Kapitalist sömürü düzeni içine düştüğü küresel ekonomik krizini atlatmak için işçi sınıfına azgınca saldırıyor. Tüm dünyada izlenen neo-liberal politikalarla işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal hakları birer birer gasp ediliyor. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonunun (ITUC) her yıl düzenli olarak yayınladığı Küresel İşçi Hakları Endeksi raporunda, yapılan saldırılar çarpıcı örneklerle ortaya konuyor. İşçi haklarını koruma düzeyine göre ülkeler arasında en iyiden en kötüye doğru bir sıralama yapılıyor. Raporda gelişmiş ülkelerdeki işçi haklarına yönelik çok ciddi saldırılara da dikkat çekiliyor. Nitekim bu saldırıların ne boyutta olduğunu Fransa’da yaşanan tablodan görebiliyoruz. İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yer tutan Fransa’da işçi sınıfı çok ciddi bir saldırı ile karşı karşıya. İktidarda bulunan sözümona sosyalist Hollande yönetimi, çıkarmaya çalıştığı yasa ile Fransız işçi sınıfını adeta kölelik koşullarına mahkûm etmek istiyor.
Ancak işi o kadar kolay değil, işçi sınıfı aylardır yaptığı grev, direniş ve kitlesel eylemlerle canla başla mücadele ediyor. Fransa’da olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde çalışma hayatını kökten değiştirecek, işçi sınıfının kazanılmış haklarını tırpanlayan saldırılar yasalaştırılmaya çalışılıyor. Türkiye de bu saldırılarda başı çekiyor. ITUC’un 2015 yılı raporunda Türkiye işçiler için “en kötü” ülkeler sıralamasında üst basamaklarda yer alıyordu. Geçen süre zarfında Türkiye daha da kötüye giderek, Belarus, Çin, Kolombiya, Kamboçya, Guatemala, Hindistan, İran, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de içinde olduğu en kötü 10 ülkeden biri haline geldi. ITUC raporunda Türkiye’de sendikaların barışçı gösterilerinin dahi hedef alındığı ve 1390 sendika yötecisi ve üyesinin yargılandığı vurgulanıyor. Türkiye’deki hak ihlallerinin aktarıldığı bölümde, KESK üyelerinin sendikal faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle yargılandığı, 284’ünün görev yerinin değiştirildiği, 102’sinin de gözaltına alınıp tutuklandığı belirtiliyor. Raporda sendika üyelerinin 97’si hakkında “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret”ten dava açıldığına dikkat çekiliyor. Sendikaların ve emek örgütlerinin 10 Ekimde Ankara’da düzenlediği barış mitingine yapılan saldırı için de “İş, Barış ve Demokrasi pankartı altında yürüyenlere yönelik terörist saldırıda 100’den fazla insan hayatını kaybetti” ifadesine yer veriliyor. Raporda, Bursa’daki Renault fabrikasında zam talep ettikleri için işten atılan işçilerin direnişine, Hugo Boss ve SF Deri işçilerinin sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılmasına ve 1 Mayıs gösterilerinde polisin uyguladığı şiddete de dikkat çekiliyor.
Ayrıca Türkiye, Çin ve Hindistan’ın dâhil olduğu 25 ülke, işçi haklarının güvencesinin bulunmadığı ülkeler olarak kategorilendiriliyor. Türkiye’de işçi hakları İş Kanunu ile yasal güvenceye alınmış olsa bile birçok madde kâğıt üstünde kalıyor. Örneğin 2012 yılında çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasının bazı maddeleri uzun süre ertelendi ve birçok maddesi de uygulanmıyor. Yasanın yürürlüğe girdiği Kasım 2013’ten bu yana binlerce işçi iş cinayetlerine kurban gitti. Soma, Ermenek gibi işçi katliamları bu yasa yürürlükte iken yaşandı. 4857 sayılı İş Kanununda “Hiç kimse sendika üyeliği veya çalışma saatleri dışında veya işverenin rızası ile çalışma saatleri içinde sendikal faaliyetlere katılmaktan kaynaklı olarak işten çıkarılamaz” deniyor. Ancak bu maddenin hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı ortada. Bıraktık patronun bilgisi dâhilinde sendikal faaliyet yürütmeyi, patronlar sendikanın S’sini duyduklarında işçileri işten atılıyorlar, üstelik de “ahlâki” nedenleri öne sürerek. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yayınladığı raporda, Türkiye’nin uymak zorunda olduğu sözleşmelere uymadığını ve birçok yasal mevzuatı ihlal ettiğini açıkladı. Rapora yansıyan ihlallerden bazıları şunlar;
- Ücretleri süresi içinde kasten ödememek veya eksik ödemek
- Fazla mesai yaptırıldığı halde fazla mesai ücretini ödememek veya eksik ödemek
- Yılda 270 saatin üzerinde fazla mesai yaptırmak
- Fazla mesai yaptırılmaması gereken işçilere fazla mesai yaptırmak
- Ulusal bayram ve genel tatil günlerinde işçinin onayını almadan çalıştırmak
- İşçileri geceleri 7,5 saatten fazla çalıştırmak
- Çocukları çalıştırma yaşına ve çalıştırma yasaklarına uymamak
- Vardiyalı çalışma ile ilgili kurallara uymamak, vardiya değişimlerini düzgün yapmamak, vardiya listesi oluşturmamak ve işyerinde ilan etmemek.
- Çalışanları hileli olarak taşeronun (alt işverenin) işçisi gibi göstermek
- İş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili hükümlere uymamak
- Kıdem tazminatı ödememek
Her iki rapor da sermayenin ve emrindeki AKP hükümetinin yasa filan dinlemediğini, kendi bildiğini okuduğunu ve işçi sınıfını ölümüne sömürdüğünü ortaya koyuyor.
AKP hükümeti ve işbirlikçi sendikaların rolü
Türkiye işçi sınıfının kölelik koşullarına itilmesinde, kazanılmış haklarının gasp edilmesinde AKP hükümetinin ve işbirlikçi sendikaların rolü büyüktür.
AKP hükümeti Türkiye’yi en büyük 10 ekonomi arasına sokamadı ama işçi haklarının en kötü olduğu 10 ülke arasına sokmayı başarılı bir şekilde gerçekleştirdi. İktidara geldiği 2002 yılından bu yana çıkardığı yasalarla sermaye için dikensiz gül bahçesi yarattı. İlk işi, çıkardığı 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalıştırma türlerinin ve taşeronlaştırmanın önünü açmak oldu. Taşeron sistemiyle bir taraftan işçi sınıfını yoğun bir sömürüye tâbi tutarken, diğer taraftan da örgütlenmesinin, sendikalılaşmasının önüne büyük bir set çekti. Gerçekleştirdiği özelleştirmelerle birçok sendikayı ve sendikalı işçileri tasfiye etti. Çıkardığı yasal düzenlemelerle sağlıktan eğitime birçok sektörde işçi haklarını tırpanladı. “Genel Sağlık Sigortası” adı altındaki düzenlemelerle sağlığı paralı hale getirecek altyapıyı oluşturdu. Emeklilik yaşını ve prim gün sayısını yükseltti, 14 yıllık AKP iktidarı döneminde 17 bini aşkın işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
AKP, başından beri işbirlikçi tutumlarıyla sınıf mücadelesine büyük zararlar veren Hak-İş ve Memur-Sen’i fiilen kendisine bağladı. Türk-İş’e de el atarak Türk-İş üst bürokrasisini ve birçok Türk-İş sendikasını kendi güdümüne aldı. Hava ve metal gibi kilit sektörlerdeki grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle erteleyerek, büyüyüp gelişebilecek işçi eylemlerinin önüne geçti.
Yıllardır işçi sınıfının mücadelesinin önünde büyük bir engel teşkil eden ve sınıf mücadelesinin “karın ağrısı” olan Türk-Metal çetesini de kendi kontrolü altına aldı. Mevcut tablonun oluşmasında AKP’nin yanı sıra işbirlikçi sendikaların ve genel olarak sendika bürokrasisinin payı da büyüktür. Bu sendikalar artık işçi sınıfının mücadelesinde kanser gibi bünyeyi çürütmektedir. Geçtiğimiz aylarda Türk-İş’e bağlı Şeker-İş Yozgat şubesi, sınıf tarihinde eşi görülmemiş öyle bir olaya imza attı ki gerçekten ibret verici. Şeker-İş Yozgat şubesi, geçici statüdeki işçilerin kadroya alınması için iş durduracağına veya çeşitli eylemler yapacağına, patronun bile aklına gelmeyecek bir “eylem” başlattı. Sendika, işçileri 1 ay boyunca günde 2 saat ücretsiz çalıştırma eylemi gerçekleştirdi. Bu eylemi gerçekleştirmesini de şöyle açıkladı: “Yaptığımız bu eylem, kalifiye eleman zaafından kaynaklanan hammadde ve zaman israfının da önüne geçecektir. İşçi kimliğinin herhangi bir ideoloji ya da siyaset kurumu tarafından manipüle edilmemesi ve bu kimlik üzerinden farklı tartışmalara yol açmaması gerektiğini özellikle vurgulamak istiyoruz. Amacımız öncelikli olarak şeker camiasında muvakkat (geçici) ve kadrolu işçi kimliğinde farklılaşan ekonomik hüviyeti aynılaştırmak, camia içinde barışı sağlamak ve bu barışı toplumsal alana yansıtmaktır. Böylelikle muvakkat işçilerin ekonomik kimliği üzerinden kendini ötekileştirmesinin önüne geçerken, farklı ideolojiler tarafından manipüle edilmesine de engel olmaktır.”
Durum öyle vahim bir hale gelmiş ki, işçi sınıfının en önemli mücadele örgütleri olan sendikalar bıraktık mücadele edip hak almayı, var olanı bile kendi eliyle sermayeye peşkeş çekecek hale gelmiş durumda. Örnekler bununla sınırlı değil elbette. Kıdem tazminatı konusu sermaye ve AKP hükümetinin nicedir gündeminde ve ilk fırsatta gasp edilmek isteniyor. Böyle önemli bir konuda Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’in başkanı Ergün Atalay, sendikanın 22. olağan genel kurulunda, “kıdem tazminatlarımıza ne olursunuz dokunmayın” diyerek Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na yalvardı. Sendikaların içine düşürüldüğü durumun çarpıcı bir örneğidir bu. Hak-İş başkanının THY ve Çelik-İş sendikası arasında imzalanan toplu sözleşme sonrasında yaptığı konuşması da sendikal hareketin nasıl bir felâket noktasına sürüklendiğini ortaya koyuyor: “THY dünyaya bayrağımızı taşıyan bir kuruluş. Yurtdışında gittiğimiz her yerde sendikalı dostlarımız THY’ye övgüler yağdırıyor. Bu anlamda bu sözleşme de uluslararası bir şirket ile yapılan bir anlaşmadır. THY’nin daha fazla başarılı olması için hepimizin daha fazla çalışması gerekiyor. Biz işçi ve işveren ilişkilerinin nasıl olması gerektiğinin farkındayız. Bu anlaşma ile birlikte THY iyi ki Hak-İş var diyecek, biz de iyi ki buradayız diyeceğiz. Biz rakip değil kardeş ve ortağız.”
“Ortağız” kelimesi her şeyi yeterince açıklıyor. Sendikalar birbirine düşman iki sınıfın mücadelesi sonucunda doğmuştur. Sendikalar işçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü mücadelenin en temel örgütleridir. Sendikalar işçilerin sadece ekonomik hakları için mücadele etmez, aynı zamanda işçilerin sosyal ve siyasal hakları için de mücadele yürütürler. Ancak Hak-İş ve Türk-İş gibi işbirlikçi sendikaların durumu ekonomik mücadele kategorisinden bile uzak.
İşçi sınıfının mücadele geleneği ve görevlerimiz
Sendikal bürokrasi işçi sınıfının mücadelesinin üzerine bir karabasan gibi çökmüş durumda. Nerede sermayeyi hop oturup hop kaldıran 15-16 Haziranları yaratanlar, aylarca sürdürdükleri grevlerle MESS’e diz çöktürenler, sermaye devletine DGM’leri kapattıran işçiler ve sendikalar, nerede işçileri patronların kölesi haline getiren işbirlikçi, ihanetçi sendikalar!
Dünyanın pek çok ülkesinde sermayenin saldırıları karşısında işçi sınıfı ayağa kalkarken Türkiye’de neredeyse yaprak kımıldamıyor. Kölelik büroları gibi çalışma hayatını kökten değiştiren, işçileri birer köle haline getiren bir saldırı bile sorunsuz bir şekilde yasalaşabildi. Bıraktık işbirlikçi sendikaların engel olmak için mücadele etmesini, kendine mücadeleci diyen sendikaların eylemleri bile sıradan, dar basın açıklamalarından öteye geçmedi. Fransa’da sınıfa yönelik benzer saldırılar Fransız işçi sınıfının büyük direnişiyle karşılaştı. Nedeni çok açık, çünkü Fransa’da yaklaşık 200 yıllık bir sınıf mücadelesi geleneği var. Türkiye’de ise 1960’lı yıllardan itibaren gelişen ve büyüyen sınıf mücadelesi 1980 askeri faşist darbesiyle kesintiye uğradı. Gelişen işçi sınıfı mücadelesi darbeyle sekteye uğrayınca yeni kuşak işçilere işçi sınıfının mücadele geleneği ulaştırılamadı. 12 Eylül faşizminin yarattığı tahribat daha geçmeden üstüne bir de Sovyetler Birliği’nin dağılması eklenince sancılar katmerlendi. İşte bugünkü acı durumun altında bu gerçek yatıyor.
İşçi sınıfının mücadele geleneğini geçmişten geleceğe taşıma ve sendikal bürokrasiyi sendikalardan def etme görevi sınıf devrimcilerinin omuzlarındadır. Bu sabır isteyen zorlu bir iştir. Sınıftan kopuk bir anlayışla elbette bu görev başarılamaz. Her şeyden önce işçi sınıfının tarihsel devrimci misyonuna, kapitalist sistemi kökünden kazıyıp atacak tek dinamiğin işçi sınıfı olduğuna inanmak ve fabrikalarda, işyerlerinde, işçi mahallelerinde sabırla ilmik ilmik mücadeleyi örmek, sınıfla, onun sorunlarıyla bütünleşmek zorunludur.
Tablo ne kadar kötü görünürse görünsün, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine soyunmuş sınıf devrimcilerinin görevi, Marksizmin bilimsel gerçekliğinden kaynaklanan bir inançla, bu karanlığı yırtacak mücadele geleneğini canlandırmak ve sınıfa taşımak için canla başla çalışmaktır. İşçi sınıfının içinde bu görev anlayışıyla sürdürülecek kararlı ve azimli çalışmalar yarının belirleyeni olacaktır.
link: Hakan Sönmez, Küresel İşçi Hakları Endeksinin Gösterdiği Gerçekler, 28 Haziran 2016, https://en.marksist.net/node/5174
Ankara’da 2 Temmuz Anması
Prangalı Öğretmenler