekli olan bilimin ilerlemesi değil, gericiliğin dibine kadar yaşanması pahasına egemenliklerini sürdürmektir. Yoksulluk içinde kıvranan halkın korkutularak sorgusuz sualsiz kiliseye itaat etmesi isteniyordu. Korku kilisenin yoksul halk üzerinde egemenliğini sürdürebilmesi için en güçlü araçlarından biriydi. Toplumdaki çürüme ve çelişkilerin, dibine kadar yaşanan sefalet koşullarının üstü insanların dini inançları kullanılarak, gözleri korkutularak kapatılıyordu. Ortaçağda tam bir gericilik dönemi yaşandı. Din, kilisenin tekelindeydi ve yaşanan tüm haksızlıkların üzerini örten bir örtü işlevi görüyordu. Din adamlarının sapkınlıkları ve pislikleri, katillerin işledikleri cinayetler, hırsızlık, tecavüz yani işlenen tüm suçlar günah çıkarma adı altında kilisenin kasasına aktarılan paralar karşılığında din adamları tarafından affediliyordu. Kilise nezdinde, işlenen tüm suçların bağışlanması için biçilen bir maddi bedel vardı. Film, tıpkı kitapta olduğu gibi, bu gerçekleri çok güzel anlatıyor. Yaşanan tüm bu gericilik koşullarına rağmen Ortaçağ karanlığı sona erdi. İnsanlık gerçek bilgiye yeniden ulaşabildi ve kilisenin insanlar üzerindeki otoritesi sarsıldı.
Bugün farklı biçimler altında da olsa yine gericiliğin hüküm sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Geçmişte egemenler kitapları saklayarak, sayfalarına zehir sürerek gerçekleri halktan gizlediler ve kitleleri korkutarak bilinçlerini esir aldılar. Bugün ise egemenler tüm ideolojik argümanları ile gerçekleri çarpıtarak toplumda yaşanan haksızlıkların üzerini örtmeye çalışıyorlar. Gerçekleri ters yüz ederek işçi ve emekçileri kandırıyorlar. Kitleleri korkutarak susturmak ve sindirmek istiyorlar. Geçmişte olduğu gibi insanların inançlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Yaşanan bu baskı ve gericilikten kurtulmamızın tek yolu işçi sınıfının egemenlerin yarattığı yalan atmosferinden sıyrılıp, yüzünü gerçeklere dönmesidir.
Geçmişten günümüze kadar emekçiler egemenlere karşı sayısız kez başkaldırdı. Kimi zaman yenildi, kimi zaman yendi. Ama hiçbir zaman mücadele etmekten ve haksızlıklar karşısında ayağa kalkmaktan vazgeçmedi. Ve bunu bilen kapitalistlerin yüreğinde işçi sınıfının ayağa kalkıp düzenlerini sarsacağı korkusu hiçbir zaman dinmedi. Bu korkuları sayısız kez gerçekleşti ve gerçekleşmeye de devam edecek. Ta ki bu düzen son bulana dek. İşçi sınıfı mutlaka gözündeki bağı atıp kendi sınıf öncülerinin öğretilerinin ışığıyla yolunu aydınlatarak bu düzeni yıkacaktır.
link: Kaynarca’dan bir işçi, Karanlığınız Sonsuza Dek Hüküm Sürmedi, Sürmeyecek, 29 Kasım 2017, https://en.marksist.net/node/6081
Aşırı Çalışma ve Borç Batağındaki İşçi Sınıfı
“Bu Toprakların Gerçek Sahipleri”