Milliyetçi, din bezirgânı, tekçi, erkek egemen bir gericiliğin iktidar eliyle azgınlaştırılıp tüm topluma boca edildiği bir dönemden geçiyoruz. Totaliter rejim, toplumu sindirmek için alabildiğine baskıcı, gerici, saldırgan bir siyasetle ve buna eşlik eden icraatlarla yol alıyor. Bu noktada, nicedir palazlandırılıp vurucu güç haline getirilen faşist çeteler de, durumdan vazife çıkaran kindarlaştırılmış şahıslar da giderek artan biçimde sahnede boy gösteriyor. İktidarı arkalarına almanın getirdiği pervasızlıkla son derece rahat hareket eden bu güçler, “bizden değil” diye gördüklerine büyük bir hınçla saldırırken, Kürt düşmanlığının, kadın düşmanlığının, ırkçılığın, yobazlığın en uç örneklerini sergiliyorlar.
HDP eski milletvekili Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yönelik insanlık dışı saldırı bunun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. Bu faşist saldırı, gerek özü, gerek biçimi açısından, aslında mevcut rejimin ve onun yarattığı toplumsal atmosferin geldiği noktayı çarpıcı bir şekilde özetliyor.
Bir diğer örnekse, Gazi Üniversitesinde görevli bir “ceza hukuku” hocasının CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’na yönelik ırkçı saldırısıdır. Bu zat, “boğma teliyle işini bitirmekten” söz edip Tanrıkulu’nu alenen hedef almış ve hedef göstermiş, buna rağmen hiçbir ceza almamıştır. Erdoğan’a yüzünü ekşitenler meslekten ihraç edilirken, bu ırkçı saldırgan, devlet üniversitesinde hukuk hocası olarak çalışmaya devam ettirilmektedir.
Sezgin Tanrıkulu’nun hedef olarak seçilmesine neden olan olay da bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Hakkâri’de dört Kürt köylünün üzerine SİHA’larla ateş açılarak birinin katledilmesi, diğerlerininse yaralanarak tutuklanması vakasını Meclis gündemine taşıyan Tanrıkulu bir anda hükümetin ve medyasının oklarını üzerine çekmiş ve siyasi linçe uğratılmıştır. Gerek söz konusu katliam gerekse bunu ifade edenlere yönelik tepkilerin dili ve dozu, 1980 ve 90’larda devlet güçlerinin Kürt sivillere yönelik infazlarını ve bunu dile getirenlerin terör yardakçılığıyla suçlanıp hedefe konmasını anımsatmaktadır.
Bu tür olaylarda sorumluların ister hükümet olsun ister onun toplumsal uzantıları, büyük bir özgüvenle hareket etmeleri, rejimin aldığı ve açtığı yol bakımından geldiği noktaya işaret ediyor. Manipülasyon ve yalan çarkları büyük bir hızla döndürülüp gerçeklerin üzeri kapkara bir perdeyle örtülürken, suçlular da güçlü pozisyonunda ortalıkta boy gösteriyor.
Kuşkusuz artan sadece Kürt düşmanlığından temellenen saldırılar değildir. Kadıköy’de “laik eğitim” standı açan kamu emekçilerine faşist bir güruh tarafından saldırılması, Ermeni Kilisesinin bahçesindeki bir vaftiz törenine “Ermenilere ölüm” diye bağırılarak taşlı saldırı düzenlenmesi, mafya şeflerinin “Rabia” işaretiyle sola tehditler yağdırması, her gün bir başka örneğine tanık olduğumuz ırkçı, gerici saldırıların son dönemlerdeki örneklerinden sadece birkaçıdır. Keza rejim güçlerinin her türlü araçla kışkırttığı kadın düşmanlığıyla zehirlenen bir toplumsal atmosferde, kıyafetini beğenmedikleri kadınlara, “sarmaş dolaş” çiftlere, içki içenlere, oruç tutmayanlara, Suriyeli mültecilere uluorta saldırma pervasızlığı gösterenlerin sayısı da katlamalı bir şekilde artmaktadır.
Ne var ki, bu tür saldırıların daha büyük çaplı, örgütlü ve talimatlı olanlarına bakıldığında Kürtleri hedef alanların bariz bir şekilde öne çıktığı görülmektedir. Bunun nedeni kuşkusuz yeni rejimin düşmanlaştırdığı baş unsurun Kürtler olması ve bölünme paranoyasının iki yıldır çok daha azgın bir biçimde pompalanarak Türk işçi ve emekçilerin gerçek sorunlara yönelik tüm algılarının bu paranoyayla felç edilmeye çalışılmasıdır. 2015 “kayıp” seçimlerinin ardından kentlerin yerle bir edilmesiyle, insanların bodrumlarda yakılmasıyla, cenazelerinin sokak ortasında bırakılmasıyla başlayan karabasan, Kürt halkının milletvekilinden belediye başkanına siyasi temsilcilerini anayasayı ayaklar altına alarak derdest edip zindana atmaya kadar ilerletilmiştir. Bu saldırganlık devlet eliyle gerçekleştirilirken ve Demirtaş ve diğer tutuklu milletvekilleri bizzat Erdoğan tarafından “terörist” olarak nitelenirken, halka pompalanan algı açıktır; “Kürt=HDP=PKK=terörist”. Durumdan vazife çıkaran faşist güruh, tam da egemenlerin istediği üzere, “terörist” olarak gösterilen Kürtlere had bildirmek için her fırsatta sokağa akabilmektedir. Tarımda ya da inşaatlarda çalışan Kürt işçilere yönelik saldırıların patlamalı bir şekilde artması bunun tipik bir göstergesidir ve bunlar çoktandır tekil örnekler olmaktan çıkmıştır.
Dirisinden öldüresiye nefret edilenin ölüsünden de nefret edilmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine yönelik saldırının ardından sarf edilen “bu toprakların tarihinde daha önce böyle bir şey olmadı” türü lakırdıların gerçek hayatta bir karşılığı bulunmamaktadır! 6-7 Eylülde tahrip edilen Ermeni ve Rum mezarlıkları, bıraktık daha geriye gitmeyi, son üç yıl içinde tahrip edilen sayısız Kürt mezarlığı, ailelerine verilmeyip kimsesizler mezarlığına gömülen Kürt cenazeleri, “FETÖ’cüleri Müslüman mezarlıklarına gömdürmeyiz, hainler mezarlığı kuracağız” diyen belediye başkanları… Nitekim iktidar perde önünde ikiyüzlü kınamalarda ve üzüntü beyanlarında bulunurken, geri plandaki tablo bambaşka bir gerçekliğe işaret etmektedir: Polis linç girişimi yaşanırken kılını kıpırdatmamış, Bakan karakolda ağırlanan saldırganları “mahallenin eşrafı” olarak niteleyip elebaşıyla gülücüklü pozlar vermiş, savcı soruşturmayı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasına muhalefet” suçundan yürütme kararı almıştır. Ayrıca her düzeydeki sözcüsüyle birlikte bu faşist saldırıyı hafifsemek için elinden geleni yapmıştır: “Üç beş kendini bilmezin işi”, “buraya Alevi gömdürmeyiz, buraya Ermeni gömdürmeyiz gibi cümleler edilmemiş”, “tasvip edilemeyecek tutum ve davranışlar”, “sataşma”, “cenazede gerginlik” … Bunlar İçişleri Bakanının, Diyanet’in, Ankara Valisinin, Hürriyet’in bu vahim olaya dair değerlendirmelerinden birkaç örnektir sadece. BBP yöneticilerinden, MHP ve AKP tabanından çok sayıda kişi ise bu saldırıya hak veren açıklamalarda bulunmuş, hatta bununla yetinmeyip daha da ileri gidilmesi çağrısı yapmıştır.
Şimdiye dek işin içinde devlet güçlerinin parmağının olduğu tüm vakalarda hükümeti aklamak ve dahası mağdur göstermek için hedef saptırıcı yazılarıyla ön almaya çalışan ve bu vakada da aynı misyonla hareket eden Nagehan Alçı, tüm çarpıtma çabaları arasında bir doğruya da işaret etmektedir: “Bu tür faşist provokasyonların kendiliğinden geliştiği örnek neredeyse yoktur. Bunlar muhakkak ‘bir yerlerde örgütlenmiştir’.”
Evet, bu ülkede görüntüde “sivil” unsurlar (“halk”, “vatandaş”, “eşraf”, “milliyetçi hassasiyetleri yüksek gençler”…) tarafından gerçekleştirilmiş görünen hiçbir faşist katliam devlet birimlerinden yeşil ışık alınmadan, hatta daha da ötesi onlar tarafından organize edilmeden hayata geçirilmemiştir. 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas, Kanlı Pazar, 16 Mart ve irili ufaklı daha nicesi bunun örneğidir. Bu tür provokatif saldırılarla bir yandan çeşitli türden muhalefet odaklarının, cemaatlerin, etnik ve dinsel grupların tepkisi test edilirken, öte yandan ortamı kaotik hale getirerek bunun muhalefete yönelik yeni saldırı dalgalarının, yeni OHAL kararlarının, hatta sıkıyönetim ilanlarının bahanesi kılındığını geçmişteki pek çok örnekten biliyoruz. 12 Eylül’e giden süreçte 1977 1 Mayıs katliamından Kemal Türkler’in katledilmesine kadar onlarca vakada egemenler bir taraftan işçileri korkutup sınıf hareketini sindirmeye çalışırlarken bir taraftan da onun örgütlü güçlerinin cüssesini, savaşımı nereye kadar ilerletebileceklerini test etmişlerdi. Keza bugünlere gelirsek, 2015 seçimleri öncesinde gerçekleştirilen katliamlarda da (Diyarbakır, Suruç, 10 Ekim başta olmak üzere) Kürt hareketi ve sol hareket aynı teste tâbi tutulmuş, beri yandan bu saldırılar bir pasifikasyon aracı olarak kullanılmış, milliyetçilikse alabildiğine körüklenmişti.
Tarihteki tüm faşist rejimlerin iktidarlarını baki kılmak ve hedeflerine varmak amacıyla ırkçı, dinci bir propagandayla kitlelerin zihinlerini esir aldıklarını, onları insanlık dışı emellerine alet ettiklerini ve muhalefeti de bu sayede ezdiklerini biliyoruz. Bugün yaşadıklarımız da farklı değildir. Medyanın ve akademinin neredeyse tamamen rejimin sultası altına girmesiyle birlikte yalan propagandanın etki gücü alabildiğine artmıştır. Türkçü-İslamcı temellere dayanan faşist ideolojinin ölümcül gazları toplumsal atmosferi zehirlerken, bunu bünyesinin derinlerine çeken paramiliter güçler iktidarın baskı ve sindirme aracı olarak sokağa salınmaktadır.
Faşizmin oyununu bozmanın tek yolu, milliyetçi, ırkçı, demagojik yalan çarkını kitleler nezdinde kırabilmekten geçiyor. İşçi sınıfına, emekçilere, düşmanlarının Kürtler, göçmenler olmadığının; ekonomik krizin, savaşın, yoksulluğun, aşağılanmanın gerçek sebebinin kapitalist sömürü sistemi ve onun egemenleri olduğunun, düşmanı dışarıda değil içeride aramak ve bulmak için başını yukarı kaldırmak gerektiğinin kavratılabilmesi gerekiyor. Tüm bunlarsa kuşkusuz işçi sınıfının içinde yoğun ter akıtarak çalışmayı, sabrını ve inancını yitirmeden mücadele etmeyi gerektiriyor.
link: Marksist Tutum, Sokaktan Faşist Yansımalar, 1 Ekim 2017, https://en.marksist.net/node/5918
Tutuklu HDP’li Vekiller İçin Edirne Cezaevi Önünde Açıklama
Çözümsüzlüğün Adı: “MEB”