İşçi sınıfının mücadele tarihi zaferler kadar yenilgilerle de doludur. Hatta bu tarihin daha ziyade bir yenilgiler tarihi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun nihai zafere kadar böyle olacağını Marx çok erken bir dönemde ortaya koymuştu. 18 Brumaire’in o olağanüstü satırlarında şöyle diyordu Marx:
“Burjuva devrimleri, örneğin on sekizinci yüzyılda yapılmış olanları, daha hızlı bir şekilde başarıdan başarıya koşar; bunların dramatik etkileri birbirleriyle yarışır; insanlar ve şeyler, pırlantalarla donatılmış gibi görünür; gündelik ruh hali, kendinden geçmişliktir; ama bu devrimler kısa ömürlüdür, tepe noktalarına hızla ulaşırlar ve toplum, devrimin zorlama ve saldırı döneminin sonuçlarını salim kafayla içselleştirmeyi öğrenene kadar, uzun bir akşamdan kalmalık dönemi yaşar. Buna karşılık, proletarya devrimleri, örneğin on dokuzuncu yüzyıldaki proletarya devrimleri, sürekli olarak kendilerini eleştirir; sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar; onu yeniden başlatmak üzere, görünürde tamamlanmış olana geri dönerler; ilk girişimlerinin her türden eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla ve zavallılıklarıyla acımasız bir titizlikle alay ederler; düşmanlarını, yalnızca, topraktan yeni güçler kazanabilmesi ve kendi karşılarına çok daha devleşmiş biçimde dikilebilmesi için yere sermiş görünürler; sürekli olarak, kendi öz amaçlarının belirsiz devasalığı karşısında yeniden korkuya kapılarak geri çekilirler; her türden geri dönüşü olanaksız kılacak durumun yaratılmasına ve koşulların kendilerinin şu şekilde bağırmasına kadar: Hic Rhodus, hic salta!”
Büyük altüst oluşların yaşandığı tarihin önemli dönemeç noktalarındaki tayin edici mücadelelerde, nihai sonuca kadar yenilgi ve zaferlerin birbirini takip ettiği, iç içe olduğu görülür. Birinci Dünya Savaşının bitiminde Avrupa çapında yaşanan devrimci çalkantı belki de bu durumun en görkemli örneğiydi. Bu büyük devrimci kriz başarılı ve başarısız işçi devrimlerine de yol açmıştır, kapitalist gericilik ve barbarlığın ileri bir tezahürü olarak faşizme de. Bir uçta görkemli Ekim Devrimi varken, diğer uçta, önce İtalya’da sonra Almanya’da ortaya çıkan faşizm vardır. Yenilgiye uğrayan devrim süreçlerinin içinde de işçi sınıfı önemli mücadeleler vermiş, yer yer zaferler kazanmıştır. Bu süreçteki tek tek her bir ülke için özel olarak ele alınması gereken karmaşık yönler olsa da, genel olarak şunu söylemek mümkündür ki, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün yetersizliği, hataları, yanlış politik yönelişe sahip olması gibi durumlar, sayısı çok olan yenilgilerin asıl büyük nedeni olmuştur. Faşizmin İtalya ve Almanya’daki zaferlerinde ve daha sonra İtalya’daki yıkılışının işçi iktidarı ile sonuçlanmamasında bunun net örneklerini görürüz. İşçi sınıfı faşizmin bu iki klasik ülkesinde de totaliter diktatörlüklerin kurulmasını önleme ve kurulduktan sonra da, en azından İtalya’da, sonunu işçi iktidarıyla getirme yeteneğine sahipti.
Faşizmin iktidara gelmesi işçi sınıfı açısından hiç kuşkusuz büyük ve önemli bir yenilgidir. Ancak yenilgilerden karamsarlığa ve ümitsizliğe kapılanların yarattığı havanın aksine, işçi sınıfının mücadelesi son bulmamakta, tüm olumsuzluklara rağmen eninde sonunda yeniden sahneye çıkmaktadır. İşçi sınıfı, belli düzeyde örgütlülüğünün ve/veya mücadele geleneklerinin olduğu hiçbir yerde faşizme karşı mücadeleden geri durmamıştır. İtalya’da işçi sınıfı yenilgiye uğrayıp faşizm belasını yaşamakla birlikte, sonrasında tekrar ayağa kalkmış ve anti-faşist mücadelenin asıl gücünü teşkil ederek faşizmi yıkmış, ama bu önemli zaferin içinde de bir yenilgi yaşamış ve iktidarı fiilen kendi eline almışken bunu kaybetmiştir. Bu süreç hem önemli bir ilham kaynağı hem de ibretlik derslerle dolu bir devrimci deneyim oluşturmaktadır.
İtalya’da faşizm öncesi işçi hareketi ve sosyalist hareket
İtalya’da modern sanayi asıl olarak ülkenin kuzeyinde ve 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başlarında gelişti. Bugün ismi bilinen Fiat, Pirelli, Maserati, Olivetti, Barilla gibi birçok büyük sanayi firmasının başlangıçları o dönemlere uzanır. Daha öncesi de olmakla birlikte, asıl olarak 1890’lardan itibaren çeyrek yüzyıl boyunca İtalya’da modern işçi sınıfı hem bir yandan gerçek anlamda oluşmakta hem de değişik biçim ve yoğunlukta mücadeleler vermekteydi. Büyük tarım krizlerinin ve açlık tehlikesinin yaşandığı daha geri güney bölgelerindeki mücadeleler ve bu bölgelerden tarım işçisi olarak kuzeye göç etmek zorunda kalanların mücadeleleri de dâhil olmak üzere geniş bir zemine yayılan çeşitli mücadeleler ve örgütlenmeler söz konusuydu: Tarımda grevler, toprak işgalleri, yerel düzeyde genel grevler, ayaklanmalar, kralın öldürülmesi de dâhil olmak üzere devlet ileri gelenlerine yönelik suikastlar, birçok bölgede kurulan Camera del Lavoro (İşçi Odası) gibi özgün örgütlenmeler, İşçi Birlikleri (Fascio Operaio) sendikalar, parlamenter mücadele, hemen her yıl yapılan kitlesel 1 Mayıs gösterileri vb. Çoğunlukla İşçi Odaları üzerinden örgütlenen yerel genel grevler önemli bir mücadele yolu haline gelmişti. Örneğin 1900’de Cenova valisinin İşçi Odasını kapatması üzerine işçiler bölgede genel greve gitmiş ve sonunda başbakan valinin kararını kaldırtmak zorunda kalmıştı.
Genç İtalyan işçi sınıfı da başından itibaren sosyal reformculardan anarşistlere kadar uzanan çeşitli renkten devrimci ve reformcuların ilgi ve çalışma alanı olmuş, böylece genel olarak sol eğilimlerin etkisinin nispeten güçlü olduğu bir işçi sınıfı geleneği gitgide şekillenmiştir. İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) 1892’de kurulmuş ve kısa sürede geniş sayılabilecek bir kitlesel etki kazanmıştı. Parti yukarıda kısaca anlatılan mücadele ve örgütlenmelerin deneyimlerini bir anlamda bünyesine katıyordu. İkinci Enternasyonal’in bir bileşeni olan PSI, Alman Sosyal Demokrat Partisinin Erfurt Programı örnek alınarak hazırlanan bir programa sahipti.
PSI, içinde farklı renklerden devrimci ve reformcu unsurları bir arada barındıran ve geçen yıllarla birlikte bu unsurlar arasında iç gerilimlere artan ölçüde sahne olan bir partiydi. En büyük sendika konfederasyonu CGL, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, parti ile bağlantılı idi. Almanya’ya nazaran farklı bir nokta, PSI’nin Alman Sosyal Demokrat Partisinde olduğu kadar güçlü bir bürokratik aygıtının olmayışıydı. Bunun altında yatan derin toplumsal-tarihsel nedenler aslında İtalyan faşizminin Alman faşizmi kadar güçlü ve monolitik olamayışının da altında yatan nedenlerdir.
İtalya’nın diğer Avrupa ülkelerinin siyasal yaşamı ile karşılaştırıldığında özgün denebilecek bir başka yanı olan anarşizm öğesini ve bunun diğer eğilimlerle düşmanca olmaktan ziyade yan yana olan konumunu, hatta tüm sol eğilimlerin belli bir yan yana yaşama kültürü geliştirdiklerini vurgulamak gerekir. Bu sayılan hususları ortaya koyan bir kesiti aktarmak aydınlatıcı olabilir:
“7 Haziran 1914’te Ancona’da Nenni ve anarşist önder Malatesta’nın düzenlediği anti-militarist, anti-nasyonalist ve anti-kapitalist gösteride polisin açtığı ateş sonucu üç kişi öldü. PSI’nin ilan ettiği genel grevle «Kızıl Hafta» başlamış oldu. Patlama noktasına gelmiş olan kitleler zaten böyle bir kıvılcım bekliyordu. İsyancılar Ancona’yı on gün ellerinde tuttular. Bütün büyük şehirlerde barikatlar kuruldu. Emilia ve Marches’de devlet otoritesi neredeyse tamamen çöktü. Yerel liderler proletarya diktatörlüğü ilan etmişlerdi, kızıl bayraklar asılmış, kiliselere saldırılmış, tren yolları sökülmüş, villalar yağmalanmış, vergiler kaldırılmış, fiyatlar indirilmişti. Grevin boyutları ve yoğunluğu görülmemiş ölçüdeydi. Merkezi bir liderlik yoktu, sosyalistler, anarşistler, sendikalistler, cumhuriyetçiler hepsi ortadaydı. PSI yönetimi ilk çağrıdan sonra felç olmuştu. (…) CGL grevin şiddetinden ürkmüş ve 11 Haziran’da greve son verme çağrısı yapmıştı. Giolitti’den daha kararlı bir politika gereğine inanan Salandra ve Kral grevcilerin üzerine 100 bin kişilik bir ordu gönderdi.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.3, s. 748-9)
Bu mücadele kesitinin de örtük olarak işaret ettiği üzere İtalya’da çeşitliliği içinde sosyalist hareket Birinci Dünya Savaşının başlangıcında diğer Avrupa sosyalist partileri gibi şovenist bir tutuma kaymadı. PSI, İkinci Enternasyonal’in savaş konusunda almış olduğu ve sonra neredeyse tüm ulusal partilerin ihanet ettiği kararlara genel hatlarıyla uydu. Savaşa karşı etkin bir mücadeleye girmediyse de, savaşa destek vermedi, bu yöndeki zorlamaya karşı durdu. Elbette parti içinde farklı eğilimler vardı ve nitekim sonunda bu çelişkiler bölünmeye ve Komünist Partinin kuruluşuna yol açacaktı. Aslında PSI’nin savaş konusunda diğer Avrupa partilerinden farklı olan tutumunu anlamak için İtalya’da daha dünya savaşı başlamadan önce savaş karşıtı işçi-köylü mücadeleleri olduğunu hatırlatmak gerekir. İçerideki sıkıntıları yatıştırmak için 1911’de emperyalist bir maceraya atılarak Libya’yı işgale kalkan İtalyan burjuvazisinin girişimi zaten huzursuz olan işçi ve köylülerin savaşa karşı ayaklanmalarına yol açmıştı. Bu mücadelelerden de çarpıcı bir kesit aktaralım. Bir zamanlar ateşli bir sosyalist ve savaş karşıtı olan Mussolini’nin bu dönemde Forli’de örgütlediği genel grev sırasında yapılan eylemlerde, cepheye asker taşıyan trenlerin önüne yatıldı, raylar söküldü, şehirde barikatlar kuruldu. Bu eylemlerin Osmanlı basınında (o dönem Libya [Trablusgarp] Osmanlı toprağıydı) övgüyle ve minnettarlıkla selamlandığını belirtelim.
Yine de PSI’nin son tahlilde diğer İkinci Enternasyonal partileri gibi mücadelenin parlamenter ayağına gitgide daha fazla gömülen bir seyir izlediğini kaydetmek gerekiyor. Daha doğru bir ifadeyle, parti içinde her ne kadar güçlü bir devrimci eğilim varsa da, baskın olan eğilim parlamentarist reformist eğilimdi. 1913’te yapılan seçimlerde 300 milletvekilinden 52’si sosyalistti. 1914’teki yerel seçimlerde PSI dört bölge ve Bologna, Milano, Piombino dâhil 300 belediye kazanmıştı.
Savaşın sonu ve devrimci kriz
İtalya da Almanya gibi, Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru başlayan büyük bir devrimci bunalımın içindeydi. Savaşın sonlarına doğru, 1917’de, ilk kitle protestoları İtalya’nın kuzeyinde patlak verdi. Gösteriler 1 Mayıs kutlaması ile başlamıştı ve Rusya’da nasıl Şubat Devrimi 8 Mart gösterileri vesilesiyle ve kadınların öne çıkmalarıyla başlamışsa, burada da 1 Mayıs’ta, savaşın acılarını en ağır biçimde yaşayan emekçi kadınlar ön saflara çıkmışlardı. Milano’da patlak veren bu çıkışa bazı fabrikalarda grevler de eşlik ediyordu. Torino’daki gösterilerde öne çıkan slogan “Savaşa genel grevle son verelim!” idi.
“21 Ağustos sabahı Torino’da un yetersizliğinden 80 fırın açılamadı. Sokaklar protestocu kadın ve çocuklarla doldu. Fabrikalarda savaş aleyhtarı gösteriler patlak verdi. İşçi semtlerinde barikatlar kuruldu. İşçilerle polisin çatışması, işçi-asker çatışmasına dönüştü. Başta tamamen kendiliğinden başlayan ayaklanmayı örgütlemek üzere parti militanları, anarşistler, sendikalistler harekete geçtiler. Ayın 23’ünde her eğilimden sendika lideri ve sosyalistler toplandılarsa da, kimse ne yapacağını bilmiyordu, işçilerin cesaretini takdir ederek gereksiz şiddetten kaçınmalarını öğütlediler. 24 Ağustos’ta işçiler şehir merkezini ele geçirmişlerdi. 26 Ağustos’ta sosyalist milletvekilleri, işçilerin işleri başına dönmelerini istediler. Tanklar ve makineli tüfeklerle çevrilen işçilerden en az 50’si öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. 800 sosyalist ve anarşist tutuklandı, 200 kişi cepheye yollandı.” (STMA, c.3, s.752)
1917’de başlayan bu mücadeleler, 1921 yılına kadar süren ve genel çizgisi itibariyle yükselen bir isyan sürecini ifade ediyordu. Rusya’dan gelen devrim haberlerinin katkısıyla coşkun bir hava oluşmuştu. Bu atmosfer içinde PSI içinde farklı bölgelerde bağımsız biçimde radikal eğilimler fışkırmaya ve örgütlenmeye başladılar, ki bu da 1921’de Komünist Partinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı. Yükselen sınıf mücadelesini gösteren bir veri olarak sadece 1919 yılında kayıtlara geçmiş 1871 grev yapıldığını belirtelim. Bu grevler sadece sanayide değil tarım alanında da gerçekleşiyordu. Bu süreçte öncü bir rol oynayan metal işçileri 8 saatlik iş gününü kazanmışlardı. Öte yandan yiyecek sıkıntısı nedeniyle işçi ve köylü kitleler zaman zaman dükkânları basıyorlardı.
Geleceğin Komünist Partisini de içinden çıkaracak olan PSI’nin üye sayısı 1919 yılında 50 binden 200 bine çıkmıştı. Ona bağlı ana sendika konfederasyonu olan CGL’nin üye sayısı ise 1918 ile 1920 yılları arasında 250 binden 2 milyona yükselmişti.
Torino’da Gramsci’nin başını çektiği Ordine Nuovo hareketi Rusya’daki işçi sovyetleri hareketine benzer bir hareketin İtalya’da fabrika konseyleri biçiminde gerçekleşebileceğini ileri sürerek bu fikri hayata geçirmeye çalıştı. Bu çaba yükselen kitle mücadeleleri atmosferinde kısa sürede meyvelerini vermeye başladı ve sendika bürokrasisinin muhalefeti ve engellemelerine rağmen 1920 Nisanına kadar 150 bin işçi fabrika konseylerinde örgütlendi.
Devrimci krizin olgunlaşmasıyla fabrika konseylerinin öncülüğünde fabrika işgalleri başladı. Kısa sürede bir dalga halinde yaygınlaşacak bu furya 1920 Martında Torino’da Fiat fabrikalarında başladı. 1920 yazına gelindiğinde işçiler kuzey İtalya’daki fabrikaların birçoğunu işgal etmiş durumdaydılar. Ancak sendika liderliği hareketi boykot etmekteydi. Bu durum Sosyalist Partide zaten yaşanmakta olan kaynamayı daha da olgunlaştırdı ve nihayetinde Komünist Partinin kuruluşuna giden kriz olgunlaştı. O günlerde işçi ve köylü kitlelerin önderliklerini aşarak eyleme geçtikleri olgusunu ve eylemlerin boyutlarını Fransız tarihçi Henri Michel de tespit etmekten geri duramıyor: “Bolşevik Devrimin büyülediği işçi ve köylü kitleleri, siyasal ve sendikal liderlerini aşarak doğrudan eyleme geçtiler. Köylüler, sahipleri kentte ikamet eden latifundiaları ele geçiriyor, işletme ve tüketim kooperatifleri kuruyorlardı; işçiler fabrikaları işgal ediyor ve kendilerinin yönettiklerini savunuyorlardı: (…) ayaklanmalar yalnızca kanlı olmakla kalmamakta ama aynı zamanda sonu gelmeyen grevler, işe devamsızlık, üretim sisteminin bozulması nedeniyle İtalya yavaş yavaş yaygın bir anarşinin içine batmaktadır.” (Henri Michel, Faşizmler, İletişim Yay., s.28)
Fabrika konseyleri hareketine ilham vermiş ve örgütlenmesine öncülük etmiş Gramsci de, bu hareketin merkezi bir siyasal önderlikle sağlamlaştırılmasına ve nihayetinde işçi iktidarının kurulmasına yönlendirilmesine yeterli aciliyet ve önemi vermemişti. Bu hata ya da eksikliğin bir başka yönden ifadesi, hareketi boykot eden sendika konfederasyonunun bağlı olduğu Sosyalist Partiden ayrılmakta gecikilmiş olmasıdır. Yaşananların hakkını veren tüm tarihsel değerlendirmeler bu eksiklik ve zaaflar olmasaydı İtalya’da işçi ve köylülerin iktidarı ellerine almalarının Rusya’daki gibi mümkün olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Lenin ve Komünist Enternasyonal de o günlerde Almanya’nın yanı sıra en çok İtalya’da bu yönde bir gelişmeyi ümit ediyordu. Güçlü bir merkezi politik önderlikten yoksun kalan hareket sonunda kaçınılmaz olarak dağınıklık içinde sönümlendi. İşçi ve köylülerin örgütleri henüz ezilmemiş olsalar da, hareketin başarısızlık ve gerileme içinde sönümlenmesi karşı saldırıyı davet ettiği gibi, onun karşısında güçsüz kalmayı da beraberinde getiryordu.
Faşist hareketin yükselişi işte bu yenilgi koşullarında başladı. Diğer ülkelerde olduğu gibi kriz aynı anda hem devrimci eğilimler hem de karşı-devrimci eğilimler doğuruyordu. Ancak faşizmin yükseldiği döneme geçmeden önce vurgulamak gerekiyor ki, işçi sınıfı faşizmin karanlığına, her ne olursa olsun geride büyük bir mücadele tarihi ve geleneği bırakarak girmiş oldu. Siyasal mücadelede ülkelerin tarihlerinden gelen özgüllüklerinin, siyasal geleneklerinin çok önemli olduğunu daima vurguluyoruz. Bunlar karanlık dönemlerin olgu ve eğilimlerinden daha uzun soluklu etmenler oluştururlar. Faşizmin karanlığı altında yapılabilecekler doğal olarak sınırlıydı, ancak, aşağıda değineceğimiz gibi, faşist rejim dengesini yitirmeye başladığında işçi sınıfı gerideki mücadelelerin ve geleneğin ruhuyla buluşmakta zorluk çekmedi ve destansı bir direniş sergiledi.
Faşizm
Savaş sonrası devrimci çalkantı ve bu zemindeki yükseliş 1921’e gelindiğinde artık durulmuştu. Bu sadece İtalya’ya özgü bir durum değildi, tüm Avrupa’da genel bir durulma vardı. Nitekim Komünist Enternasyonal de 1921’deki üçüncü kongresinde bu durumu tespit ederek buna uygun yeni bir taktik olarak birleşik işçi cephesi taktiğini formüle etti. Kapitalist düzen devrimci kalkışmayı şimdilik savuşturmayı başarmıştı. Bu evre İtalya’da karşı-devrimin yükselişe geçtiği bir evre olacaktı. Savaşın bitiminde, aynı Almanya’da olduğu gibi, terhis edilmiş askerlerin bir bölümü, bir yandan savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ezikliği ve öfkesi içindeydi. Bu gerici öfke eski sosyalist Mussolini’nin liderliğinde militarist ve emperyalist bir söylemle kanalize edilip örgütlenmeye başladı. İtalya’da bir yanda işçi-köylü kitlelerin devrimci öz taşıyan hareketliliği yaşanırken, bir yanda da bundan korkuya kapılan kapitalistler ve toprak sahipleri de devlet aygıtının burjuva demokrasisi çerçevesinde hareketi bastırmada yetersiz kaldığını görerek, gitgide bu yeni şekillenen faşist çeteleri desteklemeye ve kullanmaya başladılar. Devrimci hareket gelişirken faşist hareket de palazlanıyordu. Mussolini savaşta yenilgiye uğramış İtalya’nın halkına, İtalya’yı eski görkemli günlerine dönmeyi, ona onur ve saygınlığını yeniden kazandırmayı vaat ediyordu. Emekçi halkı aldatmak için elbette anti-kapitalist bir söylem de kullanıyordu. Sosyalist bir geçmişi olan Mussolini için bu pek zor olmuyordu.
Ta 1919’dan beri kitle hareketine saldıran faşist çetelere karşı işçi ve köylüler de savunma örgütlenmelerine gitmişlerdi. Kitle hareketi faşist saldırıların da belli bir rol oynadığı bir süreç içinde sönümlendiğinde, bu tür örgütlenmeler tümüyle ortadan kalkmış değildi çünkü faşist saldırılar sürüyordu. Ancak hareketin genel olarak sönümlenmesiyle, faşist hareket için artık çok daha elverişli bir dönem açılmış oluyordu. Bir yandan becerikli bir demagog olan Mussolini’nin girişkenliği, bir yandan patronların hızla artan desteğiyle faşist hareket daha da özgüven kazanıyordu. Başlangıçta faşist hareket daha ziyade taşra ve kırda etkili olmuştu. Ancak İtalya’da düzenin sorunları bir çözüme kavuşmaktan uzakta olduğu için egemenlerin hızla artan bir kesimi mevcut burjuva partiler ve kombinasyonlardan farklı seçenek olarak Mussolini’nin önünün açılması gerektiği kanısına varıyordu. Elbette Mussolini boş durmamış, meşhur Roma Yürüyüşü’nü örgütlemişti. Kuzey ve orta İtalya’dan binlerce faşist militanla Roma’ya bir gözdağı yürüyüşüydü bu. Yol üstündeki çeşitli kent ve kasabalar saldırıya uğruyor, yürüyüşe yeni katılımlar sağlanıyordu. Bu yürüyüş Mussolini’ye olağanüstü bir güç kazandırdı. Sonunda Kral hükümeti kurma görevini faşist parti lideri olarak Mussolini’ye verdi. O sırada parlamentoda fazla vekili olmayan Mussolini, aldığı oy ne olursa olsun birinci partiye mecliste 3’te 2 çoğunluk veren bir seçim yasası değişikliği yaptı. Bu yasa değişikliğinin yanı sıra asıl olarak, bir yıl kadar sonra (24 Ocak 1924) yapılacak seçimlere büyük bir baskı, sindirme, tehdit sürecinin ardından gidildi ve faşist parti yüzde 65 oy aldı. Bu arada dünyada olduğu gibi İtalya’da da kısmi bir ekonomik düzelme yaşandığı için, baskı ve sindirmeye ek olarak kitlelerde faşistlerin bunalımı çözebileceği yanılsaması da oluşmaya başlamıştı.
1922-26 yılları arası faşist iktidarın ilk dönemi olarak adlandırılabilir. Bu, Mussolini’nin henüz devleti tümüyle dönüştüremediği, kurumsallaşmasını tam anlamıyla oturtamadığı bir dönemdi. Diğer partiler hâlâ yasal faaliyetlerini sürdürüyorlar, parlamentoda yer alıyorlardı. 1921’de kurulmuş olan Komünist Parti yarı legal bir konumdaydı. Bu dönem yeni rejim açısından sallantılı ve kesin sonucun belli olmadığı bir dönemdi. Ancak 1925’te Mussolini bu duruma son verecek olan kapsamlı saldırıyı başlattı ve nihayetinde faşist iktidarın tam anlamıyla kurulduğu 1926’ya kadar bu kampanya sürdü. Başta “tedhişçilik” ile suçlanan örgütler olmak üzere (özellikle Komünist Parti) muhalif partilerin dernekleri dağıtıldı. Basına çok katı sansür getirildi, faşist sendikalar dışındaki tüm sendikalar yasaklandı. Böylece, “İtalya’da Güney’in büyük toprak sahipleri, Kuzey’in sanayicileri, büyük din adamları, ordu ve memur kesimleri kendilerini proletarya devriminden kurtaracaklarına inandıkları Mussolini’ye politik iktidarı armağan ettiler.” (Wolfgang Abendroth, Avrupa İşçi Hareketleri Tarihi, s.90)
1943 yılında Mussolini’nin devrilmesine kadar süren faşist karanlık böylece İtalya’yı yaklaşık 20 yıl boyunca pençesinde kıvrandırdı. Faşist iktidar kabaca 1930’ların ikinci yarısına kadar belli bir istikrar sağlamayı başarmıştır. Bu dönemde koyu bir totaliter diktatörlük kurulmuş, tüm muhalefet ezilmiş, monolitik bir tek parti devleti kurulmuştur. Toplumsal alanın hemen her yönüne uzanan örgütlenmelerle tüm toplum faşistleştirilmeye çalışılmıştır. Korporasyonlar kurularak işçiler yeni düzene bağlanmaya çalışılmış, her türlü işçi muhalefeti ve talebi bu kanallarda boğulmuştur.
Ancak her şeye rağmen işçi sınıfının ve kır proletaryasının faşizm öncesi yükseliş hareketinde yer almış kesimleri ve ilerici sol küçük-burjuva aydın çevreler de faşizme düşmanlıklarından vazgeçmemişlerdir. Komünist Parti yeraltı örgütlenmesine geçmiş olduğu ve parti merkezi yurtdışına taşınmış olduğundan anti-faşist hareket içinde en örgütlü unsur olarak varlığını sürdürmüştür. Bu nokta son derece önemlidir, çünkü örneğin Almanya’da parti ve liderliği büyük oranda fiziksel anlamda imha edilmişti. İtalya’da faşizm Almanya’daki kadar büyük ve güçlü bir toplumsal temele sahip olamadığı gibi, KP, hiç şüphesiz önemli kayıplara rağmen, varlığını koruyabilmeyi başarmıştır. Dahası, etkinliğini yitirmiş anarşist harekete ve tüm bu süreçlerde büyük oranda pasif kalmış olan PSI’ye yakınlık duyan işçi-köylü kesimler de faşizme karşı en kararlı direniş odağı olarak görünen KP’nin etkisine çok daha açık hale gelmişlerdi. Şunu da eklemek gerekir ki, “İtalya’da işçi hareketi içinde çok farklı toplumsal yapılara sahip ve birbirine düşman partiler arasında önüne geçilemeyen bir kutuplaşma yoktu. 1920’li yılların başında «kızıl» hareket, hâlâ birbiriyle örtüşen eğilimlerin ve grupların ortak mecrasıydı.” (Eric Hobsbawm, Devrimciler, s.44)
Komünist Partinin liderliği yurtdışına giderek Paris’te bir merkez oluşturmuşsa da, içerideki parti örgütlülüğü çok ciddi darbeler almış, birçok yörede partiye bağlı unsurlar merkezle irtibatsız kalmışlardı. Başarılabildiği ölçüde yeniden kurulan hücreler genellikle kısa sürede faşist polis ve casusluk aygıtı tarafından açığa çıkarılıyor, komünist militanlar hapse tıkılıyor ya da iç sürgüne gönderiliyordu. Faaliyetin sürekliliği yoktu. Ancak partiye gönül bağlılığı olan çok sayıda insan ve çevre varlığını sürdürüyordu. Bunlar kendi inisiyatifleriyle bulundukları bölgelerde direniş yolları geliştirmeye çalışıyorlardı. Böylece mücadele ruhu, yabana atılmayacak bir kesimde yaşamaya devam ediyordu. Bunu çarpıcı biçimde somutlayan bir anekdot aktarmak yerinde olur: Partiye gönülden bağlı olan bireyler ve gruplar, parti ile bağların kopuk olduğu uzun yıllar boyunca onca zorlu şartlar altında biriktirdikleri aidat borçlarını faşizm sona erdiğinde partiye teslim etmişlerdir. İsyankâr geleneklerin çok güçlü olduğu ve imkânların da olabildiği bazı yerellerde her yıl sektirmeden sembolik 1 Mayıs kutlamaları yapılabilmiştir.
1936’da başlayan İspanya iç savaşının da bu ruha önemli bir katkısı olduğunu eklemek gerekiyor. İspanyol faşizmine karşı savaşta Enternasyonal Kızıl Tugayların en kalabalık müfrezesini İtalyanlar oluşturuyordu. İtalya’daki ağır baskı şartlarında fazla hareket olanağı kalmayan binlerce anti-faşist, Mussolini’nin desteklediği müttefiki Franco’ya karşı verilen anti-faşist savaşta yer almaya koşmuştu. Oradaki mücadelede yer alan binlerce militan, hem daha sonra İtalya’daki partizan savaşında büyük rol oynayacak önemli bir askeri deneyim elde etmiş, hem de faşizme karşı mücadele azimlerini bilemişlerdi.
Mussolini’nin yayılmacı amaçlar doğrultusunda önce Habeşistan’a (bugünkü Etiyopya) açtığı savaş ardından Almanya’nın yanında İkinci Dünya Savaşına girmesi, yavaş yavaş ülke içinde tansiyonun yükselmesine, hoşnutsuzluğun yaygınlaşmasına yol açtı. Faşizmin on yıl boyunca sağladığı göreli istikrar bozuluyordu. Savaş kampanyası enflasyon yoluyla finanse edildiğinden reel ücretlerde 1933’ten 1944’e kadar yüzde 70 düşüş yaşandı, 1933’te yiyecek harcamaları ücretin yüzde 25’ini oluştururken, 1943’te bu yüzde 75’te çıkmıştı. Buğday üretimi düştü, karaborsa büyük boyutlara ulaştı. Öte yandan 1942’nin yazından sonra sanayi kentlerinin bombalanmasıyla üretim ve nakil hatlarında kopmalar, nüfusun kıra tahliyesi, evsizlik, karne uygulaması, artan iş saatleri ve ağır fabrika disiplini gibi sorunlar da bu tabloya eklendi.
Direniş, devrim, ihanet
İtalya’da faşist iktidarın düşüş süreci esas olarak 1943’te başladı. Bu süreçte kritik dönüm noktası 25 Temmuzda Büyük Faşist Konseyin Mussolini’ye güvensizlik oyu vererek onu görevden alması olmuştur. Bu karara uymak istemeyen Mussolini Kral’a gidip destek almaya çalıştıysa da karşılık bulamamış, hatta tutuklanmıştır. Böylece Mussolini’siz bir faşist iktidar süreci başlamıştır. Bundan bir ay kadar sonra (3 Eylül 1943) İtalya müttefik güçlerle savaşa son veren anlaşmayı imzalamıştır. Çoğu burjuva liberal tarihçi ve onların beslediği popüler resmi tarih anlatıları Mussolini’nin Faşist Konsey tarafından devrilmesinin temel sebebini gözden saklamaya çalışır. Bu sebep mülk sahibi sınıfların devrim korkusudur.
Mussolini’nin Faşist Konsey tarafından alaşağı edilmesine giden yolu kim hazırlamıştı? Burada temel faktör İtalyan işçi sınıfının mücadelesiydi. Savaşın getirdiği yıkım ve huzursuzluk işçi sınıfını tüm baskıya rağmen eyleme sevk etmiş ve 5 Mart 1943’te (yani Temmuzdan aylar önce) Fiat fabrikalarından başlayan Torino grevi patlak vermişti. Grev Torino’yla sınırlı kalmamış, hızla ülkenin tüm kuzeyine yayılmıştı. Grev aynı 1920’deki gibi fabrika ve toprak işgalleri şeklinde boyutlanmıştı. Aslında, daha soluk bir biçimde olsa da, Rusya’da Şubat 1917’yi hatırlatan biçimde İtalyan devrimi başlamıştı.
Bu ilk dalga faşist rejim tarafından zorlukla savuşturulabilmişse de, başlayan devrimin sarsıntıları 1917 Rusya’sındaki Çar’a benzer biçimde Mussolini’nin siyasi ölüm çanlarını çalmaktaydı. Hem içeride hem de dışarıda işlerin iyi gitmediğinin farkında olan Faşist Konsey devrim tehlikesine karşı, savaşta saf değiştirerek, yani Almanya’nın karşısına geçerek Müttefik emperyalist güçlere sığınmak istiyordu. Bunun Mussolini ile yapılamayacağı açık olduğundan, niyetlerinin samimi bir nişanesi olarak onu görevden aldılar. Müttefik güçlerin Temmuzda Sicilya’ya yaptıkları çıkarma Mussolini’ye karşı harekete geçmek için sadece bahane niteliğindeki son damla olmuştur. Zira Rusya’daki Şubat-Ekim Devrimi deneyimini iyi bilen Konsey, bir an önce Müttefiklerle anlaşarak, onlar yardımıyla devrimci dalgayı bastırmak istiyordu. Mussolini’nin görevden alınması sadece müttefik güçlere bir iyi niyet jesti değil, aynı zamanda yükselen devrimci dalga karşısında simgesel önem taşıyan, bir kelle vererek onu yatıştırma çabasıydı da.
Mussolini’nin görevden alınıp tutuklanması ve Faşist Konsey temsilcilerinin Müttefiklerle el altından yürüttüğü görüşmeleri bir ay kadar sonra savaştan çekildiğini açıklayarak sonlandırması üzerine, zaten olan bitenden haberi olan Nazi Almanya’sı hızla İtalya’yı kuzeyden işgal etmeye başladı. Bu süreçte Mussolini’yi de hapisten kurtaran Naziler, onu işgal altındaki kuzey ve orta İtalya topraklarında, adı İtalyan Sosyal Cumhuriyeti olan yeni bir kukla İtalyan devletinin başına geçirdiler. Mussolini işçi ve köylülerin desteğini kazanabilmek için yeni devletin adını sosyal cumhuriyet koymanın yanı sıra genel olarak eski günlerindeki sol söylemi yeniden canlandırıyor, büyük mülkiyeti kamulaştıracağından dem vuruyor, daha önce bunu yapmamış olmasının hata olduğunu söylüyordu. Hatta 100 işçiden fazla işçi çalıştıran işletmelerin kamulaştırılması yönünde talimat bile vermişti, ama bu emir, başta ipleri ellerinde tutan Naziler olmak üzere kimse tarafından ciddiye alınıp uygulanmadı.
1944 sonbaharında partizanlar tarafından bir ayaklanma başlatıldı ve bu ayaklanma sonucu kuzeyin çeşitli bölgelerinde küçük partizan cumhuriyetleri ilan edildi, fakat Naziler ve Sosyal Cumhuriyet sonunda bu ayaklanmayı bastırmayı başardı. Ancak 1945 Nisanında bir kez daha genel ayaklanma başlatıldı. Özellikle Torino, Milano ve Cenova gibi kuzeyin en gelişmiş sanayi kentlerinde ayaklanma genel grev ve silahlı işçilerin fabrika işgalleri ile birlikte yürütülüyordu. Birkaç gün içinde silahlı işçiler bilfiil fabrikaların yönetimini ele almışlardı. Ayaklanma nihayetinde zaferle sonuçlandığında İtalya’nın en gelişmiş bölgesi olan kuzeyi, özellikle en önemli sanayi merkezileri, silahlı işçilerin elindeydi. Ancak Müttefik emperyalist güçlerin ve asıl olarak Stalinist SSCB’nin baskısıyla işçilere güçlükle silah bıraktırıldı. Devrimin boğazlanması anlamına gelen bu utanç verici işi bilfiil yürütenler, başta Togliatti olmak üzere, Sovyet bürokrasinin eklentisi haline gelmiş olan KP yöneticileriydi.
1943’ten itibaren yükselen mücadeleye ilişkin anlatılabilecek çok şey var. Ancak bu yazının bağlam ve sınırları buna elvermemektedir. Asıl önemli noktayı vurgulamalıyız. İtalya’da KP esasen 1926’dan itibaren ülke içindeki merkezi örgütlülüğünü yitirmiştir denebilir. Bir yurtdışı merkez mevcut idiyse de, bu merkezin ülke içindeki bir merkezi aygıtı ortadan kalkmıştı. Ancak, partinin henüz Ekim Devrimi ideallerine bağlı olduğu, kadroların ve taraftarların bu ruhla dolu oldukları o dönemde, yurt içindeki sayısız işçi militan ve sempatizan, hapis-infaz-sürgün teröründen kurtulabildikleri ölçüde, o idealler doğrultusunda kendi inisiyatifleriyle hareket etmiş, farklı çizgileri olsa da partinin kurucusu olan Bordiga ve Gramsci’nin temsil ettiği devrimci değerlere bağlı kalmışlardı. Yurtdışındaki parti merkezi Sovyet bürokrasisinin eklentisi haline geldiği ve fırsatını bulabildiği ölçüde, yurtiçindeki bağımsız inisiyatifleri elinden geldiğince dizginlemeye, kontrol altına almaya, yok etmeye çabalamıştır. Ancak merkezi bürokratik aygıtın yokluğunda ya da ancak sınırlı ve kesintili ölçüde işlediği koşullarda bunu diğer partilerdeki ölçüde başarıyla yapamamıştır. Bu çaba dış merkezin ve bürokratik aygıtın ülke içine geldiği 1943’ten 1945’e kadar süren zorlu bir çaba olmuştur. Faşizmin karanlığında devrimci geleneklerinden, ruhundan kopmamış militan ve sempatizanlar faşist rejimin zayıfladığı 1943 yılı geldiğinde topraktan fışkırırcasına sahneye çıkmışlar ve sınıf hareketinin her parlayışında o gelenekler doğrultusunda yön çizmeye çalışmışlardır. Birbirinden kopuk, ama aynı genel ruhu ve gelenekleri taşıyan birçok yerel grup söz konusudur. Bandiera Rossa, Stella Rossa, Il Lavatore gibi yayınları da olan bu gruplar, dış merkezin 1943’teki değişiklikle getirdiği yeni parti ismini (İtalyan Komünist Partisi [Partido Comunista Italiano – PCI]) değil, daha önceki İtalya Komünist Partisi (Partido Comunista d’Italia - PCdI) ismini benimsiyorlardı.
Sonuçta savaştan zaferle çıkan ve büyük bir uluslararası prestije sahip olan SSCB’nin otoritesini arkasına almış olan merkez liderlik, “bu aşamada sınıf çıkarlarını değil, ulusal çıkarları öne çıkarmalıyız” diyerek, devrimci işçi sınıfının enerjisini, İtalya’da çökmüş olan burjuva düzeni kurtarma ve yeniden ayağa kaldırma yoluna hapsetti. Böylece Avrupa’daki en önemli devrimci fırsatlardan biri daha, İtalya için ikinci kez olmak üzere heba edilmiş oldu.
Ancak İtalyan işçi sınıfının bu devrimci mücadelesi hem önceki devrimci gelenekleri daha da ilerleterek güçlendirmiştir, hem de, devrim fırsatı her ne kadar yitirilmiş olsa da, işçi sınıfı bu mücadeleden kazanımlarla ve moralli olarak çıkmıştır. Emperyalist ittifak ve İtalyan burjuvazisi işçi sınıfına diğer ülkelerdekinden çok daha fazlasını vermek zorunda kalmıştır. İtalyan işçi sınıfı bu geleneklerinin yaşadığını 20 yıl kadar sonra, 1968 dalgası sırasında yine fabrikaları işgal ederek bir kez daha göstermiştir. Hiç kuşkusuz bu gelenek kapitalizmin günümüzdeki krizi derinleştiği ölçüde yeniden coşkulu atılımların temeli olacaktır.
link: Levent Toprak, Faşizm ve İtalyan İşçi Hareketinin Deneyimi, 8 Nisan 2017, https://en.marksist.net/node/5613
Emperyalist Savaş ve “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler
Venezuela ve Burjuva Solun Çıkmazı