İspanya Dersleri
Marksizm dışı akımların, Sosyal Demokrasinin, Stalinizmin, faşizme karşı mücadele sorununda uzun yıllar boyunca sınıf bilincini bulandırmış ve neticede işçi hareketini yenilgiye sürüklemiş olan siyasal yaklaşımlarıyla döne döne hesaplaşmak büyük önem taşıyor. Bu nedenle, faşizme karşı mücadelede sahip çıkılması gereken devrimci gelenek ile bunun dışında kalan siyasal anlayışlar arasına kalın bir çizgi çekerken, yıllar içinde büyük bir kafa karışıklığına neden olmuş belli başlı çarpıtmalar üzerinde de tekrar tekrar durmak gerekiyor.
İspanya’da 1930’larda yaşanan Halk Cephesi deneyimi, proletaryanın devrimci mücadelesini güçsüz düşüren ve neticede Franco’nun faşist diktatörlüğünün kurulmasıyla sonuçlanan çok çarpıcı bir örneği oluşturur. İspanya’da yaşanan süreçten çıkartılabilecek çok önemli dersler vardır ve o dönemleri bizzat yaşamış olan Troçki’nin devrimci değerlendirmeleri büyük önem taşır. İspanya’daki sürecin ve bu derslerin belli başlı yönleriyle hatırlanması, günümüzde de tanığı olacağımız sınıf uzlaşmacı “cephe” anlayışlarının yaratacağı vahim sonuçlara hazırlıklı olmak ve mücadeleyi doğru temellerde sürdürebilmek bakımından elzemdir.
1930’lar İspanyası, işçi-emekçi kitlelerin devrimci mücadelesiyle burjuva düzen güçlerinin karşı-devrimci faşist saldırısının tam anlamıyla iç içe geçtiği bir süreci yansıtır. İspanyol devriminin karakteri ve işçi sınıfının faşizme karşı mücadelesi konusunda Stalinist anlayışlar gerçeklikleri öylesine çarpıtmışlardır ki, bu yüzden çok kısaca da olsa o dönem İspanyası’nın koşullarını hatırlayarak başlayalım.
İspanya 20. yüzyılın başında mutlak monarşi tarafından yönetilen geri kalmış bir Avrupa ülkesiydi. Fakat üstyapıdaki yarı feodal görünüme rağmen (Katolik Kilisenin hâlâ çok güçlü oluşu, devlet yönetiminde aristokrat subay kastının ağır basması vb.) kapitalizm gelişmekteydi ve burjuvazi iktisaden egemen sınıflar arasında yerini almıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, savaşan Avrupa ülkelerine yapılan tarımsal ihracat sayesinde elde edilen sermaye birikimi, özellikle Barselona, Bask, Bilbao gibi bölgeler başta olmak üzere sanayinin gelişmesine ve proletaryanın güçlenmesine neden olmuştu. Ancak savaş sonrasında Avrupa’yı derinden sarsan iktisadi kriz koşullarından İspanya da fazlasıyla etkilenecek ve egemen sınıflar kurtuluşu, kendilerini ordunun kollarına atmakta bulacaklardı. Böylece 1923 yılında İspanya’da General Primo de Rivera’nın askeri diktatörlüğü kuruluyordu.
Diktatör Rivera 1930 yılında iktidardan düşecek, Kral XIII. Alfonso yeni bir hükümet oluşturması için Berenguer’i görevlendirecek ve ayrıca Nisan 1931’de yerel seçimlerin yapılacağını ilân edecekti. Bu seçimlerde monarşist ve kilise yanlısı partiler büyük bir hezimete uğradılar. Elde edilen bu sonuç, kralı sürgüne gitmeye mecbur kılarken İspanya’ya da burjuva cumhuriyeti getirdi. İspanya’da 14 Nisan 1931’de cumhuriyet ilân edildi. Aynı yıl içinde, Largo Cabellero liderliğindeki Sosyalist Parti ile Troçki’nin İspanya’nın Kerenskisi olarak değerlendirdiği Azana liderliğindeki liberal burjuva partiyi içeren bir burjuva koalisyon hükümeti kuruldu. İki karşıt sınıfın uzlaşmasına dayanan bu hükümet, 1936’da kurulacak Halk Cephesi hükümetinin bir anlamda öncülüydü.
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte İspanya’da başlayan yeni dönem, yıllardır birikmiş olan çelişkilerin patlamasına sahne olmaktaydı. 1931 Haziranında yapılan Kurucu Meclis seçimlerini takiben yeni bir anayasa da hazırlanmıştı. 1932 yılında, Katalonya’nın sınırlı bir otonomiye kavuşması anlamına gelen yeni bir anayasal düzenlemeyle, Generalitat olarak adlandırılan ayrı bir Barselona hükümeti kuruldu. Fakat işçilerin ve tarım emekçilerinin cumhuriyetten beklediği yalnızca parlamenter rejimin ilânı değildi. Kitleler sosyal reformların gerçekleşmesini istiyorlardı. Oysa liberal burjuvazi kitlelerin devrimci dönüşüm arzusundan, monarşiden korktuğundan daha fazla korkmaktaydı. Azana’nın başbakanlığı altındaki burjuva cumhuriyeti, mücadeleyi yükselten kitleleri kurşun yağmuru ve top ateşleriyle durdurmaya çalışacaktı.
Sanayi bölgelerinden yükselen genel grevler, kırsal kesimde gerçekleşen köylü ayaklanmaları ve burjuvazinin saldırıları sonucunda kabaran ölü ve yaralı sayılarıyla ilerleyen bir süreç yaşandı. Sonuçta kitleler cumhuriyetçi partilere verdikleri desteği çektiler. 1933 yılında Azana hükümeti düştü ve sağcı bir burjuva hükümeti kuruldu. Parlamenter rejim bundan böyle hızla bir dar boğaza sürüklenirken, düzen güçleri de faşizm kartını hazır etmeye koyulmuşlardı. Eski diktatör Rivera’nın oğlu, Madrid’de Falange Espanola adlı faşist partiyi kurarken, silahlı faşist çeteler de sendika liderlerine ve sol siyasetçilere yönelik suikastleri gerçekleştirmeye girişmişlerdi.
Mevcut koşullar sallantılı bir siyasal tutumu kaldırmayacak kadar ciddiydi. Sosyalist Parti lideri Caballero, tabanın bindirdiği basınç nedeniyle silah satın almak ve üyelere dağıtmak amacıyla bir Komite kurmak zorunda kalmıştı. Devrim ve karşı-devrim güçleri arasındaki mücadele yükselişini sürdürüyordu. Düzen güçlerinin faşist bir iktidarı işbaşına getirme planlarına karşı Madrid ve Barselona’da ayaklanmalar gerçekleşti. Asturias’ta madenciler 4 Ekim 1934’te başlattıkları ayaklanma sonucunda komün yönetimini ilân ettiler. Sağcı burjuva hükümetin buna yanıtı, General Franco’yu ve Fas’taki lejyonerler ordusunu şehirde düzeni sağlamak için yardıma çağırmak olmuştu. Asturias madencilerinin komünü 12 Kasımda düşürüldü. Düzen güçlerinin işçi-emekçi kitlelere karşı faşist saldırısı başlatılmış, ölü sayısı 5 bini bulmuş, siyasi tutuklu sayısı 30 bini aşmıştı. İspanya’da iki temel sınıf arasındaki mücadele artık muazzam boyutlara ulaşıyordu.
Faşizm İspanya’yı devrim güçlerinin elinden geri almak amacıyla, gücünün yettiği kentlerde ve bölgelerde fiilen iktidarını oluşturmaya çalışıyordu. Faşistlerin egemenliği altına giren bölgelerde toplu idam politikası, faşizmin temel yıldırma siyaseti haline gelmişti. Ama önemli sanayi bölgelerinde, faşizm, işçilerin devrim ateşini söndürmeye muktedir olamamıştı ve böylece Şubat 1936 dönemecine gelindi.
1936 Şubatında yapılan seçimlerde Halk Cephesi bir seçim zaferi kazanıyor ve yine Azana’nın başbakanlığı altında (Azana birkaç ay sonra cumhurbaşkanı olacaktı) burjuva cumhuriyetçilerle Sosyalist ve Komünist Partilerin oluşturduğu bir koalisyon hükümeti kuruluyordu. İlk bakışta faşist güçlere karşı başarılı bir atak olarak gözükebilecek bu siyasal dönemeç noktası, proletaryanın devrimci mücadelesinin ilerletilmesi bakımından ne yazık ki tam tersi bir anlam ifade etti. Zira bu dönemeç, işçi partileri liderlikleri açısından tam bir kırılma noktası oldu. İspanya’da parlamenter rejimin iflas ettiği tarihsel koşullarda, bu liderlikler kendi kitlelerinde parlamenter yanılsamalar yaratmaya koyuldular. Oysa işçi ve emekçi kitlelerin yaşamsal çıkarları parlamenter atraksiyonlarla oyalanmayı değil, devrimin ilerletilmesini gerektiriyordu.
Troçki’nin dediği gibi, sosyalist devrim döneminde burjuvazi ile koalisyon kurmaktan daha büyük bir suç olamaz.[159] “Devrim sırasında sınıf kinlerinin tüm gücünü burjuvaziye yönelten işçiler için ‘devrimci’ bir liderin burjuva bir hükümet içerisinde yer alması önemli bir işarettir: bu onların aklını karıştırır ve moralini bozar.”[160] Marksizmin ilkesel tutumunu yansıtan bu tespitler dünün İspanyası’nda olduğu kadar günümüzde de aynen geçerlidir. Ne var ki sınıf uzlaşmacı siyasetler tarihin her döneminde bu suçlarını, gündemde sosyalist bir devrimin bulunmadığı, acil görevin faşizme karşı demokrasiyi savunmak olduğu şeklindeki gerekçelerin ardına gizlemeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda yaratılmış yanılsamalar, dünden bugüne nice mücadeleci işçinin ve devrimcinin bilincini çarpıtmıştır.
Oysa faşizmin yükselişe geçtiği koşullar iyice bir aklın süzgecinden geçirilirse, söz konusu gerekçelerin aslında gerçekliği yansıtmayan birer tuzak olduğu görülecektir. Örneğin faşist iktidar seçeneği hiçbir ülkede sermayenin gündemine durup dururken girmez. Faşizm işçi sınıfının karşısına can yakan bir gerçeklik olarak dikilmişse, sınıf mücadelesinin diğer cephesinde de, burjuva düzeni korkuya salan (şu ya da bu düzeyde olgunlaşmış) bir devrim tehdidi yer alır. Faşizmin iktidara tırmandığı tüm süreçlerde, işçi sınıfı üzerinde “ya devrim ya karşı-devrim” tabelası yazan bir yol ayrımına gelip dayanır. O nedenle, faşizm tehlikesi doğduğunda işçi sınıfının acil görevinin mevcut parlamenter rejimi savunmak olacağı iddiası büyük bir çarpıtmadır.
Yıllar içinde onca acı deney yaşanmış olmasına rağmen bu tür çarpıtmaların günümüzde bile etkisini sürdürmesinin bir nedeni de, burjuva devletin parlamenter ve faşist biçimleri arasındaki farklılığın işçi sınıfı açısından önemsiz olmadığı gerçeğinin yanlış yorumlanmasıdır. Bu tespit doğrudur ama bunun devrimci görevler bağlamında karşılığı ne olmalıdır? Faşizm tehdidi varsa işçi sınıfının buna kayıtsız kalmaması ve burjuva demokrasisi altında elde ettiği mevzileri savunması elbette devrimci görevin bir parçasıdır. Ama devrimci proletarya bu mevzileri kendi stratejik hedefine bağlayarak, kendi örgütleriyle, kendi tarzıyla savunur. Yani faşizme karşı mücadeleyi, doğrudan doğruya devrim mücadelesini ilerletme görevine bağlar. Devrimci proletarya bu mücadeleyi, zaten can çekişmekte olan burjuva parlamenter rejime yeniden can vermek için değil, burjuva egemenliğini sona erdirmek amacıyla yürütür. Bunun tersi, yani önce burjuvaziye bir iktidar bahşedip sonra sıranın işçi sınıfına gelmesini bekleme mantığı tam da Menşevizmdir.
Zor dönemler geldiğinde devrimci görevlerin altına giremeyip kurtuluşu liberal burjuvazinin kollarına atılmakta bulan Menşevizm, ülke ve siyasal örgüt adı değişse bile meşrebi değişmeyen genel sınıf uzlaşmacılığıdır. Menşevik eğilimin tipik özelliklerinden biri de, burjuva siyasetçiler konusunda işçiler arasında büyük yanılsamalar yaratması, düzenin temel direği haline gelmiş ünlü devlet adamlarına çeşitli payeler dağıtmasıdır. Konumuzu doğrudan ilgilendiren bir örnek verelim. Fransa’da 1935 yılında kurulan Halk Cephesi hükümetinin başbakanı sosyalist Leon Blum, koalisyon ortağı olan burjuva partisinin (Radikal Parti) ünlü politikacısı ve hükümetin savunma bakanı Daladier’i “büyük demokrat” diye över. Troçki’nin belirttiği gibi, “Şüphesiz Daladier büyük bir ‘demokrattır’. Ancak onun Blum’un bakanlığında resmi işlerle uğraşırken bir yandan da gayri resmi olarak subay kıtalarının genelkurmayında çalıştığından bir an bile şüphe duyulabilir mi?”
Troçki’nin takibeden satırları, günümüzdeki uzlaşmacı anlayışlara da verilmiş bir yanıttır: “Orada Blum gibi içi boş konuşmalarla sarhoş olmayan, gerçeklerle yüzleşen ciddi insanlar var. Bu insanlar her olası sonuç için hazırlıklıdır. Şüphesiz Daladier ve askeri liderler de işçiler devrim yolunda yürümeye başladıkları takdirde alınacak gerekli önlemler konusunda bir anlaşmaya varıyorlar. Ve generaller kendi aralarında şunları konuşuyor: ‘İşçilerle işimiz bitene kadar Daladier’i destekleyelim daha sonra onun yerine daha güçlü bir adamı getiririz.’ Aynı anda Sosyalist ve komünist liderler de her gün ‘Dostumuz Daladier’ nakaratını tekrarlıyor. Bir işçinin onlara cevabı şöyle olmalıdır: ‘Bana dostunuzu söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim.’”[161]
Sınıf uzlaşmacı Menşevik anlayışın faşist tehdit karşısında yerleştirmeye çalıştığı siyasal mantık şudur: Faşizm henüz tırmanış halindeyse, işçi örgütleri öncelikle burjuva parlamentosunda sol kanadı güçlendirmeli, gerekiyorsa burjuva soluyla koalisyon hükümetleri kurmalı, faşist yuvarların dağıtılması, polisin ve ordunun faşistlerden temizlenmesi için parlamentodaki “ilerici kanatlar” zorlanmalıdır. İşçi sınıfının kendi bağımsız örgütlenmesine ve devrimci siyasetine dayanan “esas” mücadeleye “sonra” nasılsa sıra gelecektir! İşte İspanya’da da, Sosyalist ve Komünist Parti, liberal burjuvaziyle bir koalisyon hükümeti oluşturur ve parlamenter yanılsamalar yaratmaya koyulurken tam da böyle bir mantıkla hareket etmiştir.
İspanya örneğinin de kanıtladığı gibi, Troçki, burjuva devlet aygıtı varlığını sürdürdükçe faşist birliklerin idari yaptırımlarla dağıtılabileceği savının tam bir yalan ve aldatmaca olduğunu vurgular. Sadece silahlı işçiler faşizme karşı direnebilir. İşçilerin partisi liberal burjuvazi ile ittifak içine girmekle, kapitalist militarizme karşı verdiği mücadeleden vazgeçmiş olmaktadır. Zira sömürenlerin silahlı kuvvetlerinin desteği olmadan burjuva rejimi sürdürmek imkânsızdır. Ve açıktır ki, “Subaylar sermayenin muhafızlarıdır. Bu muhafızlar olmadan burjuvazi varlığını bir gün bile devam ettiremez. Birey olarak seçimleri, eğitimleri subayları sosyalizmin uzlaşmaz düşmanları haline getirmektedir. Yalıtılmış istisnalar hiçbir şeyi değiştirmez.”
Parlamentonun sol kanadından, ordunun faşistlerden temizlenmesini niyaz eden uzlaşmacı liderlikler burjuva düzenin temel gerçekleri konusunda işçileri çok tehlikeli sonuçlara sürüklemektedirler. “Tehlike faşist kimlikleri açıkça belli olan kibirli demagogların varlığında değil asıl proleter devrimi yaklaştığında subay müfrezelerinin proletaryanın cellâtları haline gelmelerinde yatmaktadır” der Troçki. “Yalnızca dörtyüz beşyüz ajitatörü ordudan tasfiye etmek temelde her şeyin daha önce olduğu gibi bırakılması anlamına gelir. İçinde halkı tutsak alan yüzyılların geleneklerinin yoğunlaştığı subay kadroları tümüyle, kaynağına kadar ezilmelidir. Subaylar kastının emri altındaki kışla askerlerinin yerine de halk milisi –silahlı işçi ve köylülerin demokratik örgütü– geçirilmelidir. Başka bir çözüm yolu yoktur.”
Ve Troçki, işçilerin bilincini bulandıran siyasi yaklaşımları apaçık teşhir eden şu can alıcı soruyu yöneltir: “Cumhuriyetçiler böyle bir tedbiri kabul edecekler mi? Hiçbir şekilde kabul etmeyecekler. Halk Cephesi hükümeti, yani işçilerin burjuvazi ile beraber kurduğu koalisyon hükümeti özünde bürokrasiye ve subaylara teslimiyet hükümetidir. İspanya olaylarının bize verdiği ve bedeli binlerce insanın yaşamıyla ödenen ders işte budur.”[162]
Burjuvazi ile uzlaşmalara dayanan Halk Cephesini faşizmi engelleyecek bir yol olarak görenler, sınıf mücadelesinin çarpıcı gerçeklerinin üzerinden atlamaktadırlar. Burjuvazi, koşullar onu işçi örgütleriyle siyasal bir ittifak yapmaya mecbur kıldığında, bu durumu dengelemek için orduya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyar. Bu nedenle aslında Halk Cephesi tipindeki hükümetler, gerçek bir iktidar bile olamazlar. Nitekim İspanya’daki Halk Cephesi de aslında gerçek bir hükümet bile olamamıştır. Gerçek hükümet yetkisi, Genelkurmay’da, bankalarda, burjuva düzen güçlerindedir. Bu gerçeklik karşısında, Troçki, Fransa’daki Halk Cephesi taraftarlarını da uyaracaktır.
Fransa’da da liberal burjuvazinin işçilerle ittifak yapmasına, subay kadrolarına dokunulmaması şartıyla izin verilmiştir. “İşçiler talepleri doğrultusunda baskı uygulamaya kalktıklarında bütün devlet aygıtı kafalarına inecekti” der Troçki.[163] Liberaller Halk Cephesinin sağ kanadı olarak görülseler bile, aslında orada yönetici sınıfları temsil etmek üzere bulunmaktadırlar. Finans kapital onlar aracılığıyla Halk Cephesine uzanmakta ve proletarya üzerinde hâkimiyetini sürdürmektedir.
İspanya örneğinde işçi partileri liderlikleri, parlamentoda elde edilen mevziler sayesinde faşizmin engellenebileceği düşleriyle kendilerini ve daha tehlikelisi işçi-emekçi kitleleri kandırıp durdular. Ve böylece faşizm iktidara biraz daha yaklaştı. Faşizmin iktidara geldiği tüm örnekler, devrim ve karşı-devrim arasındaki iç savaşın tırmandığı süreçlerde burjuva düzen güçlerinin durumun vahametini çok daha önce ve kapsamlı biçimde kavrayıp önlemlerini almaya koyulduğunu kanıtlar. Nitekim İspanya’da da böyle oldu.
Franco, Fas’taki lejyonerlerin başına geçip faşist bir ayaklanma gerçekleştirmek üzere gizli bir şekilde Kuzey Afrika’ya geçti. Franco’ya bağlı Fas’taki askeri birlikler 17 Temmuz 1936’da, giderek tüm İspanya’yı içine alacak bir silahlı ayaklanmayı başlattılar. Takip eden günler içinde İspanya’daki elli garnizonun tümü faşistlerin yanında yer aldı. Böylece İspanya’da faşizm, doğrudan doğruya nizami ordunun içine yerleşerek, onun askeri birliklerini faşist askeri birliklere dönüştürerek ilerleyişini sürdürdü. Çeşitli ülkelerin emperyalist güçleri ve İspanya’nın eski ve yeni tüm egemen sınıfları (büyük toprak sahipleri ve burjuvazi), işçi ve emekçilerin devrimini kanla bastıracak faşizmin bu iktidar yürüyüşüne desteklerini sundular.
Faşistler bir hafta içinde İspanya’nın yaklaşık üçte birini ele geçirdiler. İlk hafta içinde Azana’nın başbakanı işçilere silah verenlerin vurulacağını açıklamış, bu nedenle birçok şehirde faşizm muzaffer olabilmiş ve on binlerce işçi ölmüştü. 18 Temmuzda başbakan istifa ediyor, fakat Cumhurbaşkanı Azana hâlâ faşistlerle uzlaşmanın bir yolunu arıyordu. Oysa İspanya’da bu noktada da faşizmi yenilgiye uğratmanın olanağı vardı, fakat bunun tek yolu işçi örgütlerinin silahlandırılmasıydı. Yüz binlerce işçi Madrid sokaklarına akın etmiş ve “ihanet” haykırışları ile birlikte silah talep etmekteydiler.
19 Temmuzda kurulan yeni hükümet, işçilerin baskısı sonucunda istemeye istemeye de olsa onlara silah dağıtmak zorunda kaldı. Bu durum, İspanyol devriminin ilerleyişi içinde fevkalâde önem taşıyan yeni bir dönemeç noktası anlamına gelmekteydi. İspanya tam üç yıl sürecek kanlı bir iç savaş döneminin içine girmişti ve bu savaş yaygın biçimiyle, faşist güçlerle cumhuriyetçi güçler arasındaki bir savaş olarak değerlendirilecekti. Oysa işin gerçeğinde, bu, iki temel sınıf arasındaki bir iç savaştı.
Troçki bu savaşın ikili yönüne, “melez” karakterine dikkat çekecektir. 1936-39 İspanya iç savaşı, bir yönüyle burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki silahlı bir mücadele olarak görünür. Fakat burjuva cumhuriyetçi güçlerin ve onların siyasal temsilcilerinin tüm kaypak tutumlarına rağmen devrimci proletarya bu savaşa kayıtsız kalamaz. Çünkü faşizm fiilen işçi sınıfını ve onun mevzilerini de hedef almaktadır. Bu da iç savaşın ikinci ve asıl önemli yönünü oluşturur.
Faşist askeri birliklere karşı kahramanca direnen ve dövüşenler zaten silahlı işçi-emekçilerdir. Bu bakımdan mevcut koşullar iç savaş öncesi ortama nazaran çok önemli bir farka da işaret eder. Artık faşizmin salt parlamenter atraksiyonlar temelinde geriletilebileceği yanılsamalarıyla boğuşup, faşizme karşı silahlı bir mücadelenin gerekli olduğunu anlatmaya çalışma dönemi sona ermiştir. Faşizme karşı fiilen silahlı bir mücadele yürümektedir. Bu somut koşullarda gerekli olan, işçi sınıfının devrimci iktidar hedefine ilerleyebilmesi için faşist birliklerin askeri saldırısını yenilgiye uğratmasıdır.
Devrimci proletarya faşist birliklere karşı görünürde cumhuriyetçilerle ortak bir savaş yürütmektedir. Fakat işin gerçeğine ve doğrusuna bakılacak olursa, devrimci işçilerin bundan muradı asla ve asla burjuva cumhuriyetçi güçleri yeniden iktidar koltuğuna oturtmak olamaz. Hatırlayalım, Bolşevikler Kerenski ve Kornilov arasındaki mücadelede tarafsız kalmamışlardı. Kornilov belâsını defetmek üzere Kerenski birlikleriyle birlikte dövüşürlerken, bunu burjuva düzeni yaşatmak ve Kerenski’leri başa getirmek üzere yapmıyorlardı. Amaçları Kerenski’ye destek vermek değildi. Tam tersine, Kornilov’un ardından onu da devirmek üzere bu silahlı mücadeleyi yürüttüler.
1936 İspanyası’na geri dönelim. Devrimci güçlerin üstün olduğu bölgelerde iktidar silahlı işçi örgütlerine geçmeye başlamıştır. İşçilerin kontrolündeki bölgelerde tam bir ikili iktidar durumu oluşmaktadır. Uluslararası Tugaylara katılan çeşitli ülke sosyalistleri İspanya’ya gelmişlerdir. Katalonya’da işçi sınıfı partileri ve sendikalar milis birlikleri oluşturarak Aragon’da faşistleri bozguna uğratmışlardır. Kısacası, POUM[164], Komünistler ve Anarşistler gibi çeşitli siyasal liderlikler altında mücadeleye atılan işçi-emekçi kitlelerin, savaşı göze alma konusunda hiçbir eksikleri yoktur, fakat kilit sorun devrimci önderlik sorunudur.
İç savaş döneminde pek çok fabrika sahibi faşistlerin egemen oldukları bölgelere kaçmaktaydı. Oysa Stalinizm burjuvazi ile uzlaşmayı doğru bir siyasal tutum olarak yutturmak amacıyla, Franco’nun feodalizmin temsilcisi olduğu ve sanayi burjuvazisinin faşizme karşı işçilerle birlikte hareket edeceği şeklinde bir teori icat etmişti. Sınıf savaşının kızgın ateşi altında sahte teoriler mum gibi erirken, işçiler fabrikaları ele geçiriyor ve kendi kontrolleri altında çalıştırmaya başlıyorlardı. Köylüler toprakları işgal ediyor, işçiler burjuva polisin yerini alması için işçi milisleri örgütlemeye girişiyorlardı.
Özetle, “daha sosyal reformlara sıra gelmedi” diye devrimi geriletmeye çalışan siyasal yaklaşımlara inat, İspanya’da faşizme karşı mücadele tam da olması gerektiği biçimde ilerleme potansiyeline sahip bulunduğunu kanıtlamıştı. Ama devrimci bir önderlik olmaksızın, devrimci gelişimin nihayetinde tıkanacağı bir nokta vardır. Hele bir de, devrimci önder pozlarını takınmış liderlikler devrimi ilerletecek yerde tam da tersi yönde harekete geçerlerse, işçi-emekçi kitleler istedikleri kadar savaşmayı ve ölümü göze almış olsunlar, sonuç ne yazık ki büyük bir hüsran olur. Nitekim İspanya örneğinde tam da böyle oldu.
İspanya’daki devrimci mücadelede başı çeken POUM’un ve Anarşist hareketin liderlikleri, mücadeleyi bir işçi hükümetinin oluşturulmasına doğru ilerletmek yerine Eylül 1936’da Katalonya’da Halk Cephesi hükümetine katıldılar. Böylece Stalinist Komintern’in arzusu da gerçekleşmiş oluyor ve işçi partileri liderlikleri, aslında devrimi yenilgiye sürükleyecek bir yola girmiş bulunuyorlardı.
Bu arada Sosyalist Parti lideri Caballero da merkezi Halk Cephesi hükümetinin başbakanı olmuştu. Troçki POUM liderliğinin tutumunu “ihanet” olarak değerlendirmekteydi. POUM’un lideri Andre Nin’i şöyle eleştiriyordu: “Kişi, onun hükümetinin içinde yer alırken burjuva cumhuriyetine karşı nasıl savaşabilir? Burjuva cumhuriyetinin ‘adalet’ bakanlığı koltuğunu işgal ederken aynı zamanda işçileri bu cumhuriyeti yıkmak amacıyla nasıl seferber edebilir? Bu kişi olayları ciddi bir biçimde ele mi almakta yoksa proletaryanın idealleri ve programıyla alay mı etmektedir?”[165]
Halk Cephesi hükümeti, Cumhurbaşkanı Azana’nın tutumunda açıkça dile geldiği gibi, aslında faşizmin yolunu açmaktan başka bir şey yapmayan burjuva cumhuriyetçilerin ayıbını örten bir incir yaprağı konumundaydı. Burjuva cumhuriyetin başkanı Azana, askeri hiyerarşiyi kızdırmamaya özen gösterir ve parlamenter iktidarı kitlelerin silahlanmasını engellemek amacıyla kullanırken, Halk Cephesi hükümeti ise parlamenter rejim içinde işgal ettiği konum sayesinde faşizmin iktidarını önleyebileceğini sanıyordu. Bu ölümcül “hata”, ilerleyen yıllar içinde Şili dahil daha pek çok örnek temelinde yinelenecekti. Keza Türkiye’de de 12 Eylül öncesinde burjuva cumhuriyetçi güçlerin kuyruğuna takılan sol çevreler, faşist tırmanışı durdurması için parlamentonun “sol” kanadından, dönemin önde gelen burjuva devlet adamı Ecevit’ten medet umacaklardı.
İspanya’da 1937 Mayısında gelişen olaylar, binlerce işçiyi polis provokasyonlarına karşı örgütlerini savunmak amacıyla sokaklara döktü. Barselona’da bir işçi ayaklanması gerçekleşti. Fakat siyasal liderlikler, işçi sınıfını iktidarın zaptı noktasına yaklaştıran bu son fırsatı da heder edeceklerdi. Anarşist liderler ve POUM liderliği, işçilere evlerine dönmeleri için çağrı yaptı. 15 Mayısta Cabelloro hükümeti düştü ve yerine Stalinistlerin istekleri doğrultusunda Negrin hükümeti geçti. Ardından, KP’nin POUM’un yasadışı ilân edilmesi için merkezi hükümete sunduğu yasa tasarısı kabul edilerek yürürlüğe girdi. POUM yasaklandı, Nin ve diğer yöneticileri tutuklandı. Anarşist liderlik ise Kasım 1937’de merkezi hükümete katıldı ve böylece ihanet kararının altına o da resmen imzasını atmış oldu.
Artık bundan sonrası, faşizmi engelleyeceği söylenen şu parlamenter cumhuriyetin can çekişip son nefesini vermesinden ibaretti. 1938 Nisanında faşist askeri birlikler Vinaroz’da denize ulaşarak cumhuriyetçi İspanya’yı ikiye bölmüş oldular. 22 Eylül tarihinde Uluslararası Tugaylar İspanya’daki son savaşlarını verdiler ve Ekimde İspanya’dan ayrılmaya başladılar. 23 Aralıkta faşistler Katolonya’yı ele geçirecekleri saldırıyı başlattılar ve 26 Ocak 1939’da ise Barselona artık direnecek bir güç olmaksızın düştü. Tüm bir iç savaş süresince cumhuriyetçilere silah satmayı reddeden İngiltere ve Fransa, henüz savaşın kesin sonucu bile belli olmamışken 27 Şubatta Franco hükümetini resmen tanıdı. Mart ayında Madrid ve Valancia faşistlere teslim oluyor ve faşizm 28 Mart 1939’da iktidar savaşını zaferle noktalıyordu.
İspanya Halk Cephesi deneyimi, devrime karşı gardını alan burjuva gericiliğinin parlamenter uzlaşmalarla yatıştırabileceği inancını yaymanın işçi sınıfına ne büyük kayıplara malolacağını açıkça gözler önüne serer. Devrimci görevlere sırtını dönen Halk Cephesi, işçi ve emekçi kitleleri büyük bir hayal kırıklığına sürükleyerek faşizmin zaferini mümkün kılmıştır. Daha iç savaşın başlangıcında, işçi partisi liderliklerinin uzlaşmacı tutumu nedeniyle Troçki’nin dile getirmek zorunda kaldığı acı kehanet gerçekleşmiştir: “Burjuvazi ile koalisyon politikasının bedelini proletarya faşist çetelerin terörü ya da yıllar içerisinde verilecek kurbanlar, maruz kalınacak işkenceler şeklinde ödemek zorunda kalacaktır.”[166]
İspanyol devrimi dinamizmini, kitlelerin daha iyi bir gelecek umudundan alıyordu. Ancak burjuva demokratları kitlelerin bu umutlarını boşa çıkarmak için adeta ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bu nedenle köylüler arasında cumhuriyetçi kliklere karşı giderek bir nefret ve güvensizlik gelişti. Cumhuriyetçi güçlerin yenilgisinin temel nedenini şöyle açıklar Troçki: “Fedakarlık ruhu ve devrimci istek yerini ümitsizliğe ve kayıtsızlığa bıraktı yavaş yavaş. Kitleler kendilerini aldatan ve ayaklar altına alanlardan yüz çevirdiler.”[167]
İspanya’da yaşanan süreçten çıkartılması gereken en önemli derslerden biri de, işçi sınıfının devrimci mücadelesini ilerletmeye çalışan siyasal tutumla buna karşı olan tutum arasındaki farkın ayırt edilmesidir. Faşizme karşı mücadelenin, devrimci güçlerin kontrolü altındaki bölgelerde sosyal dönüşümlerin fiilen yaşama geçirilmesi sayesinde kazanılabileceğini savunan Troçki’nin devrimci tutumu, Stalinizm tarafından maceracılıkla suçlanmıştır. Devrimi köreltici Stalinist tutumu, o dönemde bir Meksika gazetesinde yer alan şu satırlar ortaya koymaktadır: “İspanya’daki savaş, gördüğünüz gibi sosyalizm için verilen bir savaş değil, daha çok faşizme karşı yürütülen bir savaştır. Faşizme karşı savaşta fabrikaların ve toprağın ele geçirilmesi gibi maceralara girişilmesine izin verilemez. Yalnızca faşizm yanlıları böyle bir planı ortaya atabilir.”[168]
Oysa devrimci süreç boyunca işçiler birçok kez burjuvaziyi devirmeyi, fabrikaları ele geçirmeyi denemişler, köylüler toprak talebinde bulunmuşlardır. Troçki de bütün bu süreç içinde, İspanya’da zaferi garanti edecek tek yolun, köylülere İspanya toprağının onlara ait olduğunu, işçilere de fabrikaların gerçek sahiplerinin kendileri olduklarını ilân etmekten ibaret bulunduğunu ısrarla savunmuştur. Stalin ise Fransa’da Komünist Partinin burjuvaziyle oluşturduğu Halk Cephesi için “kötü” örnek olmasın, burjuvaziyi ürkütmesin diye İspanya’da özel mülkiyetin muhafızı haline gelmiştir.
İspanya’daki durumun vahameti nedeniyle Troçki sık sık Rus devrim sürecinin gerçeklerini hatırlatacaktır: “İspanyol köylüsü ince farklılıklarla ilgilenmez. ... Rusya’daki iç savaş sırasında askerlik bilimimiz nedeniyle zafere ulaştığımıza inanmıyorum. Bu yanlıştır. Bize zaferi getiren devrimci programımızdı. Köylüye toprağın ona ait olduğunu söyledik. Ve daha önceden kaçıp Beyaz Muhafızlara katılmış olan köylüler Bolşevikleri onlarla karşılaştırıp şunu söylediler: ‘Bolşevikler daha iyi.’ Milyonlarca Rus köylüsü Bolşeviklerin daha iyi olduklarına ikna olduktan sonra biz savaşı kazandık.”[169]
Halk Cephesinin siyasal çizgisi, işçi-emekçi kitlelerin devrimci taleplerini, soyut “demokrasi”, “cumhuriyet”, “anti-faşizm” sloganları altında boğdu. İşçi hareketinde etkili olan Sosyal Demokrasi ve Stalinizm, tam da en zor dönemlerde en yaşamsal konularda işçi sınıfının bilincini alabildiğine bulandırdı. Oysa Marksizm, sınıflarüstü bir “demokrasi”, “cumhuriyet” ve “anti-faşizm” olamayacağını kanıtlamıştır.
Halk Cephesi liderleri, burjuvazi ile kurdukları politik ittifakı, “cumhuriyet”i savunma iddiasının ardına sakladılar. Troçki, İspanya tecrübesinin bu savunmanın ne anlama geldiğini açıkça gösterdiğini belirtir. “‘Cumhuriyetçi’ kelimesi tıpkı ‘demokrat’ kelimesi gibi sınıf çelişkilerinin üzerini örtmeye yarayan üzerinde düşünülmüş bir şarlatanlıktan başka bir şey değildir. Bir burjuva, cumhuriyet özel mülkiyeti korumaya devam ettiği sürece cumhuriyetçi olarak kalacaktır. Ve işçiler cumhuriyeti özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için kullanmaktalar. Böylece cumhuriyet işçiler için bir anlam kazandığı ölçüde burjuva için anlamını yitirmektedir.”[170]
Faşizme karşı sınıflarüstü bir demokrasi ya da cumhuriyet savunusunun çok geniş kitleleri harekete geçirebileceği düşüncesi ya büyük bir çarpıtma ya da büyük bir yanılsamadır. Kitleler sonuçta yaşadıkları gerçekliğe bakarlar. Faşizmin tırmanışa geçtiği bir süreçte, tüm aczini sergileyerek işçi ve emekçi yığınları derin bir yoksulluk ve baskılarla yüz yüze getiren o işlemeyen burjuva demokrasisi ya da burjuva cumhuriyeti değil midir? Dolayısıyla, yine bunları talep etmenin kendilerine bir kurtuluş imkânı yaratacağına kitleler neden inansınlar!
İspanya’daki somut gerçeklikten hareketle, Troçki, “Faşizme karşı, demokrasi için!” sloganının milyonları etkilemesi olanaksızdı der. Çünkü iç savaş sırasında bizatihi cumhuriyetçi kamp içerisinde demokrasinin varlığından söz edilemez. “Azana cephesinde de tıpkı Franco tarafında olduğu gibi askeri diktatörlük, sansür, cebri seferberlik, açlık, kan ve ölüm vardı. Soyut ‘demokrasi için!’ sloganı liberal gazeteciler için yeterli olsa da ezilmiş işçi ve köylüler için yeterli değildir.”[171] İşçi ve emekçi kitleler, yalnızca daha iyi yaşam koşullarına ulaşabileceklerse faşizme karşı tüm güçleriyle savaşacaklardır. Kısacası onları gerçek anlamda mücadeleye çekebilecek olan, ancak devrimci proletaryanın burjuva düzeni aşıp geçecek olan köklü sosyal dönüşüm talepleridir.
Stalinizmin çarpıtmalarına karşı, Troçki, sınıf karakterinden soyutlanmış “anti-faşizm” ve “anti-faşist” kavramlarının da tam bir yalan ve hayal olduğuna sürekli dikkat çekmiştir. Marksizmin her fenomene sınıf noktasından hareketle yaklaştığını bıkmaksızın tekrarlamıştır. Azana gibi burjuva cumhuriyetçilerin, faşizm bu tür burjuva entelektüellerini parlamenter ya da diğer türden kariyerlerden yoksun bıraktığı için “anti-faşist” kesildiklerini hatırlatmıştır. İşçi sınıfı Azana ve benzerlerinin birer burjuva olduğunu asla unutmamalıdır. (Türkiye’de de Ecevit benzeri örnekleri asla unutmayalım!) Troçki’nin dediği gibi, faşizm ve proleter devrimi arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarında, Azana’lar her zaman faşizmi seçeceklerdir.[172]
İspanya ile ilgili bu bölümü bitirmeden önce, faşist Franco rejiminin son buluş sürecine ilişkin gelişmeleri de burada kısaca ele alarak konunun bütünselliğini sağlayalım.
1939 yılında iç savaşın sonucunda kurulan faşist diktatörlük uzun yıllar çözülme belirtileri vermeden varlığını sürdürmüştü. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasının koşullarında durum yavaş yavaş değişmeye başlıyordu. 1 Mayıs 1947’de Basklı direnişçilerin ve illegal olarak varlığını sürdüren sendikaların daha yüksek ücret istemiyle başlattığı genel grev, faşizmin karanlığının yırtılmaya başladığının ilk işaretiydi.
1951 sonrasında İspanya’nın muhtelif bölgelerinde işçi eylemleri patlak verdi. Faşist diktatörlüğün eski gücünü yitirmekte olduğunu gören burjuva çevreler arasında, iplerin biraz gevşetilmesinin zamanının geldiğini savunan görüşler dillendirilmeye başlandı. Franco diktatörlüğünde bir çözülmenin başladığı, 1958 yılında işçi-işveren ilişkilerinde toplu sözleşme görüşmelerine kontrollü biçimde izin verileceğinin ifade edilmesiyle ortaya çıktı. Ne var ki İspanya’da faşizmin çözülüş süreci uzun yılları kapsayacaktı.
Dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı yükseliş, 1960’larda İspanya’nın ekonomik durumunda da çok bariz bir iyileşme yaratmış bulunuyordu. İspanya’da 60’lı yıllarda işçi hareketinde de, öğrenci hareketinde de belirgin bir sıçrama kaydedildi. Bu yıllara aynı zamanda yükselen ekonomik grevler eşlik etmekteydi. Faşist yönetim, ekonomik istemlerin ötesine taşan grevlere müsamaha göstermiyordu. Siyasal grevler hâlâ “vatan hainliği” suçu kapsamındaydı. Ama her türlü yasağa rağmen işçi hareketi artık geri döndürülemez bir canlanma içine girmişti. Nitekim 60’lı yıllarda Asturias kömür madenlerinde çalışan işçilerin başlattığı grevler diğer sektörlere yayılarak 400 bin işçiyi kapsıyor ve faşist iktidarın baskılarına, ücretleri dondurma tehdidine ve olağanüstü hal ilânlarına rağmen işçilerin ücret artış taleplerinin belli oranda kabul edilmesiyle sonuçlanıyordu.
Elde ettiği kısmi başarılarla sınıf gücüne güvenini yeniden kazanmaya başlayan işçi sınıfının bu dönem mücadelesinin ürünü, İspanya’nın çeşitli bölgelerinden fışkıran işçi komisyonları olmuştu. 1966 yılında Madrid’teki işçi komisyonları ortak bir program etrafında biraraya gelerek, işçi sınıfının bağımsız, demokratik birleşik hareketini oluşturduklarını ilân ettiler. Bu noktada özelikle belirtmek gerekir ki, İspanya’da faşizmin çözülüş sürecine, işçi mücadelesinde önemli bir yükseliş, tabana yayılan militanlaşma ve netice olarak sendikal harekette de yeniden toparlanma eşlik etti.
1967 yılına gelindiğinde, faşist yönetim kontrol elden gidiyor telâşıyla baskıları yeniden alabildiğine arttırıyordu. Yaklaşık olarak 1973 yılına dek süren bu baskı dönemi gene de İspanya’da faşizmin çözülüşünü ve toplumsal muhalefetin gelişimini durduramadı. Bu o kadar açıktı ki, uzun yıllar Franco’yu desteklemiş bulunan Katolik Kilisesi bile, 1960’lı yıllara erişildiğinde artık gelecekteki yerini düşünerek Franco’ya tutum almaya koyulmuştu. Ekonomik açıdan kendini artık modern kapitalist gelişime ayak uyduracak düzeyde hissetmeye başlayan İspanya tekelci sermayesi ise, gözünü Avrupa emperyalizmi ile tam bütünleşmeye dikmişti. İspanya burjuvazisinin yeni hedefi artık AET’nin bir parçası olmaya hazırlanmaktı.
İspanya’da uzun yılları kapsayan faşist yönetim, burjuvazinin yeni dönemdeki gereksinimlerine denk düşmüyordu ve bu nedenle burjuvazi şimdi kendi “demokratik” yönetimini işbaşına getirmeye soyunmuştu. İspanya’nın koşulları nedeniyle burjuvazi bu hedefe ancak biraz sola kaykılarak varabileceğinin bilincindeydi ve bu yüzden 1972’de Sosyalist İşçi Partisi’nin önü açılmaya başlandı. Felipe Gonzales 1974 yılında Sosyalist İşçi Partisi’nin Fransa’da yapılan kongresinde genel sekreterliğe seçildi. Franco 1975 Kasımında öldü ve ardından prens Juan Carlos kral ilân edilip kraliyet tahtına oturtuldu.
Sıra “demokrat” diye övülen genç kralın atayacağı başbakana gelmişti. Kral, Franco’nun başbakanlığını sürdürmüş olan Arias’ı yeniden başbakan olarak atayacaktı. Carlos’un bu tutumu, faşist diktatörlüğün çözülüş sürecinde kitle mücadelesinin yükselme riskini göze alamayıp Bonapartizm gibi bir başka olağanüstü yönetim biçimiyle idare etmeye çalışan burjuva güçlerin tipik davranışıdır. Arias, iktidarının ilk döneminde kontrol elden kaçıyor paniğiyle kitle hareketini bastırıcı uygulamalara gitti. Şubat-Mart 1976’da İspanya’da kanlı bir baskı dönemi yaşandı. Ama bir süre sonra olağanüstü rejimdeki çözülme ağır basacağından Arias da kendini yeni döneme uydurmak zorunda kalacak ve reformların bir an önce yapılması gereğinden söz edecekti.
Bu arada, Komünist Partinin bazı burjuva güçlerle birlikte içinde yer aldığı Demokratik Cunta adlı blok ile Sosyalist Partinin katılmış olduğu Platform 1976 yılında birleşmiş ve Demokratik Koordinasyon kurulmuştu. Bu birlik, Frankocu yönetimin kontrolü altında uzun bir sürece yayılmış geçiş planına karşı demokrasi için kitlesel bir mücadele verilmesini ve bir an önce parlamenter işleyişe geçilmesini savunmaktaydı. Fakat Arias hükümeti Franco döneminde kabul edilmiş anayasa altında seçimlere gidilmesini kararlaştıracaktı. Burjuva düzenin egemenleri, süreci tam anlamıyla kontrol altına almak amacıyla, sol güçleri iyice burjuvaziye yaklaştırma ve onları bu yolla eritme siyasetini uygulamaya koyuldular. Bunun yanı sıra, 1976 Temmuzunda Arias hükümeti istifa ederek çekiliyor ve yerine sağ eğilimli burjuva politikacısı Adalfo Suarez getiriliyordu.
Suarez hükümeti işbaşına geldiğinde bir reform paketi açıklamıştı. Genel siyasal af yasası düzenlenecek, partilerin legale çıkmasına izin verilecek, Katolonya ve Bask’a özerklik tanınması için gereken süreç başlatılabilecek ve mümkün olan en kısa sürede Kurucu Meclis seçimleri yapılacaktı. Ülke hummalı bir seçim ortamına girmişti. Yeni dönemin parlayan yıldızı, Sosyal Demokrat partilerin örgütü Sosyalist Enternasyonal tarafından da hararetle desteklenen Sosyalist İşçi Partisi genel sekreteri Felipe Gonzales idi. Fakat İspanya aynı dönemde parlayan ikinci bir “yıldız”la da tanışacaktı. Bu, 1976 yılında ülkesine dönüş yapan İspanyol Komünist Partisi’nin genel sekreteri Santiago Carillo idi.
Carillo, “Avrupa komünizmi” diye adlandırılan, tam anlamıyla reformist ve sınıf uzlaşmacı siyasal akımın yaratıcısı oldu. İspanya’da faşizmin çözülüş sürecinde ayağa dikilen işçi sınıfını ve kitle mücadelesini burjuva düzen çerçevesine hapsetme “onur”unu, Carillo, Felipe Gonzales’le birlikte paylaşmıştır.
Takvimler 15 Haziran 1977’yi gösterdiğinde, İspanya’da 1936’dan beri ilk kez genel seçimler yapılıyordu. Seçimleri Suarez’in partisi kazandı ve hükümeti o kurdu. Aralık 1978’de yeni anayasa halkoyuna sunuldu ve büyük çoğunlukla kabul edildi. Sürecin takip eden halkalarına gelince. 1979 yılında yapılan seçimleri de Suarez kazanıyordu ama ardından kendisi ve partisi inişe geçiyordu. 1982 seçimlerini Sosyalist Parti kazanacak ve Felipe Gonzales başbakanlık koltuğuna oturacaktı. Böylece İspanya’da faşizmin çözülüş süreci, “faşizme karşı burjuvaziyle birlikte demokrasi mücadelesi vermek gerekir” diyen uzlaşmacı sol liderliklerin işçi sınıfının başına musallat olması nedeniyle burjuva parlamentarizminde son bulmuş oldu. İspanya, Avrupa sosyal demokrasisinin desteklediği Gonzales hükümeti altında yürütülen bir uyum süreci sayesinde 1986 başında AET’ye üye oldu.
[159] Troçki, İspanyol Devrimi, Yazın Yay., Ekim 2000, s.360
[160] Troçki, age, s.355
[161] Troçki, age, s.248
[162] Troçki, age, s.246
[163] Troçki, age, s.241
[164] POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi). Troçki, bu partinin lideri Andre Nin’in dürüst ve davaya bağlı bir insan olsa da bir Marksist değil merkezci olduğunu, en iyi ihtimalle İspanya’nın Martov’u, yani bir sol Menşevik olabileceğini belirtir. POUM liderliği konusunda şu değerlendirmeyi yapar: “POUM liderleri bir tek gün için olsun bağımsız bir rol oynamayı denemediler. Bunun yerine kitle örgütü liderlerinin ‘soldaki’ arkadaşları ve danışmanları rolünü oynamayı sürdürdüler. Kendine ve fikirlerine güvenememesinden kaynaklanan bu politika POUM’u ikiyüzlülüğe, sürekli yalpalamaya ve sınıf mücadelesinin gelişimi ile keskin bir çelişki içerisine düşmeye mahkum etti.” (Faşizme Karşı Mücadele, s.352-3)
[165] Troçki, age, s.258-9
[166] Troçki, age, s.239
[167] Troçki, age, s.341
[168] Akt: Troçki, age, s.347
[169] Troçki, age, s.262
[170] Troçki, age, s.247
[171] Troçki, age, s.350
[172] Troçki, age, s. 349
link: Elif Çağlı, EK II, 23 Ağustos 2004, https://en.marksist.net/node/517